© Yeni Arayış

Son çılgın proje "olmayan masayı devir(t)mek" olabilir mi?

Eğer olmayan masayı devirme ve bunu karşıdakinin üstüne atarak prim yapma gibi bir plan varsa, bunun çılgınca, yani fazla riskli bir proje olduğunu düşüneceklerin sayısı sanılandan daha çok olabilir.

Bahçeli’nin kararlı ve cesur çıkışlarına ayak uyduramayan, hatta iktidar/koltuk kaygısıyla İmamoğlu ve özellikle “kent uzlaşısı” aleyhinde kaynatılan cadı kazanı yüzünden süreç sürdürülemez hale getirilirken, son zamanlarda buna bir de sürecin tıkanması veya yavaş yürümesi konusunda Kürt hareketini suçlu gösterme işaretleri verilmeye başlandı.

Sayın Devlet Bahçeli’nin “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” çıkışıyla başlayan ve aylardır konuşulan bir süreç var ortalıkta.

Sürecin adı henüz yok, ama kendisinin olduğu aşikar.

Sürece konulan barış, çözüm, silahsızlanma vb. tüm isimler bizzat süreci başlatanlar tarafından ısrarla reddediliyor, tepkiyle karşılanıyor.

İktidar tarafından nihai amaç “terörsüz Türkiye” olarak belirlenmekle birlikte, bu hedefe götürecek sürecin ne adı, ne yolu yordamı ne de süreci başlatanlara düşen ödev ve görevler anlatılıyor kamuoyuna.

Bu tür süreçlerin gereği olarak, kapalı kapılar ardında konuşulanları ve yapılan anlaşmaları bilmememiz normal olabilir. Ancak bu konuda ‘örgüt’ün ödevi, daha doğrusu kendisinden beklentiler açıkça dile getiriliyor: Hemen fesih!

27 Şubat açıklamasıyla bizzat ‘kurucu önderlik’ tarafından kabul edilerek, çerçevesi çizilen ve sadece Türkiye için değil tüm bölge için umut kapıları açan, ama özellikle bölgesel ve küresel düzeyde “ön alma” gibi bir işleve aday bu çerçeveyi ‘Kürt hareketi’ tüm ‘parçaları’ veya aktörleri ile birlikte  tereddütsüz sahiplenip şaşırtıcı hızla kendilerini bağlayıcı olumlu tepkiler/cevaplar verdiler.

Bir zamanlar devlet ve özellikle kendini onun adına düşünmekle görevli addeden aydınlar tarafından, (İmralı, Kandil, Ankara ve Brüksel merkezli) “uyumsuz ve çatışmalı aktörlerden oluşan  çok parçalı bir yapı” olarak lanse edilmeye çalışan hareketin bütünlüklü tavrı ve dili bu konuda kamuoyuna önemli bir mesaj vermiştir.

Ancak bugün daha ziyade devlet “çok parçalı” bir izlenim uyandırıyor.

Özellikle Devlet Bahçeli’nin açık ve net çağrılarının yanında, Saray ve yandaşlarının çelişkili tepkileri veya daha ziyade sessizlikleri, süreci büyük oranda aksatmaktadır.

Daha önemlisi, bölgesel ve hatta küresel çapta öneme ve ciddiyete sahip böyle bir konuda iktidar ortaklarının bazen ciddiyetten uzak ve karşısındakiyle alay eder tavırla verdikleri beyanları ve takındıkları tavırları görülebilmektedir.

Biraz ciddiyet lütfen! diyesi geliyor insanın…

*****

Bahçeli’nin kararlı ve cesur çıkışlarına ayak uyduramayan, hatta (başka bir yazımda belirttiğim üzere) iktidar/koltuk kaygısıyla İmamoğlu ve özellikle “kent uzlaşısı” aleyhinde kaynatılan cadı kazanı yüzünden süreç sürdürülemez hale getirilirken, son zamanlarda buna bir de sürecin tıkanması veya yavaş yürümesi konusunda Kürt hareketini suçlu gösterme işaretleri verilmeye başlandı.

Bir önceki süreçle ilgili Dolmabahçe görüşmesi sonrası “masayı kimin devirdiği” tartışmaları bugün halen devam ederken, anlaşılan şimdiden masa devirme suçlaması için zemin hazırlamak gibi bir çılgın projeye sahip olanlar var!

Bu proje, masayı devirip başkasına karşısındakini suçlama veya karşısındakinin masayı devirmesi için elinden geleni yapma çabalarını içerebileceği gibi, bir önceki süreçte görüldüğü üzere, her ikisini birden kapsayabilir.

Üstelik bu sefer ortada henüz devrilecek bir masa da yok!

Ancak olmayan masayı devir(t)me projesinin (!) sahiplerinin görmeleri gereken iki şey var.

Bunlardan birincisi, adı “siyaset sihirbazı”na çıkmış Reis’in son zamanlarda hiçbir taktiğinin artık eskiden olduğu gibi etkisini göstermiyor olması gerçekliğidir. Ne kadar şeytani olursa olsunlar ve kurnazca planlanırsa planlasınlar, kurulan oyunlar her seferinde boşa çıkmakta, hatta geri tepmektedir bir süredir.

Olmuyor işte olmuyor, zorlamayın artık! diyesi geliyor insanın…

Bunun en bariz örneği, CHP ve DEM arasında gerginlik veya çatışma yaratmayı amaçlayan oyunlardır. Ancak DEM yönetimi, bir yandan sürecinin ciddiyetinin farkında olarak süreci kararlı bir şekilde sahiplenmeyi ihmal etmezken, aynı zamanda bugüne kadarki basiretli tavrıyla bu oyunları boşa çıkarmayı başarmıştır. Özgür Özel başta olmak üzere CHP yönetiminin de bu konuda geçmişe göre daha cesur olduğunu söylemek mümkündür.

Çılgın proje sahiplerinin dikkat etmeleri gereken ikinci konu ise çok daha kapsamlı ve uzun vadeli etkiye sahip çok önemli bir meseledir: AKP ve Saray çevresinin iktidarı kaybetme korkusu, yani kendi bekaları konusunda kaygı ile ısrar edecekleri ayak sürmeler, kırk yıllık savaşın bitmesi ve belki yüzyıllık Kürt sorunun çözümü olasılığının dibine dinamit koyma anlamına gelebilir. Böylece, bölgede ABD ve İsrail tarafından hazırlıkları yapılan yakın gelecek planlarında Türkiye’nin ‘kaybedenler’ tarafına itilmesi riskini artırabilir.

Sürecin başladığı günden beri devam eden DEM parti yerel yönetimlerine kayyım operasyonları, Irak ve Suriye’de devam eden askeri operasyonlar ve akla mantığa uymayan DTK operasyonları, bazı “çatışma çözümü” uzmanları tarafından “böyle süreçlerde normaldir” şeklinde açıklanmaya çalışılmaktadır.

Ancak “Erdoğan’ın bekası”nın her şeyin önüne geçmesi nedeniyle gerçekleştirildiği düşünülen “İmamoğlu operasyonu”, (aynı yazıda belirttiğim üzere) müesses nizam içinde bazı çevreler tarafından “devletin bekası” için artık bir tehdit olarak görülebilir. Nitekim, küresel aktörlerin de içinde olduğu Ortadoğu planlarında Türkiye’nin yerinin ne olacağı konusu, içerideki koltuk savaşlarına feda edilecek bir mesele değildir.

*****

Eğer olmayan masayı devirme ve bunu karşıdakinin üstüne atarak prim yapma gibi bir plan varsa, bunun çılgınca, yani fazla riskli bir proje olduğunu düşüneceklerin sayısı sanılandan daha çok olabilir. Sonuçta,  süreçle ilgili Türkiye’ye inatla bir patinaj yaşatılırken, ülkede yaşanan karmaşık beka savaşlarının veya ve olası çılgın projelerin akıbetini beklemeyen bölgede çok önemli gelişmeler yaşanmaya devam edecektir.

Nitekim, kimilerine göre uzun zamandır hazırlıkları yapılan ve nihai hedefi İran olan İsrail ile ABD’nin planlarının ve olası savaş hazırlıklarının gölgesinde, bölgede hızlı gelişmelerin devam ettiğini ve yavaş ama emin adımlarla ilerlendiğini düşününler az değildir.

Suriye'de geçici yönetimin lideri Colani (Ahmed eş-Şara) ile Kuzey ve Doğu Suriye’deki Özerk Yönetimin çatı örgütü Suriye Demokratik Güçleri (SDG) komutanı Mazlum Kobani (Abdi), arasında 10 Mart'ta imzalanan sekiz maddelik anlaşmaya, 13 Mart’ta beş yıl geçerli olacak geçici anayasa hamlesiyle verilen cevapta kısmi de olsa Ankara’nın rolü merak konusudur. Birincisi üniter devlet olarak Suriye’de Kürt gerçekliğini yeni bir aşamaya taşırken, ikincisi ise ‘İslami Arap devleti’ inşası niyetiyle bunun önüne set çekmeye adaydır.

Aynı şekilde, 18 Mart’ta imzalanan Suriyeli muhafazakar-liberal Kürt güçlerinin oluşturduğu Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ile SDG arasındaki işbirliği anlaşmasından kısa süre sonra 29 Mart’ta Şam’ın açıkladığı yeni kabinenin niteliği için de geçerlidir. Nitekim, azınlıklara yer vermeyen bu kabine, Kürt temsilcilere yer verilmediği için ENKS, PYD ve diğer Kürt partileri tarafından protesto edilmiştir.

Ancak, Fransa’nın ve özellikle Erbil’de devasa bir başkonsolosluk inşasına başlayan ABD’nin himayesinde ve ABD’nin Suriye İşlerinden Sorumlu Temsilcisi Scott Bowles’ın katılımıyla imzalanan, KDP lideri Mesut Barzani’nin ve SDG lideri Mazlum Abdi'nin gözetiminde imzalanan 18 Mart Anlaşması, bölgede çok şeyi değiştirmeye adaydır.

Bu gelişmeler akla birçok soru getirmektedir.

Ankara’nın Erbil üzerindeki etkisi ne kadar kadim ve büyük olursa olsun, Suriye’deki Erbil yanlısı gruplar ile İmralı/Kandil yanlısı güçlerin ABD ve Avrupa’nın destek ve gözetiminde yapacakları işbirliğinin yaratacağı sinerji, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminim de katılımıyla bölgeyle ilgili planlarda asla ihmal edilmemesi gereken, belki de belirleyici, Türkiye’den bağımsız bir ortak güç ortaya çıkarabilir mi?

Bu ortak gücün önemli bir parçası da ENKS’nin Roj Peşmergeleri ile SDG’nin ordusu konumundaki Halk Savunma Birlikleri (YPG) arasındaki kaynaşma sonucu ortaya çıkacak askeri güç olabilir mi?

Bu gelişmeler bir yandan Irak ve Suriye devletlerinin üniter yapılarının devamı önünde engel oluştururken, diğer yandan bölge Kürtleri arasında sosyal, kültürel entegrasyonunun yanında siyasi/ideolojik entegrasyonunu da artırabilir mi?

Yoksa Türkiye’nin bu sürece yapıcı katkısıyla Irak ve Suriye devletlerinin üniter yapıları devam ederken ABD ve Avrupa’nın desteğiyle inşa edilecek Kürt, Türk ve Arap ittifakı bölgede iç çatışmaların azaldığı veya ortadan kalktığı bir durum ve aynı zamanda İran karşıtı koalisyon için hayati önemde müttefik mi yaratır?

Bu soruların cevaplarının, çok uzun vadeli etkiye sahip olacağı ve geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabileceği açıktır.

Bu gerçeklik, Türkiye’nin iç politikası bağlamında başka bir soruyu da akla getirmektedir.

Mesele devletin bekası ise bölgesel ve küresel güçler ve Devlet Bahçeli başta olmak üzere, “müesses nizam”ın temsilcileri, bu küresel projeyi sadece Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP’nin değil, onun yerine geçecek mesela Ekrem İmamoğlu önderliğinde Türkiye İttifakının veya Özgür Özel önderliğinde CHP’nin de pekala sahipleneceğini ve yürütebileceğini düşünebilir mi?

Bu sorunun cevabının olumlu olması durumunda bu konuda alternatif adaylardan beklenen şeylerin en başında, içinde bulunulan yeni dönem için yeni bir dil ve yeni birliktelikler arayışı gelecektir.

Alternatif aday olarak ana muhalefetin bu konudaki başarısının önemli bir koşulu (başka bir yazıda ele aldığım) velev ki diyebilen liderlere sahip olmaktır.

Diğer koşulu ise gerektiği zaman  “tüccar popülizm” yerine “dönüşümcü popülizm”e başvurmayı da içeren bir stratejidir. Daha önceki yazılarımda tarihsel bağlamda ve günümüz siyaseti bağlamında değindiğimiz “tüccar popülizm”, sürecin başarıyla tamamlanması önünde önemli engellerden biri durumundadır.

Ekrem İmamoğlu’nun ve Özgür Özel’in temel özelliklerini dönüşümcü popülizm bağlamında değerlendirmeyi sonraki yazılara bırakıyorum, ama burada kısaca şunu belirtebilirim: İmamoğlu’nun başından itibaren ve Özel’in ise son zamanlarda bu konuda sergiledikleri performans, kendi partileri için umut verici niteliktedir.

*****

Bugün asıl sorulması gereken soru şudur: Bu kapsamlı, uzun vadeli ve hayati meselede çözüm, konunun ciddiyetini ve önemini kavramış görünen MHP ve DEM ile yeni CHP arasında bu konuda kurulacak işbirliği olduğunu düşünenler olabilir mi?

Ayrıca, İmamoğlu operasyonu başta olmak üzere, Erdoğan'ın son zamanlarda yürüttüğü politikaların, en başta Kürtler arasında güvensizliği körüklediğini ve dolayısıyla Türkiye’nin geleceğini belirleyecek barış umudunu zora soktuğunu gören AKP içindeki ‘rahatsız’ bazı kesimlerin de bu gelişmeye destek vermeleri söz konusu olabilir mi?

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER