© Yeni Arayış

Seküler Çağ’da dini kurumsal e-postalara karşı savunmak

İnsanlık büyük çabalarla kurduğu tapınakların, mabedlerin gölgesinde oturmaya devam ederken o cesametin ilhamını veren doğanın kural ve kurgusunun sırrının kendi aklının yeteneği ile çözülebileceğini görmeye başlar. Bu çağın Charles Taylor’a göre tam adı Seküler Çağ’dır.

Gerçekten insanların inançla bağlarının devam etmesini istiyorsanız önce Seküler Çağ’ı okuyun. Kendinizle yüzleşin. İnancın devlet zoruyla değil insanların inancı yüreklerinde hissetmesiyle var olabileceğini anlayın. Bunun başka bir yolu bulunmuyor çünkü.

“Tanımlamak ve izini sürmek istediğim değişim, bizi Tanrı'ya inanmamanın neredeyse imkansız olduğu bir toplumdan, en sadık inanan için bile inancın diğerleri arasında insani bir olasılık olduğu bir topluma götüren değişimdir. İnancımı terk etmeyi düşünülemez bulabilirim, ancak muhtemelen bana çok yakın olanlar da dahil olmak üzere, dürüstçe yaşam tarzlarını ahlaksız, kör veya değersiz olarak reddedemeyeceğim, inancı olmayan başkaları da var (en azından Tanrı'ya veya aşkın olana değil). Tanrı'ya olan inanç artık aksiyomatik değildir. Alternatifler var. Ve bu aynı zamanda muhtemelen en azından belirli bir ortamda kişinin inancını sürdürmesinin zor olabileceği anlamına gelecektir.”

Charles Taylor/Seküler Çağ

Kurumsal hayatta yer aldığım yıllar boyunca öğrendiğim en önemli ders klavyenin soğukluğundan ve kolaylığından kaçınmak olmuştur.  Cem Köksal’ın başına gelenleri seküler çağ kavramı ile anlamaya çalışmak işin özü olsa da Türkiye’nin en büyük kurumlarından birinin başına geçmiş olmasına karşın bu basit gerçeği uzun atlayan Cem Köksal’ın hatasının da altını çizmek lazım. Asla klavye katılığına kapılma, Maili yollarken bir kez daha oku.

Bu temel kurumsal tavsiyeyi akılda tutarak asıl konuya girebiliriz:

Seküler Çağ’da yaşamak ideolojik Müslümanlar (ideolojik Hristiyanlar sahneyi 500 yıl önce terk etmişlerdir) için oldukça büyük bir sıkıntı içeriyor. Charles Taylor’un ikonik eseri özetle 20. Yüzyılın teknoloji devrimi çağında dinin karşı karşıya kaldığı önemli açmazları ve sıkıntıları gün yüzüne seriyor. İnsanlar dine ihtiyaç duymadan da hayatlarını sürdürebiliyor ve dünya hala var olabiliyor.

Sanayi devriminin şafağına kadar dünya öyle ya da böyle dinsel bir yerdi. Bu çağa kadar müesses nizama karşı olanlar da yanında olanlar da dindar insanlardı. Büyük reformcu Martin Luther de bir rahipti.

1789 devriminde kırılan din cephesi burada aldığı yarayı telafi etse de 19. Yüzyıl buluşlar çağı olarak kutsal kitabı büyük ölçüde geri plana itti.

Marxizm’in dini halkın afyonu olarak tanımlaması sırtını Fransız Devrim ideallerine yaslamış görünse de gücünü bilginin kutsal kitabı aşan derinliklerinden alıyordu.

Dinin toplumsal hayat için içerdiği rolün bilimin anlattıklarının karşısında çaresiz kalması tarihte hiçbir zaman görülmemiş bir dönüşüme yol açtı. Sınıflı toplumun temellerinin atıldığı antik çağlardan bu yana ilk defa ister çok tanrılı ister tek tanrılı dine inansınlar; insanlar yüzyüze oldukları doğanın sırlarını kendileri herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadan çözebilmişlerdir.

İnsanlık büyük çabalarla kurduğu tapınakların, mabedlerin gölgesinde oturmaya devam ederken o cesametin ilhamını veren doğanın kural ve kurgusunun sırrının kendi aklının yeteneği ile çözülebileceğini görmeye başlar.

Bu çağın Charles Taylor’a göre tam adı Seküler Çağ’dır.

Seküler Çağ’da din tabii ki yok olmamıştır. Ama artık yeri çok daha farklıdır. Bu dinin dönüşümü, kurallarının, ritüellerinin değişimi anlamına gelmez. Sapasağlam 2 bin ya da daha fazla senedir var olan dinlerdir bunlar.  En küçük bir değişikliğe dahi tahammül olmayacak denli kökleşmiş, yerleşmiş ve sabitleşmişlerdir.  Değişiklik tabii ki inançta değildir.

Seküler Çağ’da değişen dinin toplumsal yeri ve rolüdür. Bu yalın cümle içeriğinde Seküler olanın ne insan ne de o insanların oluşturduğu toplum olmadığının bilincidir aslında.

Sekülarizm ya da bizdeki pejoratif kullanımı ile laiklik yani kabaca dinle devlet işlerinin ayrılması kolaycı bir kırılmanın tanımı olarak iş görüyor.

Seküler çağda inancın en yılmaz savunucusu olmanız bile sizin seküler araçlara ve seküler kurallarla bağlı kalmaktan kurtaramaz. Siyasal baskılarla yürütülen dayatmaların seküler çağda tuhaf bir zamandışılıktan öte bir faydası olmayacaktır.

1994’ten beri ülkeyi fiilen eline almış olan gelenek için laiklik kavramının aşağılayıcılığı kifayet etmez ve üzerine bir de laikçilik gibi daha da aşağı bir sıfat eklenir. Türkiye’de dinin değil ama inancın devlet işlerinden uzak tutulması konusunda oluşan hassasiyete bir tepkidir bu. İnanmanın ve dindarlığın Fransız Devrimi ile Marksizm arasında aydınlanma çağındaki tepkiselliğinin bir sonucudur Türk cumhuriyet modernleşmesinin aldığı bu konum.

1945’de ABD-Sovyetler arasındaki çatışma Türkiye’de siyasete bambaşka bir şekil verir. Din giderek bir anti komünist araç haline gelir. Devlet bir yandan laiklik adı altında inancın görünürlüğünü kısıtlarken diğer yanda uluslararası konjonktür Sovyetlerin yeşil kuşakla çevrelenmesini temin eder.

1980’in Trump’u Reagan Beyaz Saray’da ağırladığı mücahitlere kendilerini Amerika’yı kuran Kurucu Babalarla eşdeğer gördüğünü ifade eder.

AKP’nin  1994’de Sovyetler yıkıldıktan sadece 3 yıl sonra Türkiye’de ipleri ele geçirmesi tesadüf eseri değildir. Laiklik görselliği içinde ABD’nin yeşil kuşak aparatı olan Türkiye’nin askeri oligarşisi tüm rakipleri ekarte ederken yolu siyasal İslam’ın yeni bir versiyonuna açmıştır.

Kısa Dünya/Türkiye tarihini anımsamak; bunun Seküler Çağla ilişkisini teşhis etmek içindi.

Türkiye’de laikliğe karşı olan tavır devlet laik olur kişiler olmaz noktasından devletin de  daha az laik olacağı bir noktaya evrildi.  Dinin sınırlarına karşı gösterilen hasislik dinsel alanı daraltan yada dinsel alanı kızdıran hemen her ifadenin cezalandırılması aşamasına geldi.

Ramazan kutlamasının yöntemine yönelik eleştiri, laik olduğu varsayılan devletin hukuksal düzeni içinde ceza/korkutma/dışlama nesnesi olabilmişti. Bunun benzer örneklerini daha önce de görmüştük. Kadir gecesine saygı gösterilmesi hukuksal koruma altına girmişti.

Bütün bunlar dini hassasiyetin savunusu ve laikliğin devletin dini olmadığı anlamının sorgulanması anlamına geliyor.

Peki bu sürdürülebilir bir durum mu? Ya da buradan varılacak nokta hayatın dinselleşmesi anlamına gelebilir mi? Bu sorunun yanıtı olumsuz. İslamcı duyarlıkla siyasetin laiklik tanımını yeniden yapılsa da seküler bir çağda bu çaba suya yazılan bir yazıdan öte gitmeyecektir.

Vatikan’dan Afganistan’a kadar kendisini inancın temsilcisi gören yönetim sistemleri için de sekülerlik insanlara ya da devlete dair bir tanım olmanın ötesine geçmiştir. Seküler çağda inancın en yılmaz savunucusu olmanız bile sizin seküler araçlara ve seküler kurallarla bağlı kalmaktan kurtaramaz. Siyasal baskılarla yürütülen dayatmaların seküler çağda tuhaf bir zamandışılıktan öte bir faydası olmayacaktır.

Gerçekten insanların inançla bağlarının devam etmesini istiyorsanız önce Seküler Çağ’ı okuyun. Kendinizle yüzleşin. İnancın devlet zoruyla değil insanların inancı yüreklerinde hissetmesiyle var olabileceğini anlayın. Bunun başka bir yolu bulunmuyor çünkü.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER