© Yeni Arayış

Siyasal ideolojinin yitimi, rant ve partilerin benzeşmesi üstüne...

Siyasal ideolojinin yitimi, rant ve partilerin benzeşmesi üstüne...

Hasan Bülent Kahraman siyasetteki apoliktikleşme ve bunun sonucu olan partilerin benzeşmeleri üzerine; “Hegemon partinin 25 yıla yaklaşan iktidarı diğer partilere bir bilinç durumu olarak nüfuz etmiş, ancak Akpartileşme halinde siyasal güç kazanacağını zannetme gibi bir sanrıya onları sürüklemiştir. Türkiye’de siyasetin her gün biraz daha fazla birbirine benzeyen partilerle yapılması sonucunda, tekrarlayalım, apolitik bir topluma doğru gidiliyor.” tespitini yaptı   Kendi içinde kapatıcı, tüketici ve elbette kötü manada muhafazakâr olan AK Parti öylemini çoğaltarak yaklaşan seçimler için ‘kader seçimi’ demek kadar saçma bir şey olamaz. Demokratik bilince sahip ve demokrasinin mantığını içselleştirmiş herkes için her seçim kaderden kurtuluş, kaderi dönüştürmek için yapılır, kaderse tıkayıcıdır. Yine de seçimin, her defasında olduğu gibi, kendisine özgü kodları var ve hiçbir seçim diğerine benzemez. Seçimler birbirlerinden radikal şekilde ayrışır. 31 Mart 2024 seçimlerinin sahaya ait ve daima taktik olan dinamiklerini bir yana bırakırsak çok ciddi bir realitesi var. Hiçbir parti bu seçime kendisi olarak girmiyor. Bir bakıma yeni olmayan bir sorundan söz ediyoruz. Hem 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinde bu durum tekrarlandı hem de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ihdas edilmesinden bu yana partilerin ittifaklara girme ve kendilerinden vazgeçme noktasına gelmesi siyasetin yapısal bir zorunluluğu. Literatüre ve yaşanmış örneklere bakılırsa, başkanlık sistemlerinde, sadece iktidar partisi, o bile nispeten, kendisi olarak devam ediyor, eder. Diğer partiler kendilerini ittifak yapma zorunlulukları içinde dönüştürür. Türkiye bu gerçeği sonuna değin yaşıyor. Her an biraz daha birbirine yakınlaşan, daha çok benzeyen, neredeyse aynı olan partilerden söz ediyoruz. Bu partiler AKP dışında kalan partilerdir ve neredeyse tamamı şu ya da bu ölçüde AKP’ye benzemektedir. Bu yazı değindiğim gelişmenin dinamiklerini ele alacağım, tüm partilerin nasıl AKP pratiğini (ideolojisini olmasa bile) içselleştirdiğini ve uyguladığını göstermeye çalışacağım. 2000’lere doğru giderken de Türkiye’de tüm partiler birbirine benzemekteydi. Hiçbir parti ideolojik olarak diğerinden ayrışmıyordu. Tüm partiler resmi devlet ideolojisini savunuyordu. Oysa 1994 seçimleri ciddi bir kırılmanın ilk sinyalini vermiş, üç büyük şehir siyasal İslam’ın partisi Refah Partisinin yönetimine geçmişti.

I

Daha derin bir perspektif içinde bakılırsa ve partiler kuramı hatırlanırsa, 1990’lardan bu yana uzanan partiler tarihinin, söz konusu sorunu her dönemde, işin doğasına uygun şekilde, ortaya getirdiğini söylemek kabil. Ama önce şunu belirtelim ki, hiçbir parti mutlak değildir. Leninci (modern parti anlayışını kuran kişidir), demokratik merkeziyetçilik esasına göre kurgulanmış ve eski bir tabirle söylersem devotee yani kendisini bir düşünceye/ideolojiye körü körüne vakfetmiş kişilerin oluşturduğu dar-ideolojik partileri bir yana bırakırsak ve eğer çoklu parti sisteminde yaşıyorsak seçmen davranışı daima bir başka partinin tercihine açıktır. Seçmen davranışı değişkendir, sabit değildir. Belli bir parti veya ideolojiye saplanıp kalmamış, tutumunu değiştiren seçmen siyasal modernleşmenin de en önemli unsurlarından biridir. Eğer bir ülkede seçmenlerin büyük bölümü amiyane tabiriyle ‘kemik oy’a sahipse maalesef o ülkede siyasal modernleşme, rasyonel seçmen henüz teşekkül etmemiştir. Tespitlerim, her seçmenin her seçimde başka bir partiye kayacağı anlamına gelmez. Ama oy ve seçmen geçişi diye bir kavram çerçevesinde kalması şartıyla, belli bir partiye ait seçmenin ‘ikinci parti tercihi’ hayati derecede önemlidir. O tercih hem partilerin ideolojik plandaki açık veya gizli ortaklıklarını hem de seçmenin tercihini değiştirme yani ussallık (rasyonalite) kapasitesini ortaya koyar. Herhangi bir partinin kendisinde saklı tuttuğu ve bazen tam bir illüzyon/sanrı olan gerçeği, seçmen davranışındaki kaymalarla gerçeğe dönüşür. Bir örnek vereyim. 1990’larda yapılan araştırmalara göre Bülent Ecevit’e ait ve demokratik sol (!) olduğunu iddia ettiği (değineceğim trajik çelişkiyi vurgulamak için adını açıkça yazayım) Demokratik Sol Parti, seçmeninin ikinci tercihi MHP’ydi. MHP’nin ideolojisi belli olduğuna göre bu durum, DSP’nin demokratik sol sanrısını aydınlatır. DSP bal gibi milliyetçi, şimdiki muhakemeyle ulusalcı, muhafazakâr, devletin resmi anlayışına hiç de uzak olmayan ama sağ partilerle açıkça flört eden, tabanı göçerler ve geniş ölçüde lümpenlerden meydana gelen, popülist bir partiydi, demokratik solla ilgisi yoktu. Demokratik sol sanrısını oluşturan tek özelliği solun anlatılan sol olmadığını, işçilerin ve ideolojilerinin anlatılan ideoloji olmadığını iddia etmesiydi. O arada, MHP seçmeni de ikinci parti olarak DSP’yi tercih ediyordu. Türk siyasal yaşamının en dramatik olgularından birinden, çok önemli bir gerçeğinden söz ediyoruz. Değindiğim dramatik olgu bir başka sonuca ışık tutuyor: 2000’lere doğru giderken de Türkiye’de tüm partiler birbirine benzemekteydi. Hiçbir parti ideolojik olarak diğerinden ayrışmıyordu. Siyasal yapı birbirine denk ve çok benzeyen partilerle parçalanmış, siyasal merkez tam bir partiler mezarlığına dönüşmüştü. Tüm partiler resmi devlet ideolojisini savunuyordu. Oysa 1994 seçimleri ciddi bir kırılmanın ilk sinyalini vermiş, üç büyük şehir siyasal İslam’ın partisi Refah Partisinin yönetimine geçmişti. Doğrudur, RP büyük şehir belediyelerini diğer partilerin birbirini engellemesi ve aslında bir bütün olan oy tabanlarını parçalanmasından kaynaklanıyordu. Gerçekten öyleydi, çünkü, birbirinin aynı olan tüm partiler siyasal iktidar rantını bölüşmek hırsından başka bir şeyin peşinde değildi. Ne SHP ve CHP’nin arasında ne ANAP’la DYP’nin arasında ideolojik bir fark vardı. Fakat hepsi iktidarı kendisi almak istiyordu. Birleşemiyorlardı, çünkü, ideolojik farkın bulunmadığı her durumda olduğu üzere, siyasal taktik ve siyasal iktidar rantını bölüşme hırsı gözlerini körleştirmişti. 2005’te bu defa ideolojik olarak aynı olan partilerden nispeten ayrışan RP bu defa merkezi yönetimde iktidara geliyordu. Türkiye’de çevrenin dışındaki tüm kesimlerin CHP üstünde ittifak etmesi bu partiye ağır bir durağanlık yüklemektedir. Parti, sol/sosyal demokrat (?) kimliğini tamamen terk etmiş bir durumda, Alevi ve Kürt kesimlerinin dinamik güçlerini dışlamaktadır. CHP bugün geçmişte değindiği bazı ideolojik kavramların popülist dönüştürümleriyle ilerlemeye çalışıyor. Yakın dönemde muhtemelen İyiP’in elitlerinden bir bölümü CHP’ye geçecek tabanı MHP-AKP arasında dağılacaktır.

II

2002 seçimlerinin malum şekilde sonuçlanmasının iki nedeninden biri değindiğim gerçektir. Seçmen kendi aralarında birleşemeyen ve siyasal iktidar rantına aynı hırsla talip olan partileri tasfiye ediyor, çoklu-parti sistemini iki-partili sisteme dönüştürüyordu. İkinci olgu, Türk siyasetinin en önemli yapısal gerçeği devreye girmesi, siyasal merkezi oluşturan siyasal elitin gerçekleştirdiği 28 Şubat post-modern darbesine karşı, siyasal çevrenin, her askeri darbe girişiminden sonra verdiği tepkiyle, darbeye muhatap olan kesimi iktidara taşımasıydı. Bu yıl, 2004 yılı, siyasal İslam’ın Türkiye’de iktidara gelişinin otuzuncu yılıdır. 2002 seçimlerinin sonrası (22. Yılını yaşıyoruz) yine Türkiye’deki siyasal yapı bakımından başlı başına bir tarihtir. Geçen yıl seçime o tarihin tayin ettiği şartlarda girdik, yine o tarihin öne çıkaracağı bir yapı içinde giriyoruz. Politik alanın dinamiklerini anlamak için şu olguların üstünde düşünmek gerekir. Seçmen 2002’de iki partili bir siyasal yapıya karar vermiştir. Maksat sadece dağılmış siyasal merkezi toparlamak değildir. Maksat, çok berrak şekilde, radikal bir ideolojiyle resmî ideolojinin ve esasen Türkiye’deki merkezin temsilcisi olan CHP’nin karşı karşıya getirilmesiydi. Hakkında çok yazdığımız merkez-çevre dikatomisini, polarizasyonunu, paradoksunu bizzat seçmen büyük bir bilinçle istiyor hatta dayatıyordu. Seçmen bu diyalektik çatışmanın tüm çıplaklığıyla yaşanmasından yanaydı. Bugün de aynı noktadadır. İki partili yapılar sonuna kadar devam edemez. Merkez bir süre sonra yeniden farklı partilerin ortaya çıkmasıyla kalabalıklaşır. O durumda, önceki yazılarda değindiğim şekilde, Parti devreye girer ve oyun-kurucu olur. Bu da dikatomik bir yapının daha uzlaşmacı bir yapıya doğru evrilmesi anlamına gelir. Nitekim 2007 seçimlerinde hem AKP oylarının artması hem de MHP’nin 3. Parti olarak parlamentoya girmesi dikkate değer bir husustur. 3. Parti daima muhalefete dayanır. İktidar partisine muvafık ve denge rolü oynayacak bir 3. Parti olamaz. MHP bu nedenle 3. Parti niteliğini kaybetmiştir. Siyasetin en önemli unsurlarından biri, şimdi, 3. Partiyi tayin etmektir. İyiP bir süre o role oynadı, olmadı. Şimdi DEM o konuma gelmek çabasındadır. Aradan geçen 22 yılda Akparti, siyasal literatürdeki adıyla söyleyeceksek, tam anlamıyla olmasa da hâkim parti diye nitelendireceğimiz bir partiye dönüşmüştür. Git gide zorlaşan bir şekilde olsa da son 22 yılda tüm seçimleri kazanmıştır. İdeolojik hakimiyetini sağlamıştır. Aldığı sonucu hazırlayan sayısız unsurdan söz edilebilir. Fakat çeşitli yöntemleri kullanarak çevreyi hala siyasette söz sahibi tutması öncelikli ve ağırlıklı nedendir. Buna mukabil merkez kendi içinde git gide daha fazla bölünüyor ve parçalanıyor. En son, büyük bir hezimet olan ve gören gözler için ‘kaderi’ ilk günden belli olan, İyi Parti deneyimi ve ona eklenen 6’lı Masa felaketi, tıpkı 1990’larda olduğu gibi merkeze dönük güveni büsbütün sarsmakta seçmenin hâkim partiye ilgisini artırmasa bile, oradaki kitlenin stabilizasyonunu sağlamaktadır. CHP mevcut koşullar içinde hala merkezin partisi olma özelliğini koruyor. Türkiye’deki merkez parti CHP’dir ve bu 1950’den beri değişmeyen bir ilkedir. Sadece 1973-1980 arasında model zorlanmış, CHP kısmen de olsa reel bir sol parti olmayı denemiştir, öylece çevrenin partisi özelliğiyle 1973 ve 1977 seçimlerinde birinci parti olmuştur. DP’nin dahi CHP’den çıktığı düşünülürse ve DP damarından gelen partilerin tüm elitlerinin CHP’ye fakat tabanlarının AKP’ye yöneldiği hatırlanırsa bu görüş daha da kuvvetlenir. Türkiye’de çevrenin dışındaki tüm kesimlerin CHP üstünde ittifak etmesi bu partiye ağır bir durağanlık yüklemektedir. Parti, sol/sosyal demokrat (?) kimliğini tamamen terk etmiş bir durumda, Alevi ve Kürt kesimlerinin dinamik güçlerini dışlamaktadır. Geriye eklektik ve popülist bir politik çerçeve kalıyor. CHP bugün geçmişte değindiği bazı ideolojik kavramların popülist dönüştürümleriyle ilerlemeye çalışıyor. Yakın dönemde muhtemelen İyiP’in elitlerinden bir bölümü CHP’ye geçecek tabanı MHP-AKP arasında dağılacaktır. Siyasetin ideolojik yanına gelindiğinde durum tersine döner. İdeolojik yapısı içinde kitleyle kurduğu ilişkide siyaset kitleyi dönüştürür. Sadece kitleye hoş görünen siyaset popülist siyasettir ve Türkiye’de hiç bilinmeyen bir hususu dile getireyim, ideolojiden arınmıştır.

III

Türkiye’deki siyasetin tahlil ettiğimiz yapısı çok ilginç bir noktada düğümleniyor.  22 yıldır devam eden, kesintiye uğramayan, hakimiyetini kurmuş ve dozunu gitgide artıran hamleleriyle sürekli olarak ideolojik hedeflerine yaklaşan AKP dışında kalan partiler bazı büyük kısıtlamalarla karşı karşıya bulunuyor. 1) İdeolojik zeminlerini büyük ölçüde yitirmiş durumdadırlar. 2) Ayrıştırıcı ideolojik içeriklerinden uzaklaşan tüm partiler birbirine benzemektedir, daha da beteri, popülist siyaset anlayışına teslim olan partiler mümkün olduğunca farklarından arınıp benzeşmeye çalışmaktadır. 3) Dindar-milliyetçi söylem tüm partileri kuşatmıştır. 4) Buradaki unsurları ideolojik zeminde reddetse bile partiler o ideolojinin nesnelerine erişmeyi hedef seçmekte ve erişim pratiğini çoğu zaman da ilkel ve popülist bir şekilde uygulamaktadır. Bu koşulları ayrıca teker teker ele almak ve derinleştirmek elbette önemli ama çok istesem de yapmayacağım. Meseleye başka bir açıdan bakmakla yetineceğim. O da siyasetin toplumla olan ikili ilişkisidir. Siyaset, toplumdan etkilenmek, toplumla ilişkili olmak zorundadır. Siyasete, kitlenin gerçeği yön verir. Her siyasal parti kitleye ait bir sorunsal etrafında biçimlendir. Kitleyi yok sayan bir siyaset olamaz. O bir oksimorondur ve siyasetin varlığına aykırıdır. Ne var ki, dile getirdiğim unsurlar siyasetin sosyolojiyle ilişkisidir. Siyasetin ideolojik yanına gelindiğinde durum tersine döner. İdeolojik yapısı içinde kitleyle kurduğu ilişkide siyaset kitleyi dönüştürür. Sadece kitleye hoş görünen siyaset popülist siyasettir ve Türkiye’de hiç bilinmeyen bir hususu dile getireyim, ideolojiden arınmıştır. 1980 sonrasında ideolojik politikadan adım adım uzaklaşıldı. Neo-liberal ekonomilerin muhafazakâr politikalarla sarmal halde gelişmesi, başlangıçta bambaşka anlamlar içeren küreselleşmenin git gide kapitalist ekonomilerin yayılmacı anlayışına hizmet eden bir araca dönüşmesi, hızla ve bilinçle tahrik edilen tüketim kültürünün ve narsisistik birey anlayışının egemenleştirilmesi ve itiraf edelim ki reel solun yaşananlara yeterli kuvvette karşılık verememesi, dünyadaki finans kapitalin dönüşümlerini izleyememesi, şiddetle artan yoksulluk ve gelir dağılımı eşitsizliğine çözüm önermemesi ve kitleselleşmemesi Türkiye’de de hissedilen sonuçları üretti ve ne yazık ki, sadece genel anlamda ideolojilerin değil, özellikle sol ideolojinin tüm deterministik sonuçlarıyla birlikte zayıflamasına yol açtı. Bugün liberal ideolojinin veya doktrininin de tüm iddialarına rağmen ilksel haliyle devam ettiğini söylemek olanaksızdır. Fiili olarak öyle görünmekle birlikte, sadece mülkiyet ve bireylik üstünden gelişen bu ideolojinin tüm açılımları ortadan kalkmış, liberal politikalar sadece basit ama ne olduğu daha fazla bilinemeyen vahşi bir pazar ekonomisi anlayışıyla bütünleşmiştir. Pazar ekonomisi ise finans kapitalin doğrudan para hareketleriyle servetini genişletmesi anlamına gelmektedir. Artan ve git gide daha fazla genişleyecek zaman, robotiklerin hızla gelişmesi, gen teknolojisindeki hamleler, iklim sorunlarının hem doğrudan yarattığı coğrafi sorunlar hem tarım nüfusunun erimesine yol açması, açığa çıkan nüfusu düzensiz göçe icbar etmesi, gıda maddesi üretimindeki düşüşle çekirdek enflasyonu çarpan etkisiyle büyütmesi gibi sonuçlar, masanın üstünde cansız birer olgu şeklinde durmaz, insanları, etleri ve kemikleriyle yakan sorunlara dönüşürken, reel solun bunlara ciddi ve somut çözümler üretememesi solun yetersizliğe atfedilemez. Solun özünde bulunan kapasitesini ideolojik tavır almaktan çekinerek kullanmaması anlamına gelir. Fakat konular gerçekten yakıcıdır çünkü neticede demokrasileri tartışmaya açmıştır. Dünya ve siyasal bilinç şimdi 1930’lardan sonra bir kere daha popülizmin ileri halinin demokrasinin yıkımı olduğunu öğreniyor. Yeni demokrasi bu düzenin ortadan kalkmasıyla değil, bu şartların dönüşmesiyle ve çok uzun bir sürede meydana gelecek. Siyaset bugün başka hiçbir dönemin tanık olmadığı kadar büyük ama gizli bir sınıf savaşının eşiğindedir hatta onu fiilen yaşamaktadır. Sermaye transferine bağlı olarak ortaya çıkan ve dünyanın en yıkıcı sorunu olan yoksullaşma sınıf savaşlarının sonucudur. Ne yazık ki, ideolojik bilinçlenmeden ve örgütlenmeden yoksun olduğundan, yoksullaşan sınıflar koşullarını değiştirmek için harekete geçememekte, git gide uyuşturuldukları bir yapı içinde kalmaktadırlar.

IV

Söz konusu düzen Türkiye’de AKP’yi kendi mihverinde sabitliyor.  Her parti ideolojik bir çerçeveye ihtiyaç duyar. AKP de duyduğu ideolojik ihtiyacı her geçen gün dayanağı olan politik İslam’ın ve milliyetçiliğin dozunu artırarak gidermeye çalışıyor. Tüm partileri ve genel anlamda siyasal ortamı sonuna kadar ilgilendiren bir durumdan bahsediyoruz. Eğer bu durum herkesi ilgilendiriyorsa, AKP dışında kalan partilerin bir bütün olarak AKP konusunu ele alması gerekir. 6’lı Masa böyle bir ihtiyaçtan doğmuş gibi görünüyordu. Siyasette çözüm daima güçlü bir ideolojiyle kalıcı çözüm önermektir. Oysa 6’lı Masa öyle bir stratejik teşhiste ve tercihte değil sadece seçim kazanmak gibi taktik bir tercihte bulundu. İdeolojinin öncülüğü ve birleştirici gücü söz konusu olmadığından yıkıldı, dağıldı ve bitti. İdeolojinin büyük santrifüj gücü şimdi katılan partileri teker teker ait oldukları, içinden çıktıkları geniş ideolojik tabana itiyor. Türkiye’de siyaset belki hemen değil ama mevcut parçalı yapısını yeniden iki partili sisteme doğru itecektir ki, ittifaklar zaten bu gerçeği dikkatimize getirmektedir. Halkın onlara dönük tercihte bulunmasına yol açacak şekilde Muharrem İnce’nin hangi özgünlüğünden, İyiP’in hangi farklılığından, YRP’nin değişik nesinden söz edilebilir? Bunlar şimdi ilgili literatürde çok kullanılan bir tabirle kırıntı partilerdir ve siyasal rant amaçlamaktadırlar. Evet, bugün, hâkim iktidar partisinin dışında kalan partiler için ideolojilerin eridiği Türkiye’de yaklaşan yerel seçimler de o gerçeği bize ayan beyan gösteren siyasetin başka bir belirleyicisi var: rant. İdeolojiler, aynı zamanda süper-egodur. Politik psikoloji çalışmaları bu gerçeği tespit edeli çok oldu. Bir solcunun belli davranış kalıplarını aşması mümkün olmadığı gibi başka bir ideoloji sahibi için de bu gerçek aynı ağırlığı taşır. Şimdi, ideolojilerin getirdiği bu kontrol mekanizmaları eriyince geriye bir tek şey aklıyor, politikanın araçsallaştırılması. Siyasetin araçsallaşması iki şekilde tezahür eder. Partiler hızlı savrulmalar gösterir ve siyasal etik yok olur. İkincisi, insanların bilinçsiz şekilde ama a priori bir bilgiyle ifade ettiği rant ekonomisi doğar. Rant, özellikle de ekonomik rant, araçsallaşmış politikanın sonucudur ve bir kontrol mekanizması olarak ideolojik süper egonun ortadan kalktığı bir dönemde tezahür eder. Ne yazık ki, ama işin doğasına uygun şekilde, siyaset, yerelden genele, devlet teklinde bulunan artık değerin, çok çeşitli yıllardan yönetici sınıfa aktarılmasına köprü oluyor. Durum bir zeitgeist olarak belirir. Türkiye’de olduğu kadar Amerika’da da kapitalizmle ve serbest piyasa ekonomisiyle bütünleşmiş tüm dünya ülkelerinde de böyledir. Amerika’da iktidarda bulunan Demokrat Parti yöneticileri hakkında ayyuka çıkmış söylentiler, tıpkı diğer ülkelerdeki yönetici sınıf mensuplarında olduğu gibi, eksik politikanın yani ideolojiden arınmış politikanın bir marifetidir. Türkiye’de ise araçsallaşmış siyaset bambaşka bir şekilde kendisini gösteriyor. Merkezde teşekkül etmiş siyasal/ekonomik rantı elde etmek maksadıyla bir yandan tüm partiler kendilerini başarıya taşıyacak yol olarak Akpartileşmeyi öngörmekte, bir yandan da siyasal iktidarı ekonomik rantın aracı olarak tasavvur etmektedirler. Her iki dürtünün ve tutumun altında da ideolojinin güçlü bir belirleyen olarak ortadan kalkması yatıyor. Yerel seçimler döneminde görülen pazarlıklar siyasal taktikleri çok aşan bir mahiyet taşıyorsa belirttiğimiz nedenlerdendir. İki noktayı unutmamak gerekir. Birincisi, siyaset bugün yeryüzü tarihinin gördüğü ve tasavvur dahi edilemeyecek bir para hacmini yönetmektedir. Finans kapitalin bunca büyüdüğü bir dünyada siyasetin sadece özneler üstünden yapılması ve demokratik zeminde işlemesi neredeyse olanaksızlaşmıştır. Yine, neredeyse tüm partiler literatürdeki adıyla söyleyelim, kartel partisi haline gelmiştir. İkincisi, mevcut gerçek, gelir eşitsizliğinin bunca bozulmasının altındaki sebeptir ve bu durum siyaset araçsallaşttıkça devam edecektir. Bu iki gerçeğin oluşturduğu bir sonuç var: siyaset bugün başka hiçbir dönemin tanık olmadığı kadar büyük ama gizli bir sınıf savaşının eşiğindedir hatta onu fiilen yaşamaktadır. Sermaye transferine bağlı olarak ortaya çıkan ve dünyanın en yıkıcı sorunu olan yoksullaşma sınıf savaşlarının sonucudur. Ne yazık ki, ideolojik bilinçlenmeden ve örgütlenmeden yoksun olduğundan, yoksullaşan sınıflar koşullarını değiştirmek için harekete geçememekte, git gide uyuşturuldukları bir yapı içinde kalmaktadırlar. Söz konusu partilerin, CHP’den başlayarak reel siyasete dönmesi, siyasetlerini yeniden ideolojik bir anlayışla yapması, Türkiye’deki reel sorunları, sınıf çatışmalarını gözetmesi gerekir. Partiler böyle bir tutum içine girebilir mi sorusu önceden tayin edilemez, emirle veya taleple gerçekleştirilemez. Ciddi bir hazırlık ve ondan da önemlisi siyaset-toplum bütünleşmesi gerektirir. Siyasetin özü budur

V

Yerel seçime giderken tüm partilerde kendisini gösteren büyük çatışmalar, kırılmalar bütünüyle ideolojik yitim gerçeğinin işlemesinden kaynaklanıyor. Yerel yönetimler artık belli bir belediyecilik politikası etrafında veya içinde değil, bölgenin ürettiği rantla düşünülüyor. Türkiye gibi kırsal alan göçünün devam ettiği, gayrı menkul talep ve değerinin hala hızla arttığı, imar meselelerinin belediyelerin bir numaralı işi olduğu bir dönemde rant ekonomisi doğaldır, ama ideolojik pozisyon almanın söz konusu edilmediği bir dönemde bu işin bir suiistimal meselesi olması da o kadar kaçınılmazdır. Netice olarak bugün tüm partiler ama az ama çok Akpartileşmiştir. Önemli olan partilerin bu niteliklerini dönüştürmesi kendilerine farklı ideolojik pozisyonlar seçmesidir. Hegemon partinin 25 yıla yaklaşan iktidarı diğer partilere bir bilinç durumu olarak nüfuz etmiş, ancak Akpartileşme halinde siyasal güç kazanacağını zannetme gibi bir sanrıya onları sürüklemiştir. Son derecede vahim sonuçları olan bir popülistleşmeden söz ettiğimiz kadar başka ve çok tehlikeli bir durumu da bu gelişme içermektedir. Siyasetin bu şekilde ideolojik determinasyondan arındığı bir ortama gelmesi 1990’lardaki bir pozisyonun yitirilmesine de bağlıdır. 1990’larda siyasal İslam’ın veya Türkiye’de yaşayan, siyasal elitin ve resmî ideolojinin dışladığı Müslümanlık pozisyonunun siyaseten kapsanması bir demokrasi sorunuydu. Siyasal İslam’la iç içe olan partiler dahi mevcut sorunu bir demokrasi sorunu olarak temellendiriyordu ki, doğruydu. Buna mukabil günümüzde devam eden süreç demokrasiye daha fazla İslami değerler üstünden gelinmesine yol açmıştır. Akpartileşen diğer siyasal partiler de maalesef yaşadıkları süreci bu anlayış, yani İslami sembollerden demokrasiye yönelmek şeklinde icra etmektedir. Diğer tüm sosyolojik dönüştürme araçlarının ihmal edilip sadece bu tutumun benimsenmesi o partiler bakımından, basit bir popülizm olmaktan öte hem siyasetin depolitizasyonunu ve bir tiyatroya dönüşmesine yol açacak hem de hiçbir taklit aslının yerini tutmayacağı için AKP’nin güçlenmesine diğer partilerin marjinalleşmesine hegemon partinin iktidarının sürmesine, sürekliliğine yol açacaktır. Türkiye’de siyasetin her gün biraz daha fazla birbirine benzeyen partilerle yapılması sonucunda, tekrarlayalım, apolitik bir topluma doğru gidiliyor. AKP’nin kendi tabanını hayli politik, hatta reel politik bir noktada tuttuğu uzun yıllar boyunca, diğer partilerin tamamen retorik bazı kavramlara sığınması, onunla git gide daha fazla benzeşmesi, siyasal tabanının depolitiazasyonu getirmiştir. Bugün AKP dışında hemen hiçbir partinin tabanınını bire bir temsil ettiğini söylemek kabil değil. Ortada yine 1990’larda görüldüğü gibi çok ciddi bir siyasal temsil sorunu bulunuyor. Şüphe götürmez bir biçimde hegemon parti AKP’nin sürekliliğini sağlayacak başka bir unsurdan söz ediyorum. Apolitik bir tutum içinde yapılan siyasetin siyaseti araçsallaştıracağına değindim ve bugün izlediğimiz durumun vahameti bu kavramda yatıyor. Söz konusu partilerin, CHP’den başlayarak reel siyasete dönmesi, siyasetlerini yeniden ideolojik bir anlayışla yapması, Türkiye’deki reel sorunları, sınıf çatışmalarını gözetmesi gerekir. Partiler böyle bir tutum içine girebilir mi sorusu önceden tayin edilemez, emirle veya taleple gerçekleştirilemez. Ciddi bir hazırlık ve ondan da önemlisi siyaset-toplum bütünleşmesi gerektirir. Siyasetin özü budur ve o öze dönmeden, ideolojik bir anlayışla toplumda politik bilinçlenmeyi sağlamadan Türkiye’de iktidar olmak olanaksızdır. Benzeşerek kendi gerçeğini kitleselleştiren bir siyasal parti ise siyasal tarihte bilinmiyor.   Hasan Bülent Kahraman, Prof. Dr., Işık Üniversitesi Öğretim Üyesi 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER