© Yeni Arayış

Süreç doğal mı, yapay mı?

Türkiye’de yürütülen barış sürecini yalnızca iç politik gelişmeler çerçevesinde değerlendirmek, eksik bir bakış açısı olur. Ortadoğu, tarih boyunca küresel güçlerin nüfuz mücadelesine sahne olmuş, bu nedenle bölgedeki hiçbir gelişme uluslararası dinamiklerden bağımsız düşünülemez.

Türkiye, bu süreci kendi iradesiyle, dış müdahalelerden bağımsız ve halkın taleplerini göz ardı etmeden, TBMM öncülüğünde yürütmelidir. Çünkü ülkemizin kaderi, daha önce de olduğu gibi kendi elleriyle yazılmalıdır; başkalarının kalemiyle yazılan tarih, er ya da geç silinmeye mahkûmdur.

Bölgemizde yaşanan siyasal dönüşümler, yalnızca Türkiye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu derinden etkileyen tarihi bir sürecin parçasıdır. Türkiye’nin iç barışını tesis etme yönündeki çabaları, bölgesel dinamiklerden ve uluslararası aktörlerin stratejilerinden bağımsız düşünülemez. MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla gündeme gelen ve ardından İmralı görüşmeleriyle somut bir aşamaya ulaşan süreç, ülkemiz adına hem büyük bir fırsat hem de gelecek açısından kritik bir dönüm noktası niteliğindedir. Güvenlik kaygılarının azalması, toplumsal huzurun güçlenmesi ve demokrasinin derinleşmesi için önemli bir kapı aralanmıştır. Ancak, bu sürecin sadece iç dinamiklerle değil, küresel aktörlerin bölgeye yönelik politikalarının etkilediği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle, atılan adımları değerlendirirken sadece kısa vadeli kazanımlara değil, sürecin uzun vadede Türkiye ve bölge için nasıl bir gelecek sunduğuna da odaklanmak gerekmektedir.

Tarih, barışın sadece silahların susması anlamına gelmediğini, gerçek barışın ancak toplumsal vicdan tarafından kabul gördüğünde kalıcı hale gelebildiğini göstermiştir. Barış süreci başlatmak elbette büyük bir adımdır; ancak asıl mesele, bu sürecin niteliğidir. Bugün Kürt sorununa ilişkin yapılan çağrı da bu çerçevede değerlendirilmeli, sürecin kalıcı bir çözüme mi yoksa kısa vadeli bir bölgesel denge arayışına mı hizmet ettiğine dair derinlemesine bir analiz yapılmalıdır. Çünkü barış, yalnızca bir siyasi söylem değil, halkın gönlünde ve zihninde inşa edilmesi gereken bir gerçekliktir. Barış ancak adalet üzerine inşa edilirse kalıcı olur. Eğer geçmişte yaşanan acılar, haksızlıklar ve ihlaller yüzleşerek telafi edilmezse, barış sadece bir kelimeden ibaret kalır. Bunun için adalet mekanizmalarının etkin işlemesi, demokratik katılımın güçlendirilmesi ve toplumsal uzlaşının samimi çabalarla desteklenmesi elzemdir.

Sadece ateşkes ile sağlanan sessizlik, gerçek bir barış değildir; aksine bastırılmış bir sorunun ilerleyen yıllarda daha büyük krizlere yol açmasına sebep olabilir. Tarihte defalarca gördüğümüz gibi ,zorla veya yüzeysel tavizlerle sağlanan barışlar, kalıcı olmamış en küçük bir siyasi değişimde yerini yeni çatışmalara bırakmıştır. Büyük kitlelerin meydanlarda coşkuyla kutladığı, umutla baktığı dönemlerin nasıl bir anda keskin virajlarla başka yönlere çevrildiğine şahit olduk. Toplumun bir kesimi için umut olan süreçlerin, diğer kesimi için güvensizlik doğurduğunu gördük. Bu nedenle barışın sadece belirli siyasi aktörlerin iradesine değil, halkın geniş kesimlerinin ortak kabullenmesine dayanması gerekmektedir.

Bugün yapılan çağrının niteliğini anlamak için şu kritik soruyu sormamız gerekiyor: Bu süreç, hak temelli, şeffaf, toplumu kapsayıcı ve geçmişle yüzleşmeyi esas alan, terör faaliyetlerinin tamamen son bulduğu bir barışa mı evrilecek, yoksa uluslararası konjonktürel bir dayatma mı olacak? Eğer süreç yalnızca siyasi ve jeopolitik konjonktüre bağlı bir girişim ya da emperyalist dayatma olarak görülürse, geçmişte olduğu gibi, bu da kırılgan bir barış süreci olarak kalmaya mahkûm olacaktır. Bu nedenle, Kürt meselesine yönelik her yeni çağrı, sadece tarafların pozisyonlarına bakarak değil, sürecin hangi ilkeler üzerine inşa edildiğine göre değerlendirilmelidir. Hiç şüphesiz, terörün sona ermesi, silahlı yapıların faaliyetlerini durdurması ve toplumsal barışın sağlanması hepimizin ortak temennisidir. Yıllardır devam eden bu sorunun hangi gerekçelerle olursa olsun sonlanma ihtimalini ıskalamamaya gayret etmeliyiz.

Bu noktada, sürecin yalnızca askeri ve güvenlik boyutuyla ele alınmasının eksik bir yaklaşım olacağı açıktır. Barışın sağlanabilmesi için sadece silahların susması değil, aynı zamanda toplumsal uzlaşıyı kalıcı hale getirecek adımların atılması gerekmektedir. Dolayısıyla, bu sürecin, Türkiye’nin demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde ilerlemesi, toplumsal mutabakatın güçlenmesine olanak tanıyacaktır. Ancak sürecin zamanlaması da dikkat çekicidir. Bir yandan barış ve kardeşlik söylemleri güç kazanırken, diğer yandan siyasi kutuplaşmanın derinleşmesi, bazı kesimlerde sürece yönelik kaygılara neden olmaktadır. Kayyum atamalarının hızlandığı, muhalif siyasi liderlerin, akademisyenlerin tutuklandığı ve basın özgürlüğü tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, sürecin demokratikleşme bağlamında ne ölçüde etkili olacağı konusunda farklı görüşler ortaya çıkmaktadır. Bu yönü ile sürecin doğal bir süreçten ziyade yapay bir süreç olma ihtimalini güçlü kılmıştır.

Türkiye için asıl mesele, sürecin bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir dönemde nasıl bir pozisyon alacağını belirlemekle ilgilidir. Bölgedeki gelişmeler, sadece bugünü değil, önümüzdeki yılları da etkileyecek bir sürecin habercisidir. Bu nedenle, atılacak her adım, yalnızca kısa vadeli kazanımlarla değil, uzun vadeli sonuçlarla da değerlendirilmelidir.

Sürecin Uluslararası Boyutu ve Bölgesel Dengeler

Türkiye’de yürütülen barış sürecini yalnızca iç politik gelişmeler çerçevesinde değerlendirmek, eksik bir bakış açısı olur. Ortadoğu, tarih boyunca küresel güçlerin nüfuz mücadelesine sahne olmuş, bu nedenle bölgedeki hiçbir gelişme uluslararası dinamiklerden bağımsız düşünülemez. Yaşanan süreçte, bu geniş resmin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Özellikle ABD ve İsrail’in uzun süredir başta Suriye ve İran’a karşı yürüttüğü stratejiler, yalnızca ekonomik yaptırımlarla sınırlı kalmamış, askeri ve siyasi hamlelerle bölgedeki dengeleri değiştirmeye yönelik kapsamlı planlar içermiştir. Suriye, bu stratejinin en kritik noktalarından biri haline gelmiş ve Irak’takine benzer bir bölgesel Kürt yönetimi kurma çabaları açıkça gözlemlenmiştir.

Bu noktada, PKK’nın Türkiye’deki faaliyetlerini sonlandırma ihtimali ile Suriye’deki olası kazanımları arasındaki bağlantı dikkate alınmalıdır. Çünkü örgütün taleplerini ve politik duruşunu belirleyen en önemli faktörlerden biri, bölgesel dengelerin kendi lehlerine nasıl şekillendiğidir. Örgüt Suriye’deki olası kazanımları için Türkiye üzerindeki taleplerini askıya aldığı söylenebilir. Türkiye açısından en kritik nokta, sürecin doğrudan önce Suriye gelecekte de İran’a karşı bir hamle olarak okunup okunmayacağıdır. Türkiye’nin attığı adımlar, her ne kadar iç barışı sağlamaya yönelik gibi görünse de, bölgesel denklem içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu nedenle dış politikanın son derece dikkatli yönetilmesi gerekmektedir.

Bölgedeki istikrarın korunması, ancak Türkiye’nin kendi ulusal çıkarlarını önceleyen, dış baskılardan bağımsız bir strateji geliştirmesiyle mümkündür. Küresel güçlerin yönlendirdiği bir sürecin parçası olmak yerine, kendi dinamiklerine dayanan, bölgesel gerçekleri göz önünde bulunduran bir yaklaşım benimsenmelidir. Türkiye için asıl mesele, sürecin bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir dönemde nasıl bir pozisyon alacağını belirlemekle ilgilidir. Bölgedeki gelişmeler, sadece bugünü değil, önümüzdeki yılları da etkileyecek bir sürecin habercisidir. Bu nedenle, atılacak her adım, yalnızca kısa vadeli kazanımlarla değil, uzun vadeli sonuçlarla da değerlendirilmelidir.

Türkiye, tarihi bir yol ayrımında durmaktadır. Geçmişin gölgesinde büyüyen ve yıllardır süregelen bir mesele, bugün bir kez daha çözüm yoluna girmeye hazırlanıyor. Ancak tarih bize göstermiştir ki, barış sadece bir niyet değil, kararlılıkla inşa edilmesi gereken bir yapıdır.

Bölge Halkının Bakış Açısı ve Toplumsal Tepkiler

Bölge halkı, yıllardır barış umuduyla yaşarken, defalarca kesintiye uğrayan süreçlerin yarattığı hayal kırıklığını da içinde taşımaktadır. Bugün yeniden gündeme gelen barış çağrısı elbette herkesin en temel arzusu olan huzur, adalet ve güven içinde yaşama isteğiyle karşılanmaktadır. Ancak bölge insanı, geçmişin gölgesinde, ihtiyatlı bir bekleyiş içindedir. Çünkü daha önce de barış umudu doğmuş, fakat bu umutlar, siyasi dalgalanmalar ve güven zeminini zayıflatan adımlar nedeniyle boşa çıkmıştır. Bu sebeple, halkın barış sürecine bakışı, yalnızca bir tarafın attığı adımlarla değil, sürecin ne kadar şeffaf, samimi ve sürdürülebilir olduğuyla doğrudan ilişkilidir. Özellikle sürecin muhatapları açısından da belirsizlikler göze çarpmaktadır. Örgüte yakın çevrelerin sürece mesafeli durduğu, gelişmeleri yakından takip ettiği ve temkinli oldukları görülmektedir.

Daha önce defalarca kesintiye uğrayan süreçler, aslında tüm tarafların temkinli bir tutum sergilemesine neden olmuştur. Barışın sürdürülebilir olup olmadığına dair en büyük endişe, sürecin siyasi dalgalanmalara karşı ne kadar dirençli olduğu noktasında düğümlenmektedir. Barışın bir seçim vaadi değil, devlet politikası ve toplumun ortak iradesi haline gelmesi gerektiği herkesin bildiği bir gerçek olmalıdır. Eğer süreç kısa vadeli kazanımlar üzerine inşa edilirse, geçmişte olduğu gibi bir anda değişen dengelerin barışı bir kez daha rafa kaldırması kaçınılmaz olacaktır.

Sonuç

Türkiye, tarihi bir yol ayrımında durmaktadır. Geçmişin gölgesinde büyüyen ve yıllardır süregelen bir mesele, bugün bir kez daha çözüm yoluna girmeye hazırlanıyor. Ancak tarih bize göstermiştir ki, barış sadece bir niyet değil, kararlılıkla inşa edilmesi gereken bir yapıdır. Büyük dönüşümler, ancak sağlam temeller üzerine oturtulduğunda kalıcı hale gelir. Eğer bu süreç, geçmişin hatalarına düşmeden, geleceğin umutlarını yeşerten bir perspektifle yönetilirse, yalnızca bugünü değil, yarınları da şekillendiren bir dönüm noktası olabilir. Unutulmamalıdır ki, bu sadece Türkiye’nin meselesi değil, aynı zamanda bölgenin geleceğini de doğrudan etkileyecek bir süreçtir.

Ortadoğu, tarihin en sancılı dönüşümlerini yaşamış bir coğrafyadır ve burada atılan her adım, geleceğin yönünü belirler. Türkiye, bu süreci kendi iradesiyle, dış müdahalelerden bağımsız ve halkın taleplerini göz ardı etmeden, TBMM öncülüğünde yürütmelidir. Çünkü ülkemizin kaderi, daha önce de olduğu gibi kendi elleriyle yazılmalıdır; başkalarının kalemiyle yazılan tarih, er ya da geç silinmeye mahkûmdur. Bugün verilecek kararlar, yalnızca bugünü değil, geleceği de belirleyecektir. Gerçek ve kalıcı bir barış, ancak halkın iradesiyle ve adaletin rehberliğinde inşa edilebilir.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER