© Yeni Arayış

Selim İleri’ye ilk mektup

Birlikte bir hayalin peşine düşmüşlüğümüzün ayrıcalığından şımarmıştım çok. Sizinle bir roman yazmanın, ikimizin adını yan yana bir kitap kapağından görecek olmanın büyüsüne kapılmıştım. Çalışma masam, konsolun ve koltukların üstü, her yerde sizin kitaplarınız, aldığım notlar, bir sonraki buluşmamızda ne giyeceğimin telaşı, hepsi dağıtmıştı evi. Hiç toplanmayacak bir dağınıklığın ortasında kalakaldım ardınızdan.

“Benim de bir difenbahyam var, daha küçük. Büyüyünce o da orman olur mu?” diye sordum size, gülümsediniz, anladınız.

Anladığınız için gülümsediniz. Boşuna değildi hiçbir cümle, çok iyi bilirdiniz; bir ömür kadar uzun bilirdiniz.

Daha biz tanışmadan anlamıştınız zaten; bu zamana ait olmadığımı, yanlışlıkla içine düştüğüm ana uzaklığımı, olmamam gereken bir yerde bulunuyor olmanın huzursuzluğunu, bir türlü alışamadıklarımı, uyumsuzluğumun bir sebebi olduğunu yazmıştınız siz, henüz buluşmamıştık.

Sonra “Sen 30’ların kadınısın, biz o zamandan tanışıyoruz.” diyecektiniz. Şaşırmayacaktım. Dantellerin, ipeklerin ve aşkın, dokunmanın, sevmenin ve ayrılmanın ve kıskançlıkların, insana dair hasletlerin ve hasetlerin arasından yürümeye başladık, saçıma bir vualet takmıştınız.

İlk karşılaşmamızın loş ışıklarını hatırlıyorum; akşam safalarının açtığı vakitti. Daha yeni konuşmuştuk sizinle ilgili. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli için iki ayrı zamanda yazdığınız yazıları okumuştuk Selçuk’la. Bir fikrin nasıl zarafetle geri alınabileceğini ve nasıl içtenlikle özür dilenebileceğini ve insanın zamanla kendinden soyunmayı becerebilmesinin enfes bir örneği olduğunuzu konuşmuştuk. Size tanışır tanışmaz söyleyecektim, bir kez daha hüzünlenerek anlatacaktınız ama o sonra galiba. Bir utancı bu kadar açıklıkla anlatabilmenin ve hesaplaşabilmenin güzelliğini görmüştüm sizde, hakkında kötü söz söylediklerimden utanmıştım, o da mı sonra? Barthes konuşmuştuk, Eagleton; işte bu o an…Karşılaşmış olmanın sevinçli heyecanında neden bunları konuştuk, bilmiyorum. Belki size kendimi göstermek istemiştim, ilginizi çekmek. Önemliydi ilginizi çekmek, siz olduğunuz için…

“Bana Çiğdem deseniz.”

“Sen de bana Selim dersen.”

“Nasıl olur?”

Ah Selim Bey!

Ah Selim!

Karşılaşmak buluşmak değildi elbette; buluşmak özene dairdir, ilk buluşmamızda Knidos labirentli inci kolyemi ilk kez takmam bundandı; siz detayları severdiniz, bilirdim. Sevmiştiniz. Hatırlamıştınız sonra. İncilerin yakıştığını söylemiştiniz; sözcüklerin yakıştığını söylediğiniz gibi. İnci küpelerimin yeşil minelerini de fark etmiştiniz, kimse etmemişti daha evvel.

Size kitaplarımı imzalamıştım; hayal dahi edemezdim herhalde bir gün size kitaplarımı imzalayacağımı. Sevinciniz ve heyecanınız nasıl da unutulmazdı, nasıl da…Okudunuz sonra.

Bir buluşmanın ardından, henüz tadı damağındayken insanın gelen bir mesajın inceliğinde bir daha tanıştık sizinle; “ne güzel bir geceydi” ile gelen sevinci kaç kişi biliyordu ki artık? Uzun uzun bakmıştım o mesaja, yenileri geldiğinde, telefonda adınızı gördüğümde hep aynı incelikli cümlelerin getirdiği sevinçle…

Kalabalıktık aslında oturduğumuz masalarda, ikimizden başka kimse görmüyordu.

Yazarak yarattığınız herkes yanıbaşımızda oturuyordu, size biraz sitemle mi bakıyorlardı acaba? Siz benim Leyla’mdan bahsediyordunuz, Sayru başını omuzuma yaslamıştı. Kocaman siyah gözlü dünya güzeli bir kadının kokusu duyuluyordu, Süha Rikkat surat asıyordu.

Birlikte bir hayalin peşine düşmüşlüğümüzün ayrıcalığından şımarmıştım çok. Sizinle bir roman yazmanın, ikimizin adını yan yana bir kitap kapağından görecek olmanın büyüsüne kapılmıştım. Çalışma masam, konsolun ve koltukların üstü, her yerde sizin kitaplarınız, aldığım notlar, bir sonraki buluşmamızda ne giyeceğimin telaşı, hepsi dağıtmıştı evi. Hiç toplanmayacak bir dağınıklığın ortasında kalakaldım ardınızdan.

Son buluşmamızda ayrılırken gözyaşınızdan öpmüştüm sizi. “Artık aramızda kopmaz bir bağ var, gözyaşınız bana karıştı.” dedim, elimi tuttunuz.

Siz öylece bırakıp gidince, daha dün konuşmamış mıydık, terk edildim sandım, beni terk ettiğinizi sandım. Sonra ellerimi bırakırken söylediklerinizi anımsadım:” O romanı mutlaka yazacaksın değil mi? Her ne olursa olsun.” Gözyaşınızdan öpmüştüm, başka çarem var mıydı?

O hafta hangi gün buluşacağımı konuşacaktık, mesajıma yanıt gelmedi, yapmazdınız, mutlaka arardınız. Fırat aradı beklerken:

-Ne yapıyorsun?

-Yemek hazırlıyorum, sen?

-O zaman yemeğini ye, arayacağım birazdan.

Meğer haberi vermek için yemeğimi yememi istemiş, sonradan dünyadaki tüm incelikleri alıp gitmediğinizi düşünecektim, böyle insanların hayatımdaki varlığına şükredecektim.

Çalışma odası hep siz, kitaplarınız, ömrünüz…O dağınıklık çağırıyor sürekli.

Giremedim birkaç gün odaya, masaya oturamadım.

Belki o da sonra…

Anlamadım söylediklerini; daha iki gün evvel iki dostla birlikte oturmuştuk saatlerce, ne güzel gülmüş, ne güzel ağlamış, hep birlikte hayaller koymuştuk masaya; en sevdiğiniz mezelerin ortasına, bol sulu rakınızın yanı başına. Ve daha dün, konuşmuştuk nasıl olurdu, nasıl giderdiniz? Birlikte yazacağımız bir roman vardı daha, bana hediye edeceğiniz bir resim daha ve ben size bir dolmakalem…Sonra Selçuk çıkınca, Yaşar İstanbul’a gelince…

Sonra, sonra…

Sonranın olmadığını bilemedik, aklımıza getirmedik. Halbuki yok sonra.

“Müthiş bir hediye onunla yaşadıkların, böyle düşünmelisin.” diyor Osman Bey.

Ben hala “sonra” …

Osman Bey haklı, ben de…

Çalışma odası hep siz, kitaplarınız, ömrünüz…O dağınıklık çağırıyor sürekli.

Giremedim birkaç gün odaya, masaya oturamadım.

Belki o da sonra…

Ama o gece, gittiğiniz gece, öptüğüm gözyaşınız gözlerimden akarken balkon masasında bilgisayarın başına oturdum.

Size sözüm vardı, kendi hayalime sözüm vardı…

Kapalı balkon, merak etmeyin; üşümüyorum.

Başladım Selim Bey; sizsiz ama sizinle yazıyorum o romanı…

Mutlaka ve her ne olursa olsun…

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER