Sivil anayasa üzerine
GENELAnayasaların özgürlükçü ya da otoriter olması onları kimin yaptığıyla ilgili bir sorun değildir. Sivil yönetimler de otoriter anayasa yapabildikleri gibi, askeri yönetimler özgürlükçü anayasaların yapılmasına aracılık edebilirler: Örnek 1961 Anayasası.
Gazete yazılarından alıntılar:“Yeni, sivil, demokratik anayasa sürecine destek veren, millete olan borcunu öder. Bu destekten kendini uzak tutan, vesayetçi, darbeci anayasa özlemi içinde olanlar, milletimizin bu talep ve beklentisinin altında kalır, ezilir.” (Haberler com, 11 Şubat 2021).“Darbeci anayasa ile yaşadı!”, “Atatürk'ün modern ve demokratik Türkiye'sinin 21'inci yüzyılda darbe Anayasası ile yönetilmesi, siyaset yapanlar için büyük eksikliktir.” (Yavuz Donat, Sabah Gazetesi, 19 Eylül 2023)
Bu haberlerde kurulan “sivil, demokratik anayasa”&“vesayetçi, darbeci anayasa” karşıtlığı neye dayanır?
Sivil Anayasa, Demokratik Anayasa, Vesayetçi Anayasa, Darbeci Anayasa, Darbe Anayasası.
Bu kavramlar 2010 ve sonraki Anayasa değişikliklerinde sürekli kullanıldığı gibi, günümüzde de yeni bir anayasa yapmanın gerekçesi olarak kullanılmaktadır. Bu kavramların kullanışlı kavramlar olduğunu da kabul etmek gerekir. Darbe döneminde 1982 Anayasası’na oy vermiş çok sayıda yurttaşın “darbeyle hesaplaşma” sloganına da itibar ettiklerini biliyoruz. Hatta siyasal iktidara muhalif kesimler bile “darbe” söz konusu olduğunda “yetmez ama evet”çiliği kabul ederek darbe karşıtlığı adına muhalif oldukları iktidarın politikalarını desteklemişlerdir.
Aslında tuhaf.
O zaman önümüzü görebilmek için bu kavramları birbirinden ayrıştırmak ya da sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekmektedir.
Sivil bir anayasa, sivil iktidarlar tarafından yapılan anayasayı ifade ediyorsa, “demokratik ya da özgürlükçü olmak” sivil anayasanın zorunlu sonucu mudur?
Daha açık soralım: Sivil iktidarlar yapılan anayasaların otoriter ya da totaliter olmaları mümkün değil midir? Siviller tarafından yapılan her anayasa demokratik ya da özgürlükçü bir anayasa mıdır?
Demokratik olma, anayasayı yapanların demokratik seçimlerle göreve gelmiş olmasını mı ifade etmektedir yoksa “demokratiklik” yapılacak anayasanın içeriğine ilişkin bir nitelik midir?Soruları cevaplamak için merceği biraz daha büyütelim:
Anayasaların darbeci olmaları onları yapanların darbeci olmalarından mı kaynaklanmaktadır? Aynı anayasa sivil yönetim tarafından yapılsaydı “Anayasamız siviller tarafından yapıldığına göre demokratik anayasadır” mı diyecektik?
BİR SEÇİM HİKÂYESİ YA DA ANAYASA NE ZAMAN SİVİL OLUR?
Bir an için tarihi geriye sarıp 1970’li yıllara gidelim.
Bu dönemin iki temel sorunu hükümetlerin kurulamaması ve cumhurbaşkanının seçilememesidir. 1961 Anayasası gereğince seçimler TBMM’nin Birleşik toplantısında yapılıyor ve 450 TBMM üyesi ile 184 Cumhuriyet Senatosu üyesinin katıldığı birleşik oturumlarda yapılan oylamaların ilk iki turunda 2/3 çoğunluk (423 oy), sonraki turlarda ise üye tamsayısının salt çoğunluğu (318 oy) aranıyordu. 1973 yılında Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, ancak 15. turda seçilebilmiş ve bu yüzden cumhurbaşkanı seçimi süreci “Birinci Cumhurbaşkanlığı Muharebesi” olarak adlandırılmıştı. Aynı sorun Korutürk’ün görev süresinin bittiği 1980 yılında yaşanmış ve bu yıl içinde başarısızlıkla sonuçlanan “İkinci Cumhurbaşkanlığı Muharebesi” yaşanmıştı. TBMM o dönemde toplam 124 birleşim ve bu birleşimlerde toplam 115 tur oylama yapmış ve kimi birleşimlerde sonuca çok yaklaşılmıştı. Örneğin 5 Haziran 1980 tarihinde yapılan 93. turda Cumhurbaşkanı adayı Muhsin Batur 303 oy almış ve 15 oy eksikle (%5) Cumhurbaşkanlığını kıl payı kaçırmıştı. Faik Türün aynı toplantıda 235 oy almıştı. Burada duralım ve bir varsayım yapalım: Bir an için Batur’un 15 oyu daha aldığını ve cumhurbaşkanı seçildiğini varsayalım. Bundan sonra da AP ve CHP liderleri Demirel ve Ecevit’i çağırarak onları koalisyon kurmaya ikna ettiğini düşünelim.
Varsayalım ki kurulan AP-CHP koalisyonu sorunları çözebilmek için bir Anayasa değişikliği çalışması yaptı ve 12 Eylül Anayasası’nın, darbe yönetimine ilişkin hükümleri dışında, noktası virgülüne aynısını yaptı. Bu durumda 12 Eylül Anayasası askerler tarafından değil siviller tarafından yapıldığı için “sivil anayasa” mı olacaktı? Bir başka anlatımla, aynı anayasa, askerler tarafından yapıldığında “darbe anayasası” asker olmayan siyasiler tarafından yapıldığında “sivil anayasa” mı olacaktı?
Anayasaların darbeci olmaları onları yapanların darbeci olmalarından mı kaynaklanmaktadır?
Aynı anayasa sivil yönetim tarafından yapılsaydı “Anayasamız siviller tarafından yapıldığına göre demokratik anayasadır” mı diyecektik?
Daha açık soralım: Tümüyle aynı içeriğe sahip otoriter bir anayasa darbeci askerler tarafından yapıldığında “darbeci anayasa”, ama sivil yönetimler tarafından yapıldığında “özgürlükçü-sivil” anayasa olarak mı adlandırılacaktır?
Bu soru önemli bir saptama yapmamıza izin vermektedir: Anayasaların özgürlükçü ya da otoriter olması onları kimin yaptığıyla ilgili bir sorun değildir. Sivil yönetimler de otoriter anayasa yapabildikleri gibi, askeri yönetimler özgürlükçü anayasaların yapılmasına aracılık edebilirler: Örnek 1961 Anayasası.
1961 Anayasası’nı özgürlükçü bir anayasa olarak nitelendirilmesinin bazılarını çileden çıkarmış olduğunu tahmin etmek güç değil. Muhtemelen şöyle bir itiraz gelecektir:“Darbe darbedir kardeşim, darbenin iyisi olmaz, darbe kötüdür!”
Doğru. Darbe kötüdür. Hiç kuşku yok. Ama “Darbe kötüdür” saptaması “Darbe sonunda yapılan anayasa da kötüdür” sonucuna götürmez.
Kötü anayasa bir askeri darbe sonunda ortaya çıkabileceği gibi, bir sivil darbe ya da bir sivil iktidar tarafından da yapılabilir.
Şimdi bu konuya bilimsel bir yanıt aramaya çalışalım.
Öncelik özgürlükte midir yoksa otoritede midir? Bu sorunun cevabı derin bir felsefi tartışmanın içine gömülüdür: birey mi devletten önce gelir yoksa devlet mi bireyden önce gelir? Devletin varlık nedeni bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak mıdır yoksa devlet kendi başına bir amaç mıdır?
LOCKE, DEVLET, OTORİTE VE ÖZGÜRLÜK
Bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün anayasalarda ve hukuk düzenlerinde iki temel ilkenin bağdaştırılmaya çalışıldığı görülür. Bu iki temel ilke “otorite” ve “özgürlük”tür. Otorite ve özgürlük her anayasada değişik dozlarda bulunur. Otoriteye ağırlık veren anayasalar “otoriter” ya da “totaliter” anayasalardır. Özgürlüğe ağırlık veren anayasalar “özgürlükçü” ya da “demokratik” anayasalardır.
Anayasaların demokratik olmaları onların seçimle oluşmuş meclisler tarafından yapılmalarını değil, içeriklerinin özgürlükçü olmasını ifade eder.Kuşkusuz bu saptamaya, “Ben öyle düşünmüyorum; otorite olmazsa özgürlükler de kullanılamaz ve bu yüzden otoriteyi güçlendirmek gerekir!” biçiminde itiraz edilebilecektir.
Bu itiraz bir noktaya kadar haklıdır. Gerçekten liberal demokratik toplumlarda, varolan özgürlüklerin kullanımı için düzene ihtiyaç vardır ve bu düzenin kurulması otoriteyi gerekli kılar. Ama sorun bu otoritenin varlığı değildir zaten. Hiçbir liberal demokrasi otoriteyi dışlamaz; otorite olmaksızın düzen kurulamaz ve düzen sağlanamazsa özgürlükler kullanılamaz.
İşte sorun tam bu noktada ortaya çıkıyor: Öncelik özgürlükte midir yoksa otoritede midir?
Bu sorunun cevabı derin bir felsefi tartışmanın içine gömülüdür: birey mi devletten önce gelir yoksa devlet mi bireyden önce gelir?
Devletin varlık nedeni bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak mıdır yoksa devlet kendi başına bir amaç mıdır?“Devletin varlık nedeni bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumaktır” diyenler liberal demokratik düzeni tercih eden Batılı devletlerdir. Ya da Batı demokrasilerinin özeti budur. Batı demokrasilerinde devletin temel amacı bireyin temel hakları ve özgürlükleridir.
Bu felsefenin kurucularından biri ünlü İngiliz düşünürü John Locke’dur. Locke, Yönetim Üzerine İkinci İnceleme adlı eserinde devletin varolmadığı bir “doğa durumu” tasarlamamızı ister. Amaç devlet olmadığında insanların ne durumda olduğunu görmek ve insanların devleti hangi amaçla kurduklarını ortaya koymaktır. Locke’a göre doğa durumu bir barış durumu idi ve her insan doğa yasasının izin verdiği sınırlar içinde kendisinin ve hemcinslerinin yaşamını sürdürme amacındaydı. Tanrı doğada her şeyi bol miktarda yarattığından insanlar arasında kavgaya yer yoktu. Locke bu durumda insanların varlıklarını sürdürebilmek için mülkiyete sahip olduklarını söylemektedir. Ancak mülkiyet derken kastettiği sadece malvarlığı değil can, mal ve özgürlüktür. Dolayısıyla insan doğa durumunda can, mal ve özgürlüğüne sahiptir. Ancak paranın ortaya çıkışıyla birlikte insanlar ihtiyaçlarının ötesinde malvarlığı edinmeye başladılar ve bu durum insanlar arasında varolan barış durumunun, yerini savaş durumuna bırakmasına neden oldu. İşte bu savaş durumundan kaçınmak için insanlar aralarında bir sözleşme yaparak devleti kurmaya karar verdiler.
Kritik soru şudur: Devletin kuruluş amacı nedir?Cevap şudur: Devletin temel amacı; insanların doğa durumunda barış içinde yaşarken sahip oldukları ama paranın ortaya çıkışı dolayısıyla kaybettikleri mülkiyet haklarını (can-mal ve özgürlük) yeniden kullanılabilir kılmaktır. Devlet bu amaçtan saparsa kuruluş nedenini kaybeder. Çünkü eğer devlet insanların can, mal ve özgürlüklerine tecavüz edecek olursa, insanların devleti kurmakla tasarladıkları amaçtan sapılmış olur. Devletin haklara tecavüz etmesindense, insanların birbirlerine zarar vermeleri daha “ehveni şer”dir. Şu halde, devletin kendisine verilen güvene aykırı davranarak bireylerin temel hak ve özgürlüklerine zarar vermemesi gerekir.
Peki devlet bu güvene aykırı davranırsa ne olur?Cevap: Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olur.
Ne alaka?
