Suriye’nin hatırlattıkları
DIŞ POLİTİKASuriye’de HTŞ Şam’ı ele geçirdiğinde herkes biliyordu ki bu bazı büyük devletlerin anlaşmalarının bir sonucuydu. Ne Uygurlar ne Çeçenler ve ne de Özbekler Suriye’de bir “devrim” yapmak için savaşmıyordu. Öyle olsa kendi ülkelerindeki diktatörlere karşı savaşırlardı. Suriye onlar için bir ganimet ve avlanma sahasıydı.
Dürziler İsrail koruması altına girdiler. Türkiye Kobani’de yaptığı hatayı tekrarlar ve Alevilerin koruyucusu rolünü üstlenmezse Alevilerin de aynı yola girmesi pekâlâ muhtemeldir. Söz konusu olan candır. Bu durumun Türkiye’yi bundan sonra rahat nefes alamaz bir noktaya getirebileceği yerlere varması olasıdır.
Yabancı olmadığımız bazı söylemler vardır.
Bunlardan biri İslam tarihçilerince ve ilahiyatçılarca sıkça kullanılır. Bir akademik yaklaşımın ürünü değildir fakat. Mevcut toplumsal düzen hiçbir sorun yokmuşçasına sürüp gitsin diye ortaya atılır. Bir nevi halının altına süpürme hadisesidir.
Şu cümlede billurlaşır.
“1400 yıl önce olmuş acı hadiseleri bugüne taşımanın hiç kimseye bir faydası yoktur.”
İkincisi ise daha “laik” kesimlerce kullanılır ve bunda sık sık ırkçı ton ortaya çıkar.
“1400 yıl önceki Arap iç savaşının bizimle ne ilgisi var?”
Her iki söylem de saf siyasi ve muhafazakâr söylemlerdir. Kaygıları belirgindir. “Aman toplumsal bir gerginlik çıkmasın!”
Oysa en büyük toplumsal gerginlikler farkların örtülmeye çalışılmasından çıkar çünkü aslında var olan güçler dengesini korumaya hizmet ederler. Yani Türkiye örneğinden kalkarsak, İslam’ın ilk dönemlerinde yaşananları atlarsak onları ele almadan ve ne olup bittiğini anlamadan değerlendirirsek tamamen Sünni paradigmaya hizmet etmiş oluruz. Çünkü bu ilk dönemde olanlar İslam’ın “ne olduğuna” ilişkin çatışmalardır.
İki farklı “din” İslam adına karşı karşıya gelmiş, bunlardan biri yoğun dünyevi karakteri ile karşılaşmayı kazanmış, diğeri yenilmiştir. Kazanan her ne kadar diğerini yok etmek istese de bunu başaramamış ve Ali Dini de Muaviye Dini de bugünlere gelmiştir. Her ikisi de çeşitli farklı gruplara, meşreplere ayrılmıştır zaman içinde. Ortaya çıkan, en genel hatlarıyla nerede ise farklı iki dindir. Tümüyle farklı iki “İslam”. Hristiyanlarda bu net bir tanım içerir. Mesela bir Katolik Protestanlıktan bahsederken “Protestan Religion” terimini kullanır, yani Protestan Dini. Bu diğeri için de geçerlidir. Üstelik birbirlerini Hristiyan başlığı altında kabul ettikleri de pek söylenemez. Biz onları ortak başlık altında algılarız. Bu söylemleri geliştiren İlahiyatçılar yahut laikler 1400 yıl önce yaşananların çok benzerleri 2025’te ortaya çıktığında bu iki farklı dinin inananlarına sanki ilkel kabileler dövüşüyormuş da saçma sapan bir kavga veriyorlarmış gibi küçümseyerek hatta aşağılayarak bakarlar. Onlara göre kendilerini hiç ilgilendirmeyen absürt bir savaş vardır ortada. Şu ya da bu tarafta yer almak gibi bir sorunsalları yoktur çünkü bu tarihte kalmış aptalca bir çatışmadır. Peki tarihte kalmışsa niçin 2025’te tekrar ortaya çıkmıştır? Tarih boyunca neden yüzlerce kez ortaya çıkmış ve neden gömülememiştir? Çünkü aslında birbirine neredeyse tamamen zıt dünya görüşleri ve yaşam biçimleri çarpışmaktadır. Bu farkları inşallah yakında çıkacak “İmam Ali ve Kutsal” adlı kitabımda uzun uzun ele aldım şimdi bu yazıda ayrıntılara giremem. Ama mesele hepimizin yaşamlarını yakından ilgilendirecek bir tartışmadır. Hala diri ve yakıcı bir tartışma. Zihnimizi oluşturan sembolik yapılarla ilgili bir tartışma. İnsanı hayvandan ayıran sembolik yapılar oluşturma yeteneğidir ve bu sembolik yapılar sembolik gerçekler oluşturur. Bu gerçekler çatıştığı içindir ki durmadan tazelenir, yenilenirler.
Suriye’de HTŞ Şam’ı ele geçirdiğinde herkes biliyordu ki bu bazı büyük devletlerin anlaşmalarının bir sonucuydu. Ne Uygurlar ne Çeçenler ve ne de Özbekler Suriye’de bir “devrim” yapmak için savaşmıyordu. Öyle olsa kendi ülkelerindeki diktatörlere karşı savaşırlardı. Suriye onlar için bir ganimet ve avlanma sahasıydı. Kendilerinden olmayanların malları ganimet, kadınları ve çocukları ise onlar için bir avdı.
Kendi gerçekliklerini dayatan otoriter dinsel yapılar yahut kendi örtük ya da açık pozitivizmlerini dayatan laik yapıların bu gerçekliklerin çatışmasının tekrarlanmasını anlamaları mümkün olmamaktadır. Aslında selefiliğin vahşileşmiş halde ortaya çıkışı ve öte yandan şeklen Batılılaşmaya çalışan Suudilerin Muaviye dizileri filan yapmaya başlamaları İslam üzerinde petro dolarlarla kurdukları hegemonyanın sarsılmasıyla paralel gelişmiştir. Arap sünniliği içeriden pek çok tartışmaya konu olmaya uzun süredir başlamış, Araplar arasında mevcut İslam’larına eleştiriler artmıştır.
Suriye’de taraflardan birinin İslam Devleti isterken diğerinin farklılıkların bir arada yaşadığı bir ülke istemesi tesadüf değildir. İmam Ali, en az bugünkü selefiler kadar vahşi olan Hariciler ortaya çıktığında onların söz söyleme hakkına karşı çıkmamış, Beytülmal ’den iaşelerini dahi karşılamıştır. Ancak onlar Müslümanları öldürmeye başladığında Nehrevan’da onlarla savaşır. Kaldı ki bu savaşta dahi Ebu Eyyub el Ensari’ye bir bayrak verir ve bu bayrak altına gelenlere dokunulmayacağını ilan eder.
Suriye’de HTŞ Şam’ı ele geçirdiğinde herkes biliyordu ki bu bazı büyük devletlerin anlaşmalarının bir sonucuydu. Ne Uygurlar ne Çeçenler ve ne de Özbekler Suriye’de bir “devrim” yapmak için savaşmıyordu. Öyle olsa kendi ülkelerindeki diktatörlere karşı savaşırlardı. Suriye onlar için bir ganimet ve avlanma sahasıydı. Kendilerinden olmayanların malları ganimet, kadınları ve çocukları ise onlar için bir avdı. Bu sözde devrime başlar başlamaz İslamcıların alkış tutması anlaşılır bir şeydi fakat hala ne olup bittiğini anlayamayan liberal ve hatta bazı sosyalistlerin balıklama atlaması inanılmaz bir aymazlık gösterisi olarak tarihe geçecektir.
Şimdi akan kanların baş sorumluları arasında yerlerini almışlardır. Esad’ın vahşeti -ki bu satırların yazarı defalarca eleştirmiştir- bugün olanların mazeretini teşkil edemez. O vahşeti mazeret olarak ileri sürenler sonu gelmez kan davalarını davet etmektedir ancak.
Aleviler içinse bu dönem bütün iç tartışmalarını ertelemenin, Arap, Kürt, Arnavut vs bölünmelerinin önemi olmadığını görmenin zamanıdır. Sosyal ağlarını geliştirmeli, her türlü baskıya ortaklaşa karşı çıkmalarının zamanıdır.
Görünen odur ki Suriye diye bir ülke kalmayacaktır. Aslında bu durum “devrimin” Colani’ye teslim edilmiş olmasıyla baştan beri istenenin bu olduğunu ortaya koymaktadır. Suriye Arap Milliyetçiliğinin beşiğidir. Bu ülkenin halklarının yukarıda adlarını verdiğimiz Suriye ile hiçbir gönül bağı olmayanlarca yönetilmesini kabul edeceğini düşünmek en azından aptallık olarak adlandırılabilir. Bütün bu güçlü devletler aptal değilse ki değillerdir, baştan beri Suriye’nin bölünmesine karar verilmiştir.
2011 yılında bir “devlet büyüğüne” bu savaş çok uzun sürer ve en kötü ihtimalle Suriye bölünür dediğimde “Normali bölünmesi değil midir?” cevabını aldığımda hayli şaşırmış ve konuşma ısrarımı yitirmiştim.
Dürziler İsrail koruması altına girdiler. Türkiye Kobani’de yaptığı hatayı tekrarlar ve Alevilerin koruyucusu rolünü üstlenmezse Alevilerin de aynı yola girmesi pekâlâ muhtemeldir. Söz konusu olan candır. Bu durumun Türkiye’yi bundan sonra rahat nefes alamaz bir noktaya getirebileceği yerlere varması olasıdır. Bundan sonra mesele olaylara en zayıf halinde yakalanan Türkiye’nin, sahneyi biçimlendirecek olan ABD ve İsrail’den hangi tavizleri alabileceği meselesidir. Hamaset kolay, gerçekler acıdır. Türkiye akıllı davranmak zorundadır. Bu aklı önce kendi iç politikalarından başlayarak ve Alevileri katliamdan koruyarak gösterebilir.
Aleviler içinse bu dönem bütün iç tartışmalarını ertelemenin, Arap, Kürt, Arnavut vs bölünmelerinin önemi olmadığını görmenin zamanıdır. Sosyal ağlarını geliştirmeli, her türlü baskıya ortaklaşa karşı çıkmalarının zamanıdır.
İlginizi Çekebilir