© Yeni Arayış

Tanpınar’a Huzur yok 1. Bölüm

“Beyler…” deyip sustu Tanpınar Muhafızı. “İyice kâni oldum ki her ikiniz de dâhi bir edibe hürmet duymak bir yana, onu küçümseme cüreti gösteriyorsunuz.”

“Her Ahmet Hamdi, Tanpınar değildir.”

Genç adamın sesi gayet yumuşak, tavırları ziyadesiyle kibar, eli yüzü kusursuzluk derecesinde düzgün; öyle ki, insana “Nihayet hayatıma girdin yakışıklı!” dedirtir.

İstanbul Türkçe’sini bir şehzadenin ağzından konuşuyor adeta. Gri, kaşe paltosunun eteği her adımda dalgalanıyor. Başında ‘coppola’ kasket. Ellerinde Chevignon marka siyah deri eldivenler.1959 senesi, Mart ayının ortaları. Üç adam gece vakti, Kuledibi’nde, Karaköy’e doğru yürüyorlar. Kirli naylon karanlığı. Kaldırımlarda, duvarlarda çiğ ‘hayalet gölgeleri’ oynaşıyor.

Adamlardan biri fötr şapkalı. Kabanının yakası kürklü. İnce bıyığı yarı yarıya ağarmış. Ata mesleğini sürdürüyor: Bezzaz [kumaş tüccarı]. Mebusluktan mütekait [emekli]. Fî tarihinde manzumeler yazmış. Kendini ‘şair’ diye tanıtıyor. Birkaç şiiri bestelenmiş.

Öbürü, papyonu ve sivri sakalıyla, iyi dans eden birine benziyor. Şair mebusun müşaviriymiş. Asıl işi fıkra [köşe yazsısı] muharrirliği [yazar]. Ulusal bir gazetede haftanın iki günü tarz-ı hayat, adab-ı muaşeret, meşhur şahsiyetlerin hususiyetleri gibi konulardan dem vuruyor.Kasketli, diğerlerinden genç. 33 yaşında. Bebek yüzlü, meleksi bir centilmen. Gözleri, hukuk terazisinin kefeleri sanki; bakışlarıyla adalet dağıtıyor. Variyetli bir ailenin vârisi.

“Siz de amma mübalağa ediyorsunuz mirim. Andığınız muhteremi mebusluk yıllarından tanırım. Meclis’e adımını atmazdı. Bir de... ne bileyim, biraz…”

“Biraz ne?”

“Hımbıl mı desem, kaknem mi, suratı sirke satan bir zattı.”

“Bırakın efendiler şimdi Tanpınar’ı. Şu Moskof dilberleri nasıl nur saçıyorlardı! Siz bin yaşayın azizim. Sayenizde gözümüz gönlümüz şenlendi. Kulağımızın pası silindi. Fransızca şarkısına bayıldım. Neydi?..

J’ai le cœur aussi grand
Qu’une place publique
Ouvert à tous les vents
Voire à n’importe qui
Venez boire chez moi
Trois fois rien de musique
Et vous y resterez
Comme en pays conquis*

“Felekten gece çalmak diye buna derim ben!”

İşret âlemi dönüşü laklak ederlerken ‘Tanpınar’ adı geçince eldivenli beyzade had safhada ciddileşiyor. Papyonlunun sözünü duymazdan gelip eski mebusa soruyor: “Huzur’u okudunuz mu?”

“Cumhuriyet’te tefrika edildiği dönemde bazı bölümlerine göz attım. Fikrimi açıkça söylememe müsaade var mı?”

“Rica ederim, buyurunuz.”

“Ber-bat! Roman demeye bin şahit lazım!”

Sivrisakal söze karıştı: “Azizim, alın benden de o kadar! Proust’un ikinci sınıf bir taklidi! Tahammülfersa [dayanılmaz] bir müsvedde. Yahu bendeniz bu bahsettiğiniz Tanpınar nâm şahsı az çok tanırım. En yakınlarının ona taktığı lakabı işitmişsinizdir.”

Eldivenli centilmen: “Sakın! O kelimeyi duymak istemiyorum. Kanaatimce sizin ağızınıza da yakışmaz.”

“Beyefendi, mevzuyu zât-ı âliniz açtınız. Hoşnor sarışın afetlerden konuşmak varken”

“Kırtıpil!” diye atıldı tüccar şair. “O pejmürde, sünepe, tıknefes herife herkes böyle söyler. Haklılar!”

VINK! Adamımız hançeri vargücüyle fırlattı. Karanlıkta parıldayarak dönen bıçak, eski mebusun ensesine saplandı. “Hıaaaaagh!” İhtiyarın hırıltılı çığlığı rüzgarda dağıldı. Yüzüstü yere kapaklanıp, buzlu merdivenlerden aşağı 8-10 metre kayarak sürüklendi. Hâlâ can çekişen gazetecinin boğazında birleştirdiği elleri kan içindeydi.

Gencin sesinde teessür ve rest üstüste binmişti: “Sizi, bir edebiyat dehası hakkında böyle konuşmaktan men ederim efendi!”

“Ne?! Edebiyat dehası mı?!” Fötrlü ihtiyarın gözleri hayretle açılmıştı. “Peh! Üstüme iyilik sağlık! Yahu bu Tanpınar denen adam komünist bir kere! Kendi okul arkadaşı ihbar etti! Başbakan Menderes’e de iyi gözle bakmadığı malum. Bir de muhafazakar havasına bürünmüyor mu, tam anasının gözü vallahi! Adnan Menderes ki, daha birkaç hafta evvel Londra’da uçak kazasından sağ kurtuldu. Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle. Siz ise başvekile hoş bakmayan tıksırıklı, kıtıpiyos, yanardöner bir muşmulayı yok yere göklere çıkarıyorsunuz!”

Genç, derin bir nefes alıp “Sizi ikaz etmiştim” dedi sakince “o kelimeyi telaffuz etmeniz hoş olmadı.”

Adamların yanından geçen bir sokak köpeği, bir an durup ne konuştuklarını anlamaya çalışır gibi onlara baktı. Sonra yoluna devam edip dumanlı karanlıkta kayboldu.

Etraf tenhaydı. Hatta ıssız. Saat geceyarısını çoktan geçmişti. Yerler ince buz tabakasıyla kaplı. Yağmur dinmiş fakat nemli, soğuk bir rüzgar, İstanbul’u hakimiyeti altına almıştı. Kemikleri sayılan ağaçlarda birkaç kuzgun silueti.

“Ben de şiir yazıyorum, edebiyattan anlarım. Büyük Meclis’te bulundum. Politikanın göbeğinde. Mezkur şahsın kitapları neşredilmiyor bile. Siyasetten anlamadığı ortada. Edebiyat kürsüsüne de Hasan Âli Yücel’in himmetiyle tayin edildi. Sizin gibi mümtaz bir beyzadenin böylelerine itibar etmesini garipsememi mazur görünüz.”Papyonlu muharrir atıldı: “Şairliği şaibeli, romancılığı meşkuk, siyaseti safsata! Ne lüzum var, entipüten profesöre, lakaydi hazretlerine boşverin gitsin!”

“Siz, onun aleyhine bir yazı yazmıştınız.”

Sivrisakal “Evet. Aynen öyle. İyi hatırladınız. Beş Şehir adlı kitabını tenkit etmiştim” dedi çakırkeyif gülüşle.

Yokuşta merdivene dönüşen kaldırımda durdu genç adam. Ve fötrlüye döndü: “Siz de Tanpınar’a Meclis kürsüsünden hakaret ettiniz.”“Müstahak!” diye ünleyip hıçkırdı öteki.

Üçü öylece dikilirken birbirlerine baktılar. Papyonlu, soğuğu bedeninden kovmak ister gibi silkindi. İhtiyar şişmandı. Görünen o ki pek üşümüyordu. Suratına mutlu bir sırıtış yerleşmişti.

“Beyler…” deyip sustu Tanpınar Muhafızı. “İyice kâni oldum ki her ikiniz de dâhi bir edibe hürmet duymak bir yana, onu küçümseme cüreti gösteriyorsunuz.”

“Gene mübalağa!”

“Hem de ne mübalağa? Neymiş meğer şu Tanpınar! Hey Allah’ım!”

Genç adam, birdenbire paltosunun altından bir Venedik hançeri çıkardı. İki yoldaşı şaşalayıp kalakaldı. Beriki, hançeri, gazetecinin papyonu ile sakalı arasından ZIMP! diye boğazına sapladı! Püsküren kan, tonton şairin açık ağzına ve gözlerine doldu. Bizimki hançeri geri çekince, gazeteci olduğu yere devrilirdi. Ötekiyse yokuş aşağı tıngır mıngır kaçarken yağlı gövdesi lömbürdüyordu.

VINK! Adamımız hançeri vargücüyle fırlattı. Karanlıkta parıldayarak dönen bıçak, eski mebusun ensesine saplandı. “Hıaaaaagh!” İhtiyarın hırıltılı çığlığı rüzgarda dağıldı. Yüzüstü yere kapaklanıp, buzlu merdivenlerden aşağı 8-10 metre kayarak sürüklendi. Hâlâ can çekişen gazetecinin boğazında birleştirdiği elleri kan içindeydi. Genç adam soğukkanlı adımlarla ihtiyara yaklaştı. Hafifçe eğilip ensesindeki hançeri çekip aldı. İhtiyar, ölmüştü bile. Bıçaktaki kanı, maktulün kabanının kürküne sildi. Birkaç basamak çıkıp muharriri kontrol etti: Hayretle çarpılmış suratından ve asma dalları gibi bükülmüş ellerinden ölümün canlılığı ve tazeliği aksediyordu.

Uzaklardan bir köpeğin boğuk uluması duyuldu. Astronomik bir çatal gibi İstanbul’a saplanan şimşeğin ardından, Mikail’in azarı gökgürültüsü duyuldu ve karanlık bir ton daha koyulaştı. Tanpınar muhibbi [seven, dost], yüzünde dingin bir tebessümle yokuş-aşağı yürüyordu

---

* Gönlüm gayet engindir
Bir kent meydanı kadar
Tüm rüzgarların birden estiği yahut
Herhangi bir rüzgârın.
Evime gel içelim
Sızarken çok az müzik
Ve sen aşkım orada kalacaksın ebedi
Fethederek aldığın ülke misali 

 

Tefrikanın tüm bölümlerini okumak için yukarıdaki görsele tıkla ☝️

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER