Tanpınar'a Huzur Yok 38. Bölüm: Karın tokluğuna muasırlaşmak
EDEBİYATMilleti biçareliğe sürükleyen içtimai ve ruhî düğümleri açmak için okuduğumuz romanda, yalnızca birtakım resimler buluyoruz maalesef.
Profesör Tanpınar, Edebiyat Fakültesi’nin eyvanından geçerken, talebeler iç-avluda, Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat’ın eserinin abidevi gölgesinde baharı adeta şakrak tebliğler ve cıvıltılı müzakerelerle, bir sempozyum gibi tecrübe ediyorlardı.
Vakur, emin ve şevketli [kudretli] hocamız; bir ilim mabedine yakışır ihtişamıyla, tarihî eserlere mahsus, kasvete çalan bir ciddiyet arzeden bu yeni fakülte binasının geniş merdivenlerinden ikinci kata çıkarken olgun çehresinde hikmetli bir tebessüm, her basamakta talebeleriyle ve meslektaşlarıyla selamlaşıyor.
Yüksek tavanlı, koca amfi tıklım tıklım. Her ne kadar kitapları neşredilmediği, eserleri okunmadığı için hüzünlense de, akademik cazibesine ve popülaritesine diyecek yok. Buyurunuz, biz de bir kenara ilişelim ve Tanpınar’ın Modern Türk Edebiyatı dersini dinleyip feyizlenelim.
İşte, kürsüye çıktı; sahnede devleşen bir aktör misali, mikrofonik sesiyle anlatıyor, bir kelimesini dahi kaçırmaya gelmez, hişşş…
Kıymetli dostlarım… Neşriyat bolluğuna rağmen, romanımız neden kısırdır? Türk insanıyla ve onun meseleleriyle alakadar; kendine mahsus bir havada, birbirine en uzak unsurlarını dahi bir bütünlük içine alabilmiş bir Türk romanı maalesef yoktur, lakin neden yoktur? Bizleri itiraf sahasına çeken bu tuhaf, acıklı, vahim vaziyetin sebepleri nelerdir?
Acaba yazıcılarımız dikkatlerini cemiyetimize değil, Garplı muharrirlerin eserlerinde buldukları yabancı âleme teksif etmişlerdir de ondan mı? Kimilerinin iddia ettiği gibi, romancılarımız, yabancı tesirine kendini bırakmış; benliğinden vazgeçercesine, fikrî ve hissî manada yurdundan kopmuş, samimiyet ve sahicilikten uzaklaşmışlar mıdır?
Kimileri de kabahati hayata atıyorlar. “Türk romanı yazılamıyor, zira hayatımız şekilsiz, dar ve kıvamsız” minvalinde konuşuyorlar. “Bir intikal [geçiş] devresindeyiz. Tarihe tutunamadık. Cemiyetimiz de ferdimiz de vasıfsız. Bu şartlarda kuvvetli romancı, sağlam roman çıkması mümkün değildir” diyorlar.
Ortada bir tuhaflık var. Zira herhangi bir romanı okuduğumuzda Anadolu veya İstanbul manzaraları görüyoruz. Vakalar burada, yanımızda yöremizde cereyan ediyor. Kişilere bakıyoruz, Türk. Yaşayış, bu coğrafyanın bildik yaşayışı. Hülasa, romanımızda, ahengi ve tezatlarıyla bu memleketin insanı, bu memleketin peyzajında, buranın diliyle kendi hazin veya mesut macerasını yaşıyor. Daha ileri giderek söyleyebiliriz ki Türk romanı hayatımızda ve gazetelerde yer tutan meselelerin hemen hepsini kaydetmiştir. Başka memleketlerde yeni yeni beliren köylü romanı bile bizde mevcut. Kadın-erkek meselesi, cehalet meselesi, yenilik meselesi, fikrî fukaralık meselesi, tembellik, müessesesizlik, bağnazlık… Bütün bunlar bizim romanlarda var. Demek ki Türk romanı günlük yaşayışımızla alakadar.
Milleti biçareliğe sürükleyen içtimai ve ruhî düğümleri açmak için okuduğumuz romanda, yalnızca birtakım resimler buluyoruz maalesef.
Öyleyse, romanımızı noksan, kifayetsiz, cazibeden mahrum, etkisiz, yararsız kılan sebepler neler?
Realiteyi ancak ve ancak roman zemininde yansıyan türdeki, mütekamil [gelişkin] haliyle yakalayamamak! Türkiye’deki hayatın darlığını ve sığlığını neden – sonuç ilişkileri içinde genişlemesine ve derinlemesine anlayan, anlatan romanı arıyoruz. Onu bulabilirsek, bir çözümden yahut çözümlemeden fazlasını kazanacağız muhakkak. Milleti biçareliğe sürükleyen içtimai ve ruhî düğümleri açmak için okuduğumuz romanda, yalnızca birtakım resimler buluyoruz maalesef.
Garp tesirine gelince… “Romanı onlardan öğrendik” diyebiliriz pekala. Maksadımız polemik yahut münakaşa değil. Ve sakince durup genişçe düşünürsek… bir sanat hareketinin başka bir dil ve âlemin tesiriyle doğmasında tuhaflık yoktur. Her devirde, her milletin edebiyatında, hariçten gelen bir aşının sıhhatli bir yeniliğe, sağlamlaştırıcı bir değişime yol açtığı görülür. Mesela… Dostoyevski’ye bakalım. Cürüm ve Ceza’daki, Karamazovlar’daki kahramanlar, Balzac’ın ve Stendhal’in eserlerinden ilhamla kurulmuş görünmektedir. Gelgelelim Dostoyevski ve diğer bellibaşlı Rus muharrirler, romanı modernliğin bir mamulü olarak değil, modernliği kuran bir temel taşı olarak ela aldılar, yerliyerine oturttular. Tolstoy, her sabah Fransız romanlarını Rusça’ya tercüme edermiş. Besbelli bu işe roman sanatının şifrelerini çözmek için girişmişti.
Yabancı tesiri… Burada ehemmiyetli kelime ne yabancı ne de tesir. O takdirde neden bahsediyoruz?! Romandan. Dikkatimizi romana teksif etmeliyiz aziz dostlarım. Şuurla, ihtimamlı tahlillerle kendi zihin âlemimize uyarlamak suretiyle tahsil edeceğimiz şey roman bilgisi, roman-bilimdir. Yabancıyı ve tesiri dile dolayarak, basmakalıp bir lakırdıyı tespit sanarak, asıl meseleyi gözden kaçırıyoruz.
Kültürümüzde bir inşa, tazelenme, terakki fonksiyonu icra etmek yerine, münevveri bocalatan, sanatkarın millî ve ferdî manada karakterini solduran, kontrol edilemeyen, ölçülemeyen, sonuçları hesaplanamayan vetireler; mugaddi [besleyici] olmaz yani karın tokluğuna muasırlaşmakla iktifa ederiz yahut da bizleri oyalar, bozar, zarara uğratır ki bu aynı zamanda beşeriyetin ancak bizim onlara sunabileceğimiz hediyelerden mahrum kalması manasına gelir.
Acaba meramımı netlikle ifade edebildim mi? İlham alırken bir aceminin teslimiyetiyle değil, bir dâhinin dikkatleriyle ilerlemeyi teklif ediyorum. Bir şaheser karşısında münfail [edilgen] donukluğuna düşmemekten, fail [özne] vasfını koruyabilmekten yanayım. Zira bizim de mesuliyetimiz cezbetmek, etkilemek ve hayranlık ve şükran hisleri uyandırmaktır.
Muharrirlerimizin muvaffak olamayışlarının sebebi Garp tesiri değildir. Sanatlarında muvaffak olamadıkları için Garplı muharrirlerle münasebetleri böylesine göze çarpmaktadır. Dostoyevski ve Tolstoy’un Garp’tan neler aldıkları dikkat çekmiyor bile…
Bir sual daha zihnimizi kurcalamalı: Acaba, Garplı muharrirlerin eserlerini, onların üstümüzdeki tesirlerinden şikayet edecek kadar okuyor muyuz?
Velhasıl 1- “Türk romancısı, memleket meselelerimize alakasızdır” diyemeyiz. Lakin bu alaka bizi peşinden sürüklemiyor; sari [sirayet edici] değil. Türkiye’nin gündemini belirleyen, yönünü ayarlayan, ufkuna yeni ışıklar serpen bir romandan bahsedemiyoruz. Dahası, bu noksanımızı görüp dert eden de yok maalesef.
Şuurla, ihtimamlı tahlillerle kendi zihin âlemimize uyarlamak suretiyle tahsil edeceğimiz şey roman bilgisi, roman-bilimdir.
2- Bizim problemimiz “Garp tesiri” değildir. Hatta dâhilerin münasebetleri çerçevesinde işleyen birtakım tesirlerin faydasından mahrumuz ne yazık ki. Mevcut sığlığın ve kısırlığın sebebi taklitçiliğimizden maada [öte], romanın mahiyetine ve fonksiyonlarına dair cehaletimizdir.
3- Eser katına yükselmemiş metinlerin samimiyetsizliğinden bahsetmekte bir mana göremiyorum. Dahası, hatalarla malul, bütün iplerini görünen, sakatlıklarını ve zaaflarını gizlemeyen bir roman ziyadesiyle samimi sayılmalıdır. Benim sanatsal samimiyetten anladığım ise şudur: Büyük muharrirlerin birinci vasfı olan sirayet kudreti.
4- “Türk romanı yazılamıyor, zira hayatımız şekilsiz ve kıvamsız” diyenlere de kanaatimce şu cevabı verebiliriz: Tam da hayatımızın şekilsiz ve kıvamsız oluşunu bütün veçheleriyle vermeye girişerek mükemmel romanlar yazılabilir. Hayatımız dardır, karışıktır, meşakkatlidir… İyi de bu hayat vardır nihayet, onu yaşıyoruz! Nefret ediyor, ıstırap çekiyor, ölüyoruz. Bir romancıya bu kadarı yetmez mi? Bir tek insanın kedere boğulduğu yerde romanın söyleyeceği çok şey vardır.
Şimdi, sevgili arkadaşlar, dersimizin sonunda size bir soru; üzerinde düşününüz: Acaba hakikaten esaslı bir romanımız olsaydı, bunun farkına varır mıydık?
Tanpınar, sorusunun cevabını almak için değil de, algılanıp algılanmadığını anlamak üzere, amfiyi dolduran kalabalığı gözleriyle taradı. Sualinin hazır ve kısa bir cevabı olmadığını gayet iyi biliyor zira. Selama benzer bir hareketle başını eğdi ve kürsüden inerek açık kapıdan çıktı.
* Tanpınar çizimi: Hakan Karataş
Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️
İlginizi Çekebilir