© Yeni Arayış

Tanpınar'a Huzur Yok 41. Bölüm: Zinhar “Zinhar” deme

Kaderime kendimden, iç dünyamdan birşeyler katmaya bakıyorum. Yani sanatı seviyorum. Tanpınar’ı seviyorum.
 

Onların kellelerini yüzüp tuzladılar. 1365 tane kelle.

[EVLİYA ÇELEBİ]

 

İnsanlar ikiye ayrılır: Tanpınar’ı umursayanlar ve “Umursamıyorum” diye yalan söyleyenler.

Herkesin kaderi var. Ben kaderime kendimden, iç dünyamdan birşeyler katmaya bakıyorum. Yani sanatı seviyorum. Tanpınar’ı seviyorum.

Cambridge’nin gotik kuleleri ve servileri [bitkisel kuleler] arasında, envaiçeşit akislerle dolu sulak labirentlerde; yumuşak piyano, keskin keman seslerinin dağıldığı, Tudorlar’dan kalma lacivert sisin içinde gül gibi yaşayıp gidiyordum. Türkiye’ye Avrupa semalarından, Tanpınar merceğinden bakıyordum…

Lord Bertrand Russell’ın odasındayız. Üstadın İngilizce’ye ayaküstü çevirdiğim şiirlerini, Lord Russell’a aktarıyordum: “Sefalet ömrün en acı tecrübesi. Onun fırınında pişmiş olanların gurura hakları vardı.”

Russell “Hımmm” diyor “ilginç.”

“İnsanoğlu ferdiyetini ancak içinde yaşadığı cemiyetle idrak eder.”

“Cidden enteresan.”

“Zamanla, karısına bütün aksak taraflarını öğrendiği eski bir otomobil gibi alışmıştı. O istediği yerde durur, bazen hiç fren kabul etmez, vitesleri kendi kendine değiştirir, bazen doludizgin yürürdü. Sabih’in vazifesi bu eski makinenin bir kaza çıkarmasını önlemekti.”

“Orijinal!” Yazılarında insani idealleri ve düşünce özgürlüğünü savunması nedeniyle 1950 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Bertrand Russell, bir keresinde “Ticaretin yanı-sıra fikir ve sanatta da serbest rekabet lazım” demişti “Öyle olsa, Nobel’i Mister Tanpınar’ın alırdı; ben de boş kalan ellerimle onu alkışlamaktan sevinç duyardım.”

Çoğu kimse hakikati aramaktan bahseder; halbuki… hakikati bize itiraf verir. Onu güya aramayı bırakıp itiraf etmeliyiz. 

Lami Alem’e tutulmuştum. Lami benden 4 yaş küçük. O da Robert Kolej mezunu. Tahsiline Oxford’da devam ediyordu. Londra’daki centilmen kulüplerinden birinde tanıştık. Saf, pürüzsüz, duru bir oğlandı. Tavırlarında meleksi bir uysallık. Bense, şeytan derisinden ceket giyiyordum. Lami’yi ayartıverdim. Güya hovardalığı bırakacak, akademik çalışmalara zaman ayıracak, Türk Edebiyatının güzide eserlerini İngilizce’ye tercüme ederken, sanat koleksiyonumu genişletecek, neden olmasın, Soho’da müzeye benzer bir galeri açacaktım. Peh. Eşeğin kulağına Yasin okumak işe yaramaz. “Estağfurullah” dediğinizi duyar gibiyim. Lakin gerçek ortada. Çoğu kimse hakikati aramaktan bahseder; halbuki… birçok kallavi felsefe hocalarının rahle-i tedrisinden geçmiş bir amatör sıfatıyla söyleyebilirim ki, hakikati bize itiraf verir. Onu güya aramayı bırakıp itiraf etmeliyiz. Yani hakikatin peşinde dolananlar, maalesef yanılıyorlar, ağır adımlarla gerçeklerden kaçıyorlar zira ve muhataplarını da ister istemez aldatıyorlar; alaka ve hürmet görmek isteyenlerin teranelerinden kime ne fayda?

Konuyu dağıttım. Yazar değilim. Olup biteni elimden geldiğince, aklım erdiğince, dilim döndüğünce anlatıyorum işte.

Sibirya Kurdu Viktor Shiskin’le, sağını solunu unutmuş II. Cihan Harbi gazilerinin uğrak yeri Walking Waunded Club’da [Yürüyebilen Yaralılar Kulübü] karşılaştık. Kürsüde, Rusların millî şairi Aleksandr Puşkin’den [1799-1837] bir şiir okuyordu:

 

Kuzey madenlerinin kesif karanlığında

Gururlu sabrınızı yitirmeden bekleyin

Istıraplı çabanız olmasın asla heba

Ve mukaddes maksadı, masum niyetinizin.

 

Kara kaderin mazlum, bitap, kayıp esiri

Müşterek umudumuz, mülemma hücrenizde

Diriltecek elbette, mağlup yüreğinizi

Koşacağız yanyana serazat istikbale.

 

Kıracak aşk ve dostluk, zulmetin zincirini

Yetişip Hızır gibi derhal imdadınıza

Aşarak yıllar süren esaret gecesini

Bu şiir size nasıl uçarak ulaştıysa.

 

Yoldaş sevgiliniz ve sevgili yoldaşınız

Sıfatıyla bizzat ben yıkacağım duvarı

Bizi firaka yazan o meşum karanlığı

Vereceğim şimşekten keskin kılıcınızı!

 

Şiiri bana, gözlerimin içine, ruhumun merkezine bakarak okuyordu. Beni büyülemişti adeta. İtimat telkin eden tebessümüyle, zaten tanışıyormuşuz, hatta sırdaşmışız gibi yanıma sokuldu ve “Dante Gabriel Rossetti [1828-1882]” dedi “malumunuz, muhteşem bir ressamdı. Elimde onun bir deseni var, karısı Elizabeth Siddal’ı çizmiş. Görmek isterseniz Bahtiyar Bey…”

“İsmimi nereden biliyorsunuz?”

“Sanat muhitlerinde isminiz ağızdan ağıza hassas bir virgül gibi aktarılıyor sevgili dostum. Dahası, bilmelisiniz ki tevazunuz, şöhretinizi beslemekten başka işe yaramıyor. Eee, teklifime ne diyorsunuz?”

Huşu dolu bir şapşallıkla “Olabilir” dedim.

Bilmelisiniz ki tevazunuz, şöhretinizi beslemekten başka işe yaramıyor.

Konuşmasında Rus aksanından eser yoktu: “Rossetti aynı zamanda şairdi, siz daha iyi bilirsiniz. Uzun yıllar flört ettiği, ilham kaynağı Elizabeth’le 1860’ta evlendi. Üç sene sonra kadıncağız hakkın rahmetine kavuştu. Rossetti, Lizzie’ye duyduğu aşkın verdiği şevkle şiirler yazmıştı. Hem de defterler dolusu. Şiirleri, romantik bir jestle, karısının tabutuna koydu. Rubailer, soneler, gazeller komple mezara gitti yani. Zamanla kederi yatışan, matemi geçen Rossetti, 1870’te karısının kabrini açmak için belediyeden müsaade istedi. Cesedin saçlarına dolanmış sayfaları çıkardı ve 1 yıl sonra, büyük beğeni toplayan ilk kitabını neşretti.”

Viktor, babamın deyimiyle “Çehre züğürdü” fakat annemin tabiriyle “Saray mutfağından çıkma kaymaklı tatlı”ydı.

Onun beni prens nezaketiyle, şiirsel okşayışlarla, felsefi neşeyle cinai bir komploya ortak edeceği ve intihara sürükleyeceği aklımın ucundan bile geçmemişti.

Ah, nasıl da faka bastım. Halbuki gayet iyi biliyordum: İnsanlar ikiye ayrılır, yalan söyleyenler; “Yalan söylemem” diyerek yalan söyleyenler.

Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER