© Yeni Arayış

Tanpınar'a Huzur Yok 45. Bölüm: Sulh Mühimmatı

Hürriyet her iklimde yetişen bir meyve değildir, bu yüzden her millet erişemez ona.

[JEAN-JACQUES ROUSSEAU, 1712-1778, Toplum Sözleşmesi]

1936 senesinin Temmuz başında bir ikindi vakti Florya’daki Deniz Köşkü’ne, Atatürk’ü ziyarete gitmiştik. Annem, Babam ve ben. Gazi Paşa’nın elini öpmeye yeltendim. Omuzuma dokunarak durdurdu beni. Tokalaştık. İki dost gibi. Dost, hassas bir saygıyla yaklaşır. Sizinle gurur duymak ister.

“İsminiz nedir küçük bey?”

“Bahtiyar, efendim.”

“Hoşgeldiniz, hanemize sevinçler getirdiniz.” Yüzünde horozşekeri ışığı mı var? Cumhuriyetin kurucusu, yaşını başını almış bir çocuk adeta.

14 yıl boyunca sürekli savaşmış bir adam, nasıl böyle güleç ve sakindi? 

***

Şimdi düşünüyorum da, 27 yaşından 41 yaşına dek 14 yıl boyunca sürekli savaşmış bir adam, nasıl böyle güleç ve sakindi? Yeri göğü sarsan bombaların, korlaşmış mermi sağanağının, püsküren kaynar kanın; derisi yırtılan, iskeleti parçalanan, kasları lime lime saçılan gencecik şehitlerin; kopup fırlayan gözlerin, dökülüp saçılan dişlerin, yanarak kemikten sıyrılan etin, canhıraş feryatların; vücudun içine mezar kazılıyor gibi delirtici, dehşetengiz açlığın; uzak diyarlarda vurulup öldürülerek yitip giden evladına, eşine, kardeşine saçlarını yolarak hüngür hüngür ağlayan bîçarelerin matem çığlıklarının; barut köpüklerinin, kan dumanlarının, korlaşmış çeliğin... arasından çıkıp gelmiş… kıyamet gazisi, mahşer jandarması, cehennem nöbetçisi bu adamı anlamak hakikaten zor.

Bizi köşkün kütüphanesine davet etti. Babam, sehpanın yanındaki kitap dolu sandığı göstererek sordu: “Allah, Allah? Bu, cephane sandığının burada ne işi var?”

“Sulh devrinde mühimmatımız mermi değil kitaptır, haksız mıyım?” diye cevapladı kitapsever mareşal. Ve bana Jean-Jacques Rousseau’nun Du contrat social ou Principes du droit politique [İçtimai Mukavele yahut Siyasi Hukukun Düsturları, 1762] adlı eserini verdi: “Bu kitap sizin, Bahtiyar Bey. Saklayınız. 15 yaşa bastığınızda okuyun. 20 ve 25 yaşlarınızda tekrar okumanızı salık veririm. Ben üç defa okudum. Birçok sayfada, yazdığım derkenarları göreceksiniz… Bahtınız açık olsun akıllı çocuğum.”

Atatürk’ün hediyesi, barış cephaneliği koleksiyonumun ilk parçasıydı.

“Sulh devrinde mühimmatımız mermi değil kitaptır, haksız mıyım?” diye cevapladı kitapsever mareşal.

***

Babam, Gazi’yi anlıyor muydu? Hiç sanmıyorum. Onunla nasıl konuşacağını bile kestiremiyordu: “Paşam, memleketteki tüm iyi şeyler sizin eserinizdir.”

Sarışın Kurt acı bir tebessümle başını iki yana hafifçe salladı: “Hakikat şu ki, halk bütün iyiliği benden bildiği gibi, bütün fenalıkları da bana yüklüyor.”

Annem, ona [ve elbette tüm kadınlara] seçme-seçilme hakkı veren adamın masasında hoşnut bir sükunetle oturuyor. Atatürk nazik ve hürmetkar bir ifadeyle onun hatırını sordu. Görünen o ki annem ve Gazi, siyaset-üstü bir mefhum [kavram] olan devrimciliğin çevresinde, birbirlerini kelimelere ihtiyaç duymaksızın gayet iyi anlıyorlardı. 1,5 yıl önce Büyük Meclis’e 17 kadın milletvekili girmişti; onlardan biri de annemin kuzeni Türkan Örs Baştuğ’du. Atatürk, Antalya Mebusu Türkan Teyzemin felsefe tahsili görmüş olmasından sitayişle [övgü] bahsederken bana göz kırptı. Benim felsefeye ve koleksiyona meyledişimde Atatürk’ün payı var dersem, sözüme inanınız.

Derken, Çanakkale Savaşı’ndan söz açıldı. Babam, Kemal Paşa’nın savaş taktiğinin mükemmelliğini ve ordusunu kahramanlaştırma kudretini methetti. Gazi Paşa dalgınlaştı, vahim bir hatırası canlandı sanki: “Bilemiyorum, Payidar Paşa” dedi “Biz Anafartalar’a bir darülfünun [üniversite] gömdük.”

Akşam sofrasında zeytinyağlıların yanında kırmızı şarap servis edildi. Annem içmedi, suyla yetindi. Bana kayısı nektarı sunuldu. Pederim, kadehini hafifçe kaldırarak “Şerefinize” dedi ve şarabını yudumladıktan sonra devam etti: “İçki insanı yumuşatıyor efendim.” Yalan. Payidar Kont’un en bariz vasfı katılığıydı. “Memleket sathında içki-evleri kurulsa, milletimiz dertlerini unutur ve rahata erer kanaatimce. Zât-ı âliniz bu hususta da cemiyete öncülük etseniz…”

Cumhurreisi sarma tabağına uzanırken, kendi kendine konuşur gibi cevapladı: “Bizim zevkimiz böyle oldu Paşa. Erken yaşta içkiye alıştık işte. Haddizatında yanlış yetiştirildik... aman, gençler böyle yetişmesin. Yani biz içki içiyoruz diye her köye bir meyhane mi açacağız azizim?”

Sinirli, saldırgan ve acımasız kimseler mahzun, alıngan ve küskün bir yedek kişiliğe sahiptir

***

O günün akşamı eve döndüğümüzde ailemizin komutanı beni odasına çağırdı, diz çöktürdü ve palaskayla sırtıma vururken saymamı emretti. 40’a kadar… Ata’ya saygısızlık etmişim güya: “Gidinin şımarık veledi!” Arkam silme kan içinde kalmıştı. “Cezadan yırtacağını mı sandın!” Salya sümük ağlıyordum. “Anan gibi sen de yalancısın!..” Korkudan altımı ıslattığım için 10 darbe daha. “Sen benim başıma bela mısın, ha?!..”

Atatürk de subaydı babam da. İkisi de savaşın alevli çemberlerinden geçmişlerdi. Peki o böylesine yumuşakbaşlı ve mütebessimken babam neden gaddar ve zalimdi?

Istırabını öfkelenerek mi dizginliyordu?

Niye şiddet savurganı, şefkat cimrisiydi?

Öfkenin, diğer duyguları kısırlaştırdığını ve aklı gölgelediğini sezmiyor muydu?

Kendi kendinin başedilmez düşmanına dönüştüğünü nasıl göremez?

Asabiliğin ne kadar sıkıcı olduğunu farketmiyor mu?

Doğru zamanda, doğru kişiye, tam dozunda öfkelenmek her babayiğidin harcı değildir; bunu da mı idrak edemiyordu?

Her türlü mesuliyeti reddetmek manası taşıyan hiddet sayesinde özgür hissedecek denli budala mıydı?

Gazabının sebebi, kendinden şüphelendiğini [özgüvensizliğini] inkar ederken yaşadığı korku mu?

Ona “Korku öfkeye dönüşür, fakat aptallık dehaya dönüşmez” desem, çok kızar mı?

Yahut “Sinirli, saldırgan ve acımasız kimseler mahzun, alıngan ve küskün bir yedek kişiliğe sahiptir” desem?

Somurtkanlığının onu ciddiyetsiz kıldığından bihaber miydi?...

Öfke ve nefret yatışsa bile bunların getirdiği şartlanmalar, ifadelerde sürer. Ve bu, yozluğun direncidir.

Beni, babam hakkında bu kadar konuşturan şey de [ondan bana miras kalan] öfke. Halbuki size annemden bahsetmeliydim. Kocasının rezilliklerinin daimî mağduru, ketum şahidi Şefika Hanım’dan. O altın kalpli, açık zihinli, asil ve mazlum kadından…

Heyhat… Komedi de trajedi de zamanla hüzne, yani katlanılabilir çaresizliğe dönüşüyor.

Nietzsche “Babanızda hayır yoksa, kendinize bir baba bulmanız icap eder” yazmış. Ben de öyle yapacaktım: Ahmet Hamdi Tanpınar’ı babamın yerine koyacaktım.

Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER