Suriye herkesin gündeminde…
DIŞ POLİTİKATürkiye, Suriye’nin toplumsal mühendisliğine soyunmaya hiçbir zaman talip olmamalı, hele siyasi İslam denilen ve İhvan ekseninde vücut bulan iflas etmiş siyasi modellere de katiyen referans vermemeli. Suriye, Esad rejimi sırasında ve öncesinde gayet “laik” bir işleyişe sahipti. Demokrasi, halk idaresi, hesap verilebilirlik, şeffaflık gibi unsurlar olmayınca “laik” olmanın da bir işe yaramadığı ortaya çıkıyor. Buradan hareketle, Suriye’nin laik yapısını tarihe gömecek bir tavır da son derece tehlikeli ve verimsiz olacaktır.
Suriye’de son gelişmeler, “diktatörlükler nasıl çöker” sorusuna verilebilecek ilginç örneklerden birini oluşturuyor. Esas olarak Esad ailesinin, çevresinin ve Baas Partisinden arda kalanların temsil ettiği rejim, bundan 11 yıl önce çökmüştü. Ancak Rusya Federasyonu ve İran, doğrudan iç savaşa dahil olarak rejimi bir şekilde ayakta tutmayı başardılar. Birkaç kez kullandığım bir benzetmeyi tekrarlamakta beis görmüyorum: Başar el Esad, bir zombi (yaşayan ölü) rejimi haline gelmişti. Suriye’nin sadece bir kısmını elinde tutabilen, elinde tuttuğu kesimlerde de herhangi bir iyileştirme yapamayan, sadece Rus hava üstünlüğü ve istihbaratı ile İran Pasdaran savaşçılara ve danışmanlara güvenen rejim, kendisini ayakta tutan payandalar çekilince nerede ise kurşun atmadan teslim oluverdi. Esad’ın güvenebileceği ve operasyon kapasitesi olan yaklaşık 20-25 bin askerden söz edilirken, ikinci Irak savaşında olduğu gibi çoğunluğu zorla askere alınmış genç insanlardan oluşan birlikler kendiliğinden dağıldı, üniformasını ve silahını bırakan askerler evlerine geri döndü.
Bu denli dağılmanın temel nedeni muhakkak Rus hava üstünlüğünün ve istihbaratının devreden çıkmasıydı. Rus hava kuvvetleri, İHA’ları ve hattâ uzaydan yapabildikleri tarassut faaliyetleri ile Esad kuvvetlerini önceden haberdar ederek, muhalif birlikleri ve yerleşim merkezlerini bombalayarak rejimin yenilmesini gayet başarılı biçimde erteleyebiliyorlardı. Bu koruma sistemi bir anda devreden çıktı. Bizlere bir an gibi gelen bu süreç, mutlaka hazırlanmış ve adım adım gerçekleştirilmiş olmalı, ne var ki büyük bir askeri güce sahip olmak, aynı boyutlarda stratejik ve taktik akla sahip olmayı beraberinde getirmiyor. ABD’nin herkesi hayretler içinde bırakan Afganistan çekilmesini andıran biçimde Rusya, sadece Tartus’ta deniz üssü ve Lazkiye civarındaki hava üssünü elinde tutarak tamamen çekiliverdi. Bu çekilme o denli hızlı gerçekleşmiş olmalı ki az sayıda Rus askerinin bazı mevzilerde unutulduğu Batı medyasınca aktarıldı.
Hava üstünlüğü ve istihbarat sistemleri olmayınca, İran da kendi temsilcilerini çekmek zorunda kalınca artık istihbaratı, hava üstünlüğü ve savaşma azmi olmayan rejim kuvvetleri, neredeyse buharlaşarak bütün kentleri, mevzileri ve ulaşım yollarını HTŞ kuvvetlerine teslim etti. “Savaşmadan düşmez, büyük sokak savaşları olacak” denilen Humus ve Şam, saatler içinde teslim oldu. Beşar Esad son anda Rusya’ya kaçtı, muhtemelen diğer rejim önde gelenleri ve üst düzey komutanlar da onu beklemeden başka ufuklara yol almışlardır.
Buraya kadar bütün analizler benzer anlatıya sahip. Olan biten zaten büyük ölçüde ortada, bu denli hızlı bir değişim beklemeyen Suriye halkı da, 55 yıllık baskının ertesinde sokaklarda bayram yapıyor. Korkunç bir iç savaş sonrası barış ve asgari özgürlük isteyen Suriye halkının bu feveranı yabancı gözlemcileri her nedense şaşırtmış görünüyor.
Şimdi cevabı olmayan sorulara gelirsek, Suriye’de Rusya düzeyinde istihbarat yapabilen, hattâ bunu Rus Silahlı Kuvvetlerinden çok daha iyi yapabilen tek kuvvet var, o da Amerika Birleşik Devletleri… Rusya’nın bir anda çekildiğini HTŞ’ye haber ileten ABD mi oldu? ABD yetkilileri bunun Türkiye tarafından yapılmış olabileceğini satır aralarında ima etmekteler. Türkiye’nin böyle bir istihbari gücü olduğu düşünülmüyor, olsa dahi bunca yıldır Suriye iç savaşını takip eden bir ülke olarak böylesi bir blöf için aracı olduğu düşünülmemeli… Ama ABD aracılığıyla gelen istihbaratı HTŞ ve SMO ile paylaşmış olması da hiç imkânsız gibi durmuyor.
Bu gelişmeleri muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, ya da 30 veya 50 yıl sonra ABD arşivleri açıldığında gelecek nesiller öğrenir. Ancak bunun hayati bir önemi de yok. Çünkü Suriye’de Esad rejimi geri dönülmez biçimde yıkıldı. Şimdi halledilmesi gereken başka çetrefil sorunlar var.
Muhtemel bir HTŞ ve SMO iktidarının temel sorunu, bir “büyük ağabeylerinin” var olmayacağı, Suriye’nin acil ihtiyaçlarını karşılayabilecek “şok finans yatırımı” diyebileceğimiz bir kaynağın ufukta görünmemesi olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, ilk aşamada ve kısa vadede bu tür bir desteği vermekte çok zorlanır.
“ŞOK FİNANS YATIRIMI” UFUKTA GÖRÜNMÜYOR
Birincisi, işleyebilecek bir devlet yapısı ihya edilmesi veya yeniden kurulması, halkın yarısının ülke içinde veya dışında sürgün olduğu bir toplumda, bunun nasıl zorluklar yaratacağını tahmin etmek güç değil. HTŞ, “Cihatçı” geçmişinden ötürü uluslararası alanda şüphe ile yaklaşılan bir durumda bulunuyor. Şu ana kadar son derece ılımlı, yapıcı bir üslupla niyet beyanlarında bulunmuş olması, hakkındaki şüpheleri ortadan kaldırmış değil. Önümüzdeki haftalar ve aylar bu konuda yaşanacak gelişmelerle daha berrak görülebilecek bir yol haritası çizebilir. Muhtemel bir HTŞ ve SMO iktidarının temel sorunu, bir “büyük ağabeylerinin” var olmayacağı, Suriye’nin acil ihtiyaçlarını karşılayabilecek “şok finans yatırımı” diyebileceğimiz bir kaynağın ufukta görünmemesi olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, ilk aşamada ve kısa vadede bu tür bir desteği vermekte çok zorlanır. Asıl oynayacağı rol orta ve esasen uzun vadede olacaktır onu daha sonra açıklamaya çalışacağım.
İkinci önemli sorun, Kürt siyasi hareketi tarafından ele geçirilmiş olan bölgelerde merkezi hükümet ve silahlı kuvvetler oluşturulduktan sonra nasıl bir hükümranlık kurulacağı konusunda düğümleniyor. YPG adıyla Suriye’de örgütlenmiş olan Kürt siyasi (ve askeri) hareketi, 2011 yılından itibaren, yani Esad rejimine karşı ayaklanma başladığı ilk dakikadan itibaren muhalefetin yanında yer almayacağını açıkladı. Bunun çok ötesine giderek, Esad rejiminin yedek kuvvetleri olmaya soyundu ve bunu da istikrarlı biçimde sonuna kadar sürdürdü. Türkiye Cumhuriyeti ile muarız kamplarda olduğunu anladığında, Esad rejimi Kuzey sınırındaki askeri varlığını kışlalara çekerek bu bölgenin hakimiyetini YPG kuvvetlerine bıraktı. Haber kanallarında hepimizin seyrettiği gibi, YPG bu yörelerin yönetimini ellerini kollarını sallayarak ve Esad rejiminin davetiyle ele geçirdi. Geçirmekle de kalmadı, “kanton” adını verdikleri yerel özerk yönetim birimleri oluşturduğunu da açıkladı. Böylelikle Türkiye-Suriye sınırının bir anlamda YPG yönetimi tarafından ele geçirildiğini bir “oldu bitti” havasında hayata geçirmeye çalıştı. YPG/PYD güçleri hiçbir zaman Esad rejimine karşı savaşmadılar. Ancak ABD’nin saçma sapan siyaseti sonucu yeniden kurulan Irak “ordusu” Musul’da bir kurşun atmaksızın 60 bin kişilik bir kuvvetle yaklaşık 1100 IŞİD savaşçısından kaçarak tüm ağır silah ve zırhlı araçlarını geride bırakında, IŞİD bölgeyi ele geçirdi. Saddam Hüseyin döneminden kalan bazı elit tümenlerin ve subayların IŞİD güçlerine katılmasıyla konvansiyonel bir ordu imişçesine Suriye’nin kuzeyine ve Irak Suriye arasındaki geniş çöl bölgesine ve kentlere hakim oldu. Bu aşamada Türkiye, IŞİD güçlerine karşı yabancı topraklarda savaşmayı göze alamadı ve bütün direniş YPG savaşçılarına kaldı. YPG/PYD hareketinin bütün “saygınlığı”, tüm Batı dünyasının gözleri önünde IŞİD’e karşı savaşması ve nihayetinde bu savaşı kazanmasından kaynaklanır. PKK uzantısı bir siyasi/askeri hareket, bu sürecin sonunda hem ABD desteğine kavuştu hem de tüm demokrasi dünyası tarafından “özgürlük savaşçısı” ilan edildi. Türkiye, bu imge ile daha çok uğraşacağa ve ciddi baş ağrısı çekeceğe benziyor…
Esad rejiminin Türkiye ile sorun yaşadığı her aşamada “Kürt” kartını oynaması yeni bir şey değil. Öcalan senelerce Şam’da yaşadı, her diplomatik girişimde Suriye bunu reddetti, en sonunda 1998 yılında askeri yığınak yapılıp Kara Kuvvetleri Komutanı bölgeye gidince, Suriye Adana Mutabakatına giden anlaşma yolunu seçti ve Öcalan’ı (Türk yetkililerinin görebilmesi için) sınıra yakın bir noktadan uçağa bindirerek sınır dışı etti. Bu gelişmeleri takip eden süreçte, Hafız Esad vefat etti, yerine oğlu Beşar Esad bir dizi umutla geldi. Çok kısa sürede Beşar Esad’ın var olan baskıcı Baas rejimini sürdürmekten başka seçeneği olmadığı ortaya çıkacaktı. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti, bu aşamada Suriye’nin yanında oldu ve Suriye’nin “normalleşmesi” için ciddi bir tavır koydu. Suriye rejimi, özellikle Lübnan üzerinde kurduğu tahakküm neticesinde uluslararası planda “paria” muamelesi görürken, Türkiye başka bir geleceğe kavuşması için destek oldu. Suriye kuvvetleri Lübnan’dan çekildi. Bu süreçte, bugün itibarıyla değeri büsbütün ortaya çıkan bir “ekonomik iç içe geçme” stratejisi oluşturuldu.
Şu an itibarıyla, bölgenin içinde bulunduğu korku tünelinden çıkabilmesi için, uzakta görünen yegâne ışık da Türkiye girişimiyle oluşturulan bu ekonomik bütünleşme projesi olarak gözüküyor. Eğer iç savaş çıkmasa idi, 2011 yılı bittiğinde Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün, bir serbest ticaret bölgesi kurmuş olacaklardı. Daha bu girişimin ilk aşamalarında, Güney Doğu Anadolu kentleri başta Gaziantep olmak üzere inanılmaz bir ticaret ve ziyaret akınına uğradılar. Avrupa Birliği Tek Pazarı ile bir Gümrük Birliği içinde bulunan Türkiye, bu bölgenin makus talihini tamamen tersine çevirecek bir “yumuşak güce” sahip bulunmaktaydı. Hala da bu gücü kısmen elinde tutuyor. Özellikle Lübnan’ın içine düştüğü kaostan çıkabilmesi, Ürdün’ün gelişebilmesi, Suriye’nin yeniden inşası için bu tür bir ekonomik ve ticari dinamiğin yaratılması hayati bir önem taşıyor.
Türkiye’nin tek başına Suriye’deki yeniden inşa ve demokratik bir sistemin ihyası projesini gerçekleştirmesi mümkün değil. En başta HTŞ ve diğer grupların iktidarı nasıl şekillendirecekleri pek bilinmiyor. Üslupları ve açıkladıkları hedefler gayet akılcı, ancak nasıl ve ne kadar gerçekleşebilecek, zaman gösterecektir. Türkiye’nin attığı her adım, Arap ülkeleri tarafından şüphe ve düşmanca tutumla karşılaştığı için o cihetten, Katar hariç, fazla bir destek beklememek akılcı olur. Suriye Kürtleri ile yeni iktidarın nasıl anlaşacağı ayrı bir merak konusu, bunun Dışişleri Bakanı Fidan’ın koyduğu koşullarda gerçekleşebilmesi de çok mümkün görünmüyor.
Ancak bütün bu olumsuzluklar ve tehlike kokan gelişmeler içinde, tekrar etmek pahasına, yegâne umut veren perspektif dört ülkenin bir serbest ticaret anlaşması çerçevesinde altyapı çalışmalarına başlaması olarak görünüyor. “Daha iktidarın nasıl şekilleneceği beli değil, ortada devlet yok, sırası mı şimdi” denebilir, tarihe baktığımızda tam da sırasının şimdi olduğunu söylemek gerekiyor. Avrupa Birliği’ne model teşkil etmiş olan BENELUX sistemi, Londra’da sürgünde bulunan Belçika ve Hollanda hükümetlerince 1943 yılında, ülkeleri Nazi işgalinde iken kuruldu.
Orta Doğu’da hiç kimse askeri gücüyle var olamadı. Dünyanın en büyük en gelişmiş orduları bu bölgeye hükmetmeye çalıştılar, her biri ayrı bir felakete neden olarak bölgeden ayrıldı: ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Mısır, son dönemlerde İran…
ORTA DOĞU’DA KİMSE ASKERİ GÜCÜYLE VAR OLAMADI
Avrupa Birliği demişken, Türkiye ile ilişkilerini olabilecek en asgari seviyeye indirmiş, Gümrük Birliği modernizasyonunu rafa kaldırmış, üyelik müzakerelerinden bahsedilmesinden bile ciddi rahatsızlık duyan, vize sistemini artık bir apartheid politikasına döndürme aşamasına gelen bir AB; Suriye ve bölgedeki gelişmeleri ne kadar ve nasıl okuyabiliyor? Haber kanallarının izlenmesi, bizlere bu konuda herhangi bir “aydınlanma” yaşamaktan çok uzak olduklarını gösteriyor. Ne var ki, AB yöneticileri de burnunun ucunu görmekten aciz insanlar değil, AB kurumları da atalet içinde değil. Fransa ve Almanya’da yaşanan hükümet krizleri umut vermeyen bir tablo çizse de, İspanya ve Polonya hükümetlerinin tavırları da yüreklere su serpebiliyor.
Dikkat edilmesi gereken çok önemli nokta, her zaman olduğu gibi üslup. Türkiye, Suriye’nin toplumsal mühendisliğine soyunmaya hiçbir zaman talip olmamalı, hele siyasi İslam denilen ve İhvan ekseninde vücut bulan iflas etmiş siyasi modellere de katiyen referans vermemeli. Suriye, Esad rejimi sırasında ve öncesinde gayet “laik” bir işleyişe sahipti. Demokrasi, halk idaresi, hesap verilebilirlik, şeffaflık gibi unsurlar olmayınca “laik” olmanın da bir işe yaramadığı ortaya çıkıyor. Buradan hareketle, Suriye’nin laik yapısını tarihe gömecek bir tavır da son derece tehlikeli ve verimsiz olacaktır.
Osmanlı’nı son dönemi, Orta Doğu’da hayırla yad edilen bir dönemi simgelemez. Falih Rıfkı’nın meşhur “Zeytin Dağı” eseri bu konuda sayısız örnekle doludur. Habire Osmanlı kokan demeçlerden kaçınmak, AB’ye ekonomik yumuşak gücün önemini daimi biçimde hatırlatmak önümüzdeki dönemde en önemli siyasi rotayı oluşturacak.
Orta Doğu’da hiç kimse askeri gücüyle var olamadı. Dünyanın en büyük en gelişmiş orduları bu bölgeye hükmetmeye çalıştılar, her biri ayrı bir felakete neden olarak bölgeden ayrıldı: ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Mısır, son dönemlerde İran… İsrail’den bahsetmek istemiyorum dahi, zorla ve askeri güçle hiçbir şey elde edilemiyor, bölgeyi ve insanlarını yakıp yıkmaktan başka… Kalıcı ve herkesin yararına bir sistemin kurulması ise tarihte inanılmaz medeniyetler kurmuş, maddi ve manevi harika zenginlikler üretmiş, insanlık mirasına büyük katkılarda bulunmuş bu coğrafyanın makus talihini değiştirecek bir adım olabilir. Türkiye’nin tarihi önemi burada düğümleniyor.
İlginizi Çekebilir