ABD’deki İngiliz kolonileri, İngiltere’ye bağlıdırlar. Ancak İngiltere, ABD’deki vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini koruyacağı yerde onlara tehdit oluşturmuştur. Dolayısıyla ABD’deki İngilizler anavatan İngiltere’ye karşı direnme haklarını kullanmış ve bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
BİR DEVLETİN KURULUŞ HİKÂYESİ
ABD’yi kuranlar, İngiltere’de Stuart Hanedanlığı dönemindeki istibdat rejiminden kaçan iki gruptur: Püritenler ve yoksullar.
1603 yılında başlayan bu istibdat rejimi 1649’a kadar sürmüş ve İngiliz İç Savaşı sonunda Kral’ın idamıyla sonuçlanmıştır. Bu dönemde püritenler dini baskılardan, yoksullar geçim sıkıntısından yıldıkları için izin alarak ABD’ye göçmüşlerdir. Burada İngiltere’ye bağlı 13 koloni kurulmuş ve kısa zamanda çeşitli yollarla zenginleşmişlerdir. İngiltere, zenginleşen kolonilerin kendisiyle rekabet etmeye başladığını görünce bunun önünü kesmeye çalışmış ve kolonilere ticaret yasağına yönelik çeşitli sınırlamalar getirmiştir. Amerikalılar bu noktada John Locke tarafından “direnme hakkı” olarak tanımlanan hakkı “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi”nin gerekçesi olarak kullanmışlar ve bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
Siyasal liberalizmin temsilcisi John Locke’un düşünceleri özgürlük ve eşitlik idealini içeren 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Locke bu konuda şunları söylemektedir:“İnsanların Topluma girmelerinin nedeni Mülkiyetlerinin korunmasıdır ve İnsanların bir Yasama seçmelerinin ve yetkilendirmelerinin amacı İktidarı sınırlamak ve Toplumun her Parçasının ve Üyesinin Hükümranlığını ılımlılaştırmak amacıyla Toplumun bütün Üyelerinin Mülkiyetleri için çitler ve korucular olarak Kurallar ve Yasalar yapılabilmesini sağlamaktır. (…) Yasamacılar Halkın Mülkiyetine el koymaya ve yok etmeye ya da Halkı Keyfî İktidar altında Köleliğe indirgemeye çalıştıklarında, kendilerini, bundan dolayı başkaca bir İtaat Yükümlülüğü kalmayan ve Tanrı’nın Güç ve Şiddete karşı bütün İnsanlara sağladığı ortak Sığınağa bırakılan Halkla bir savaş durumuna sokarlar. Dolayısıyla Yasama, Toplumun bu temel Kuralını ihlal ettiğinde (…) bu Güven ihlali nedeniyle, Halkın tamamen tersi amaçlarla ellerine koyduğu İktidarı kaybeder ve İktidar ilk Hürriyetine yeniden başlama ve (uygun olduğunu düşündükleri) yeni bir Yasama kurarak uğrunda Toplumda oldukları Güvenlik ve Emniyetini sağlama Hakkı olan Halka devrolunur.”[1]
John Locke’un direnme hakkına ilişkin bu sözleri Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi üzerinde doğrudan etkili olmuş ve metne şöyle yansımıştır:“Biz şu doğruların apaçık olduğuna inanmaktayız: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; onlara Yaratıcıları tarafından vazgeçilemez bazı Haklar bahşedilmiştir, bu haklar arasında Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk arama hakları bulunmaktadır. Bu hakları güvence altına almak için, İnsanlar arasında, meşru iktidarlarını yönetilenlerin rızasından türeten yönetimler kurulmuştur. Herhangi bir Yönetim Biçimi, bu amaçlar yönünden yıkıcı hale gelirse, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi Güvenlik ve Mutluluklarını sağlamaya en uygun görünecek ilkelere dayanan ve güçleri bu biçimde örgütlenen yeni bir yönetim kurmak o Halkın hakkıdır.”Locke’un Bildirge’de yansıma bulan “direnme hakkı” kavramı liberal demokratik anayasaların ana formülünü vermektedir: Devlet eşit ve özgür bireylerin doğa durumunda sahip oldukları temel hak ve özgürlükleri için kurulmuştur; varlık nedeni budur. Bu amacını kaybederse o devleti kuranların direnme hakkı doğar. Bu hakkın kullanılması yoluyla amacı gerçekleştirme yeteneğine sahip yeni bir yönetim oluşturulur.
ABD örneğindeki durum şudur: ABD’deki İngiliz kolonileri, İngiltere’ye bağlıdırlar. Ancak İngiltere, ABD’deki vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini koruyacağı yerde onlara tehdit oluşturmuştur. Dolayısıyla ABD’deki İngilizler anavatan İngiltere’ye karşı direnme haklarını kullanmış ve bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
Hiç kuşkusuz, sivil anayasa sivil toplumdaki temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan anayasadır. Anayasa ister sivil iktidarlar tarafından ister darbeciler tarafından yapılsın; ister sivil ister askeri darbenin sonucu olsun temel hak ve özgürlükleri güvence altına almıyor ve bunun yerine otoriteyi güçlendiriyorsa sivil anayasa değildir.
SİVİL BİR ANAYASA NEDİR?
Konumuza geri dönersek…
Anayasa, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması için vardır. Bu hak ve özgürlükleri, düzeni sağlamak için ortadan kaldıran ya da ciddi boyutta sınırlandıran devlet kuruluş amacını kaybetmiş demektir. Devlet, düzeni hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesini sağlamak amacıyla ve bunun gerektirdiği ölçüde tesis eder. Hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak düzeni tesis etmenin bir yararı yoktur.
Bu durumda “sivil anayasa” kavramına yeniden bakalım.
Sivil anayasa siviller tarafından yapılan anayasa mıdır yoksa sivil toplumdaki temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan anayasa mıdır?
Hiç kuşkusuz, sivil anayasa sivil toplumdaki temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan anayasadır.
Anayasa ister sivil iktidarlar tarafından ister darbeciler tarafından yapılsın; ister sivil ister askeri darbenin sonucu olsun temel hak ve özgürlükleri güvence altına almıyor ve bunun yerine otoriteyi güçlendiriyorsa sivil anayasa değildir.
Sonuç şudur: “Siviller tarafından anayasa yapacağız ve böylece darbe anayasasından kurtulacağız” cümlesi bilimsel temeli olmayan bir cümledir.
Kuşkusuz Anayasa’nın sivil iktidarlar tarafından halkın da katılımını içeren bir yöntemle yapılması tercih edilmesi gereken bir durumdur.
Ama sadece siviller tarafından yapılan ve hatta halkın göstermelik düzeyde katılımını içeren anayasa temel hak ve özgürlükleri korumayabilir ve hatta geriletebilir.
Liberal demokratik bir toplumun anayasası olmak, anayasanın yapılış yönteminden çok içeriğiyle ilgilidir.
Bu durumda şu soru gündeme gelir:1982 Anayasası içerik bakımından mı eleştirilmelidir?
Evet.
Bu içerikte eleştirilecek temel yön, 1982 Anayasası’nın, 1961 Anayasası’ndaki temel hak ve özgürlükleri demokratik toplum düzeninin gerektirdiğinden daha fazla sınırlaması ve özgürlük yerine otoriteye öncelik vermesidir.
Yukarıda devletin temel amacının özgürlükler olması gerektiğini ileri süren liberal Batı demokrasilerinin ardındaki felsefeyi ve bunun ABD’nin kuruluş felsefesi üzerindeki etkisini gördük.
Devletin başlı başına bir amaç olduğunu savunan ve otoritenin, özgürlüğü öncelemesi gerektiğini savunan düşüncenin felsefi temelleri başkadır.
Bundan sonraki yazıda, otoriter ya da totaliter devletin felsefi temelleri ile 1982 Anayasası’nın bu yönden eleştirisini bilimsel bir yöntemle açıklamak gerekir.Bu açıklamalardan sonra ülkemizde bugün için sivil bir anayasa yapmanın olanaklı olup olmadığı sorusu yanıtlanabilir.
Sonraki yazıda…
---
[1] John Locke, Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, Çev. Fahri Bakırcı (Ankara: Serbest Yayınları, 2019), II, 222, 231-232.
İlginizi Çekebilir