Şehrin bir oyun çamuru gibi yumuşaklık kazanması
KENTŞehri bir “oyun çamuru”na çeviren, siyasetçilerin şehri öyle görmelerine yol açan, anlamlandıran ya da gösteren birtakım teknikler, ilişkiler bulunuyor. Bugün sanki bir savaştan çıkmışçasına yıkıntıları, kaybolan anıtyapıları, keşmekeş haliyle ile ortalıkta duran meydanlar bu durumun en belirgin göstergeleri.
“Oyun çamuru” adı üzerinde, çocuklara verilen yumuşak bir madde.
Günümüzde ele yapışmasın, ortalık kirlenmesin diye genellikle sentetik malzemelerden ve renkli üretiliyor. Ama bu maddeye hala “çamur” deniyor. Başlık da böylesine bir benzetme içeriyor. Ama bu defa bir oyun olarak değil, bizzat şehrin kendisi üzerinde.
Siyasetçilerin şehri nasıl bir gösteri sahnesi olarak kullandıklarına işaret ediyor. Ancak şu farkla: Siyasetçiler bu oyunu kendi başlarına oynamıyorlar. Şehri bir “oyun çamuru”na çeviren, siyasetçilerin şehri öyle görmelerine yol açan, anlamlandıran ya da gösteren birtakım teknikler, ilişkiler bulunuyor.
Bugün sanki bir savaştan çıkmışçasına yıkıntıları, kaybolan anıtyapıları, keşmekeş haliyle ile ortalıkta duran meydanlar bu durumun en belirgin göstergeleri.
Örneğin Eminönü meydanı ya da Karaköy meydanı şehrin milli siyasetin bir gösteri alanı halini alması ile, bir “yapboz tahtası”na dönmesinin sonucunda ne hale geldiğinin tipik bir sonucu.
Yenicami’nin tam dibine, Venedik’in San Marco meydanı gibi bir yere devasa tünelli bir otoyol kavşağı yerleştiriyorsunuz. Tarihi Yarımada’yı bir otoyolla kuşatıyorsunuz. Hayret değil mi? Kimsenin sesi çıkmıyor. Daha doğru söyleyeyim, sesi çıkması gerekenlerin sesi çıkmıyor.
Neden?
Şehirde ulaşım başka türlü düzenlenemez mi, şehrin merkezi trafikten arındırılamaz mı?
Hayır!
Şehir sanki iktidarların bir oyun alanı. Sanki başka türlüsü olamaz.
Oysa bu sorunun cevabı açık:
Bakıyorsunuz bütün bu yıkımların arkasında bağımsız olmaları (işlevleri gereği kamuoyunu bilgilendirmeleri beklenen) değerli uzmanlar var. Kamu gücünü, kariyer imkanlarını kullanarak belediyelere projeler yapan,” neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilen”…
Şehrin merkezinde, Taksim meydanına uzanan Gümüşsuyu, Sıraselviler, Cumhuriyet caddeleri gibi iyi düzenlenmiş yerlerini dalış rampalarına dönüştüren bir proje hazırlanıyor, gene kimsenin sesi çıkmıyor. Çıkmak şöyle dursun, bir de alkışlıyorlar. Proje öğrenciliğinizden başlayarak tam beş kere karşınıza çıkıyor, uygulanmaya çalışılıyor. İtiraz etmeye çalışıyorsunuz, bir de azar yiyorsunuz:
“Ulaşım bilimsel bir konudur, tartışılmaz!”
“Haliç’i temizliyorum” diyerek, şehrin en değerli birikimini, tarihi değerlerini, küçük üretim dokusunu kazıyorsunuz, gene kimsenin gıkı çıkmıyor.
“Galataport” adı verilen bölgede geçmişte inşa edilen Antrepolar örneğin. Milli siyasetin en önemli yeniden üretim araçlarından biri olan ithal ikameci dönemde şehrin ekonomisini kontrol altında tutmak, yani “kimin zengin olacağına ve kapsanacağına, kimin dışlanacağına karar vermek için” tıpkı bir hapishane duvarı gibi, üstelik tam yarım asır boyunca şehrin finans, sosyal ve kültürel merkezi olan Beyoğlu’nun denizle ilişkisini koparıyor. Merkeziyetçi yapının adeta kırbacı gibi işlev görüyor.
Bakıyorsunuz gene aynı durum.
Beyoğlu finans, Haliç endüstri merkezi olmaktan çıktıktan, yani o müstesna işlevi bittikten sonra, gene neredeyse bir çeyrek asır boş kalıyor.
Ama şehrin anlam dünyasını askıya alan bu milli siyasetin normali bu. Bu siyasal sistem böyle çalışıyor. Buna “rıza imalatı” deniyor. Ulaşım, imar, koruma… hangi konu olursa olsun, “milli siyaset” şehrin anlam dünyasını şiddetle düzenleyen, neyin görülüp neyin görülmeyeceğine karar veren, iktidar alanına saçaklanan zümrelere imtiyazlar sağlayan sembolik bir alan.
BU SİYASAL SİSTEM BÖYLE ÇALIŞIYOR
Sonra da şehrin bu müstesna alanı bu merkeziyetçiliği yeniden üretmek, şehrin kaynaklarına el koymak için satılıyor. Gene ses yok. Yanı başındaki ülkenin en eski mimarlık eğitimi kurumu da, kamu imkanlarını kullanan kişileri de bu işin içinde.
Şaşırıyorsunuz. Ama şehrin anlam dünyasını askıya alan bu milli siyasetin normali bu. Bu siyasal sistem böyle çalışıyor. Buna “rıza imalatı” deniyor. Ulaşım, imar, koruma… hangi konu olursa olsun, “milli siyaset” şehrin anlam dünyasını şiddetle düzenleyen, neyin görülüp neyin görülmeyeceğine karar veren, iktidar alanına saçaklanan zümrelere imtiyazlar sağlayan sembolik bir alan.
Bütün bu kıyı şeridindeki Rum, Ermeni, Yahudi işyeri sahiplerine gayrı resmi bir şekilde (samimiyetle) söylenen “bir …’ye buraları bırakamazdık” sözüne hiç değinmedim. Ama bu sözlerin fırsatçı kişiler tarafından değil, bizzat devlet gücünü kullanan kişiler tarafından söylenmiş olması da cabası.
Şehri bir gösteri alanı olarak gören, “oyun çamuru”na dönüştüren, anlam dünyasını askıya alan bu uygulamalardan birinden, bu arada onlarca anıtyapının da yok edilmesine yol açan Menderes yıkımlarından önceki yazımda söz etmiştim. Şehrin değerli mimarlık eserlerinden birinin, Karaköy Camii’nin neden kaybolmuş ya da yıkılmış olabileceğine dair birtakım sorular sormuştum.
Son derece üretken ve titiz bir tarihçi olan değerli Ayşe Hür bu yazıdan alıntılar yapmış. Bu yazıyı destekleyecek şekilde Menderes yıkımları hakkında çok önemli bilgiler vermiş.
Hür şunları söylüyor:
“CHP’de yetişen kadrolarla kurulan DP, Cumhuriyet’in modernleşmeci ideolojisi ile Anadolu taşrasının dünya vizyonunu birleştirmişti. Buna bir de İkinci Dünya Savaşı’nın galibi ülkelerin dünyaya empoze ettiği demokrasi anlayışı ve kapitalist gelişme modelinin heyecanı eklenmişti. İstanbul, Lütfi Kırdar dönemi hariç, 30 yıldır el sürülmemiş bir kent olarak, Menderes’in bu vizyonu sahneleyebileceği uygun bir mekândı. Bütün bunların üstüne, İstanbul her açıdan büyük bir potansiyele sahipti ve dev bir oy deposuydu. Adnan Menderes ve ekibini en çok rahatsız eden şey, kargacık burgacık sokakların, dik yokuşların ve çıkmaz sokakların yarattığı trafik keşmekeşiydi. Yine de ilk yıllarda tali yolların düzenlenmesiyle yetinildi. Bu bağlamda Kasımpaşa-Hasköy-Dolapdere yolu, Kuruçeşme-Ortaköy yolu düzenlendi, çıkıntı yapan binaların traşlanmasıyla yetinildi.1954 yılında danışman olarak çağırılan kent planlamacısı İngiliz Sir Patrick Abercombie, raporunda “İstanbul planlaması bir yabancı tarafından yönlendirilemez” demiş ve görevi kabul etmemişti.
Ancak Menderes kararlıydı. Burak Boysan’a göre Nisan 1956’da Tahran’a giden ve orada Rıza Şah’ın başlattığı imar harekatından, açılmış olan geniş bulvarlardan çok etkilenen Menderes, Tahran dönüşünde, 1958 seçimlerinden önce (seçim daha sonra 1957 Ekim ayına alındı) yürütülebilecek en başarılı propagandanın, en iyi ‘halkla ilişkiler’ stratejisinin İstanbul’un imarı olduğuna karar vermişti. Bunun için de hemen kolları sıvadı. Bir yandan kanunlar çıkaracak, bir yandan da yerli-yabancı uzmanları bu iş için seferber edecekti. Onların eksikliğini de elbette kendisi dolduracaktı!
Menderes, şehrin 2.600 yıllık tarihini gözardı ederek ve kapitalist dünyanın o günlerdeki ekonomik tercihi olan petrol ve otomobil tüketiminin mecburi istikameti olan karayolculuğu esas alarak giriştiği imar faaliyetini “İstanbul’un yeniden fethi” olarak adlandırmıştı. Bir önceki devrin “merkezi planlamacı” zihniyetine inat, Menderes el yordamıyla hareket etmekte sakınca görmedi. Bir gazeteye verdiği beyanatta “plan iyi bir şey ama bunun için vakit ve nakit lazımdır” demişti.
Nitekim üç büro sürekli bazen birbiriyle çelişen projeler üretirken, Menderes bazen birinin önerisini kullanıyor, bazen diğerini, bazen de kendi aklına gelen bambaşka bir çözümü uygulatıyordu.
Menderes’in şehri hallaç pamuğu gibi atmasına neredeyse tek başına karşı koyan Mimar Turgut Cansever’e göre, Prost’un nazım planında önerilen yollar, yerinde bir inceleme yapılmadan, masa başında katlarca büyütülerek hayata geçirilmeye çalışılmıştı. Menderes döneminin Eski Eserler Müşaviri Mimar Behçet Ünsal ise Güzel Sanatlar Akademisi’nin önündeki yolun genişliğini soran uzmanlara, Menderes’in yerden aldığı bir taşı ölçek alarak cevap verdiğini anlatmıştı. Bu arada, bazı büyük mimarlar ise, “Siz bir dahisiniz, siz doğuştan mimarsınız” diyerek Menderes’i coşturuyorlardı.
Menderes’in öylesine acelesi vardı ki, yıkılmak istenen binalara alelacele ‘maili inhidam’ (yıkılmak üzere) raporu alınıyor, ertesi gün yıkım başlıyordu.”
Hür’ün sayfasından uzunca bir alıntı yaptım. Ama gene de şehrin nasıl bir “oyun çamuru”na dönüştüğü, tarihindeki bu yıkımlarla ile ilgili bu önemli yazının bütününü okumanın yararlı olacağını düşünüyorum.
İlginizi Çekebilir