Spinoza Problemi’nden Naziler, Tolstoy ve Ayetullah Muntazırî’ye (2)
EDEBİYATSpinoza’ya benzer şekilde Tolstoy da kurumsal dinle kavgalı olarak ölmüştü. Ancak bugün Amsterdam Yahudi cemaati lideri Haham Montero’yu da Rus Kilisesi’nin Kutsal Sinod’unun başkanı Pobedonostsev’i de kimse bilmez ve hatırlamaz, ancak Spinoza ve Tolstoy halen yaşıyor.
Spinoza tarzında politik aforoza tabi tutulan bir başka hadiseyse Ortodoks Hristiyan dünyadan, meşhur yazar ve düşünür Tolstoy’un Rus Ortodoks Kilisesi’ne getirdiği sert eleştiriler ve politik tutumundan dolayı 1901’de aforoz edilmesiydi. Bugün Amsterdam Yahudi cemaati lideri Haham Montero’yu da Rus Kilisesi’nin Kutsal Sinod’unun başkanı Pobedonostsev’i de kimse bilmez ve hatırlamaz, ancak Spinoza ve Tolstoy halen yaşıyor.
Bir önceki yazıda Aydınlanma düşüncesinin büyük filozofu Baruch Spinoza (1632-1677) hakkında yazılmış dikkat çekici bir biyografik/psikolojik romandan, Irvin D. Yalom’un “Spinoza Problemi” kitabından[1] hareketle bir bilgenin ilkelilik, idealizm, adanmışlık ve rasyonalizm düzlemindeki çileli yolculuğunu incelemeye başlamıştım. Serinin bu ikinci yazısında aforoz/herem sonrası hayat mücadelesini, ondan geriye kalan felsefi ve düşünsel mirası ve Nazi ideoloğu Alfred Rosenberg’in üzerindeki tesirinden hareketle, Spinoza’nın hakikat arayışındaki önemli noktalara eğilmeye gayret edeceğim.
Kalabalıklara, kitle psikolojisine ve yalnızlığa dair
Yalom’un kitaptaki canlı ve çarpıcı tasvirlerinden biri de aforoz/herem kararının alınıp cemaate tebliğ edildiği sinagogdaki toplantı sahnesidir. Şu ifadeler kitle psikolojisini ve trajediyle gösteri arasındaki dehşet bağını açıkça ortaya koyar: “Bu curcunanın ve görkemli katılımın nedeni neydi? Bu çılgınlık da, çağlar boyunca çarmıha germelere, asmalara, kafa kesmelere ve sapkınlara verilen cezalara tanık olmak için koşturan kalabalığı harekete geçiren aynı heyecan, aynı dehşet ve aynı büyülenmeden besleniyordu” (s. 203). Türkiye’nin modern dönem tarihi de, içinde bulunduğu şartlar ve hedef kitlesi değişse de toplu cinnetin dinamikleri açısından bu tespiti doğrular. Nitekim çağlar boyunca kitleler psikolojisi bu coşku ve heyecanla, yok etme şehvetiyle hareket eder.
Yalom’un hayranlık, gıpta, haset ve kıskançlık hisleri arasında kurduğu şu birey-kitleler ilişkisi gözlemi de keza göz alıcıdır: “Kalabalıkları en çok heyecanlandıran şey en yüksektekilerin gözden düşmesidir. Hayranlığın karanlık tarafı, insanın kendi sıradanlığından duyduğu memnuniyetsizlikle birleşen kıskançlıktır” (s. 203). Hakikaten de kitleler nazarında faziletli olmanın, bireysel erdemlerin, iyi ve doğru bir insan olmanın çok büyük bir değeri yoktur; güçlü olmak, güce sahip olmak asıl belirleyicidir; hele bir de kişi gözden düşüp konumunu kaybedince ve gücü yitirince erdemin de faziletin de iyi olmanın da toplumda hiçbir manası kalmaz.
Yazarın Spinoza’nın aforoz/herem sonrası mahallesinden ayrılışını tasvir ettiği sahnelerse okuyucuya bilhassa dokunan, acıtıcı bir sahnedir. “Kendini aylardır bu an için hazırlamış olsa da, içinde dolaşan acı onu beklenmedik bir şekilde şok etti –evsizliğin, kaybolmuşluğun, gençliğinin hatıralarla yüklü bu sokaklarında bir daha asla yürüyemeyeceğini bilmenin acısı…” (s. 226). Normalde düz bir şekilde okunup geçilen bu satırların ve tasvirlerin ne kadar acı olduğunu, maddi ve manevi mahallesini terk etmek zorunda kalanlar, sürgüne ve bambaşka bir hayata zorlananlar çok daha derinlerde ve yakından duyup hissedeceklerdir şüphesiz. Ama bu acıyla beraber bir tesellisi de vardır Spinoza’nın; özgürlüğe kaçışıdır bu onun aynı zamanda, her ne kadar çok maliyetli ve acı olsa da özgürlüğe kaçmaktadır genç adam.
Ancak her ne kadar kaçış halindeyse de, anılar o kadar kuvvetlidir ve alışkanlıklar o denli tesirlidir ki Amsterdam’a giderken yolda karşılaştığı Aşkenaz Yahudilerinin Roş Aşana bayramını coşkuyla kutlaması karşısında hislerini gizleyemez. Araçtan iner ve durup onlarla vakit geçirir, kim bilir belki de içten içe özler o cemaat birlikteliğini; ancak Yahudilerle yolu ayrılmıştır artık, o bir hakikat yolcusudur; topluluk içindeki bir kadının, Rifke’nin –bayramın bir rüknü olarak- nehre atması için verdiği ekmeği nehre atmaz, çiğneyip yer ve yoluna devam eder (s. 311-313). Dikkat çekici bir sembolizm kullanır burada Yalom, tek başına sinematografik bir sahnedir bu.
Spinoza’nın kişisel öyküsünde Yalom’un vurguladığı bir başka husus, duygular-tutkular arasındaki ilişki ve tezattır. Misafiri olduğu evsahibi Van der Enden’in kızı Clara Maria’dan hoşlansa da kızın, kendisinin de arkadaşı olan Dirk’le olan yakınlığına duyduğu öfke ve kıskançlık başka bir sorgulamaya yöneltir Spinoza’yı: “Yavaşla… Geri çekilip bir bak kendine. Duygularının nasıl çılgınca döndüğüne bak; önce aşk, sonra nefret, sonra öfke. Tutkular ne kadar geçici, ne kadar kaprisli. Başkalarının hareketiyle nasıl da bir oraya bir buraya savrulduğuna bak. Gelişmek istiyorsan, duygularını değişmeyen, ebediyen kalıcı olan bir şeye bağlayarak tutkularının üstesinden gelmelisin” (s. 276).
Spinoza’nın kült kitabı Etika’dan yapılan şu alıntı ise pek çok yerde ve zamanda karşımıza çıkan özel bir ruh halini yansıtır: “Farklı insanlar ayı şeyden farklı şekilde etkilenebilirler. Aynı insan aynı nesneden farklı zamanlarda farklı şekillerde etkilenebilir” (s. 366). Bu sözün bu kadar veciz ve neredeyse mekanik düzlemde ifade edilebilmesi, okurken ve üzerinde düşünürken antik çağ felsefe geleneğini çağrıştırıyor bana şahsen, bu yönüyle de özel bir isim Spinoza.
Yirminci Yüzyılın Miti başlıklı kitabı milyonlarca kopya satan Rosenberg, Almanya’da Hitler’in Kavgam’ından sonra en popüler ikinci kitabın yazarı olmanın prestiji ve kendisine verilen üst düzey vazifelerle, gençliğinde Spinoza’ya duyduğu ilgiyi somutlaştırma imkânı bulur.
Bir Nazi ideoloğu: Alfred Rosenberg’in aynasında Spinoza
1893 Estonya doğumlu Baltık Almanı Alfred Rosenberg, sonradan Hitler’le tanışıp Nazilerin saflarında önemli roller üstlenecekti. Ancak Rosenberg çocukluğundan itibaren, İngiliz asıllı Alman Âri ırk savunucusu Houston Stewart Chamberlain’in (1855-1927) sadık bir takipçisi, adeta müridiydi. Sovyet ve Yahudi karşıtlığı, hatta Yahudilerin tarihte ve günümüzde yaptığı her şeye tek tek ve özellikle düşmanlık etme saplantısı, Rosenberg’in zihnini şekillendiren bir fikr-i sabitti. Gençlik çağlarından itibaren Spinoza’ya ilgi duymuş, Alman kültür ve düşünce hayatının devasa isimleri (Schiller, Goethe, Schelling, Hegel, Lessing, Nietzsche vd) kendisine açıkça hayranlık duyduğu için Spinoza onun da ilgisini çekmişti.
Etika’yı okumaya çalışmışsa da pek bir şey anlamamış, ardından Teolojik-Politik İnceleme’de Spinoza’nın Yahudilik ve genel anlamda kurumsal dine eleştirel görüşlerini özellikle beğenmişti. Bilahare Münih’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin (NSDAP) kurucularından Dietrich Eckart’ın yanında gazeteciliğe başladığı 1918-19 döneminde, savaş sonrasının hiperenflasyonist kargaşa yıllarında genç Hitler’le tanışır, belirli düşünsel konularda onu etkiler, yan yana resim yapacak kadar yakınlık kurarlar. Ancak partiyi birlikte kurup teşkilatlandırdıktan sonra, Hitler yavaş yavaş Rosenberg’i yakın çevresinin dışında tutarak, Hess, Göring, Göbbels gibi isimlerle çekirdek halkayı kurarken Rosenberg dışarıda kalır. Yine de Nazilerin önde gelen ideologlarından biri olarak tanınır, hatta bu yakınlığından dolayı Göring, Hess, Ribbentrop gibi isimlerle birlikte Nürnberg mahkemelerinde yargılanan 24 üst düzey Nazi lideri arasında kendisine yer bulur.
Yalom, Hitler’in sağlığında çekirdek halkaya giremeyen Rosenberg’in, savaş sonrasında Nürnberg’de çekirdek halkaya dâhilmiş gibi yargılanmasından duyduğu keyfi ve karmaşık sözlerle konuşarak kendine önemli bir ideolog süsü verme çabasını, deneyimli bir psikiyatrist olarak son derece usta bir şekilde tasvir ve tahlil eder. Bu psikolojik tahliller kitabın en dikkat çekici bölümleri arasındadır. Keza Hitler’in 1919’lardan itibaren darbe ve politik partileşme süreçlerinde gelişen politik ve psikolojik kişiliğin analiz edildiği bölümler de ayrıca dikkat çekicidir.
Yirminci Yüzyılın Miti başlıklı kitabı milyonlarca kopya satan Rosenberg, Almanya’da Hitler’in Kavgam’ından sonra en popüler ikinci kitabın yazarı olmanın prestiji ve kendisine verilen üst düzey vazifelerle, gençliğinde Spinoza’ya duyduğu ilgiyi somutlaştırma imkânı bulur. Daha önce gençken ziyaret ettiği Spinoza’nın Rijnsburg’da (Hollanda) müze evindeki kütüphaneyi yağmalama ve kişisel kitaplarına el koyma fırsatına erişir. Rosenberg aslında tek bir soruya yanıt aramaktadır: Yahudiler ve Yahudilik –onun kendi mahdut zihninde- “mutlak kötü”yken, Goethe ve Hegel dâhil herkesin hayran olduğu bir Yahudi’nin bunca bilgeliğe erişmesi nasıl mümkün olabiliyor?
Kitabın da ana dinamiğini oluşturan bu sorunun cevabının Spinoza’nın kişisel kütüphanesinde yattığını zanneder, ancak (kendi bildiği lisanlar) Almanca ve Rusça olmayan bu 150 kadar kitap onun kapasitesini aşmaktadır. Sorusunun cevabını bulamaz Rosenberg. 1946’da savaş suçlusu olarak darağacında son nefesini verir, ancak arayış çabası Yalom’un dikkatini çeker ki bu kitapta onun nazarından Spinoza’yı ustalıkla işler.
Spinoza’nın bugünkü tavrı, işgale en yüksek perdeden karşı çıkan ve bundan dolayı Yahudilerin boy hedefi haline gelen Amerikalı Yahudi siyaset bilimci Prof. Norman Finkelstein’dan farklı olmaz, bundan dolayı İsrail’e girmesine dahi muhtemelen izin verilmezdi.
Spinoza’dan geriye kalan politik miras: İsrail, Tolstoy ve Ayetullah Muntazırî
Spinoza’nın felsefe ve rasyonel düşünceye katkıları bu satırları aşmaktadır ve bütün bir düşünce tarihi literatürüne çoktan mal olmuş durumdadır. Ancak bu kişisel öyküde bence ilginç olan husus, Spinoza’nın dini kimliği ve Yahudilikle ilişkisinin müteakip dönemlerdeki seyridir. 1650’lerde Yahudilikten aforoz/herem edilen Spinoza, ölümünün ardından küresel ölçekte kazandığı şöhretin de tesiriyle, yeni kurulan İsrail devletinde kendine önemli destekçiler bulur. İsrail’in ilk başbakanı David Ben Gurion 1950’lerde “İsrail’de aklı başında tek bir kişi bile aforozun geçerli olduğunu düşünmüyor” diyerek, üç asır önceki aforozun konjonktürel ve politik bir müeyyide olduğunu, o dönemin şartlarıyla sınırlı bir çerçevede anlaşılması gerektiğini dile getirir. 1920’lerden itibaren zaten Yahudilik Spinoza ile yeniden barışı tesis etme çabasına girmiş, hatta aforozun üçyüzüncü yıldönümünde, 1956’da Spinoza’nın tüm eserlerinin yayımlanma işini Kudüs İbrani Üniversitesi üstlenmiş ve hayata geçirmişti.
Peki bugün Spinoza hayatta olsa Filistin’deki işgali ve İsrailli siyasetçilerin bu işgali Tevrat’tan argümanlarla meşrulaştırma girişimlerine nasıl yaklaşırdı? Hahamların 1650’lerin Amsterdam’ında ufak bir Yahudi cemaati üzerinde bile politik egemenliğini kabul etmeyen, kurumsal Yahudiliği reddeden Spinoza, arz-ı mev’ûd (vadedilmiş topraklar) benzeri dini argümanlara yaslanan işgalci politikaları nasıl karşılardı? Kişisel kanaatim şöyle: Spinoza’nın bugünkü tavrı, işgale en yüksek perdeden karşı çıkan ve bundan dolayı Yahudilerin boy hedefi haline gelen Amerikalı Yahudi siyaset bilimci Prof. Norman Finkelstein’dan farklı olmaz, bundan dolayı İsrail’e girmesine dahi muhtemelen izin verilmezdi.
***
Spinoza’nın kurumsal dini yapılarla ihtilafları, kişisel eleştirileri ve sonunda aforozu ve dışlanması, sonraki asırlarda karşımıza çıkan iki meşhur dini/politik aforozu aklıma getirdi. İlki 1979 İran Devrimi’nden önce ve sonra Ayetullah Humeyni’nin en yakınındaki isimlerden olup, Humeyni henüz hayattayken halefi olarak resmen kabul ve ilan edilen Ayetullah Hüseyin Ali Muntazırî (1922-2009). Humeyni’ye bu kadar yakın olmasına ve Devrim Rehberliği makamı için 1985’te Humeyni tarafından resmen veliaht olarak ilan edilmesine rağmen, insan hakları ihlalleri, zincirleme tutuklamalar ve sürekli toplumsal baskı siyasetini eleştirdiği için Humeyni’nin etrafındaki radikal Hatt-ı İmam çizgisiyle sorunlar yaşadı. En üst seviyede Ayetullah ve içtihat makamı olmasına rağmen, yine bizzat Humeyni’nin emriyle bu politik muhalefeti affedilmedi ve “rütbeleri söküldü.” Yıllardır taşıdığı Ayetullah-ı Uzmâ unvanı geri alındı, kamuoyuna açık yazı ve konuşmaları yasaklandı, doğrudan ev hapsine alındı ve 2003’teki Reformcu Muhammed Hatemi yönetimine kadar da ev hapsinde tutuldu. Humeyni’den sonra Devrim’in 2 numaralı ismi politik aforoza tabi tutulduğu ülkesinde 2009’da küskün ve kırgın şekilde öldü.
Spinoza tarzında politik aforoza tabi tutulan bir başka hadiseyse Ortodoks Hristiyan dünyadan, meşhur yazar ve düşünür Lev Nikolayeviç Tolstoy’un Rus Ortodoks Kilisesi’ne getirdiği sert eleştiriler ve politik tutumundan dolayı 1901’de aforoz edilmesiydi. Kişisel hayatında inançlı ve dindar bir insan olmakla birlikte, Çarlık idaresi ve Kilise’yle yıldızı barışmamış ve sonunda aforoz edilmişti. Aforoz kararından sonra Tolstoy’un geri adım atmaması, Kilise açısından olayı iyice içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Kilise, aforoz edilmesinden ölümüne kadar geçen sürede Tolstoy’a çeşitli yollardan ulaşmaya çalıştı, onun pişman olup tövbe etmesi için telkinlerde bulundu. Ancak Tolstoy bütün çabaları boşa çıkartarak tövbe etmeden, beklentilerin aksine Kilise’ye dönmeden hayata veda etti. Bunun neticesinde Kilise tarafından herhangi bir tören yapılmadan cenazesi defnedildi; mamafih Tolstoy’un kendi arzusu da buydu.
Spinoza’ya benzer şekilde Tolstoy da kurumsal dinle kavgalı olarak ölmüştü. Ancak bugün Amsterdam Yahudi cemaati lideri Haham Montero’yu da Rus Kilisesi’nin Kutsal Sinod’unun başkanı Pobedonostsev’i de kimse bilmez ve hatırlamaz, ancak Spinoza ve Tolstoy halen yaşıyor.
----[1] Irvin D. Yalom (2023), Spinoza Problemi (çev. Zeliha Babayiğit), İstanbul: Pegasus Yayınları
Bu makalede kitaptan yapılan tüm alıntılar için bu baskı kullanılacaktır.
İlginizi Çekebilir