Seçim sonrası ekonomide tufan mı?
GENELAKP’nin 20 yılı aşkın süredir izlediği kalkınma ve toplumsal dönüşüm politikasının oluşturduğu siyasi ekonomik yapının seçim sonrası izlenileceği söylenilen politikalara nasıl tepki vereceği dikkate alınmıyor. Bu politikaların AKP destekçisi olan belli sermaye kesimlerinde yaratacağı memnuniyetsizliklerin, iktidarın bunca yıl oluşturduğu iktidar koalisyonunu zayıflatıcı etkisi ihmal ediliyor; önemsenmiyor.
Seçim sonrasında iktidarın nasıl bir ekonomi programı izleyeceği kamuoyunun gündeminde. Beklentilere göre, bugünkü siyasi rekabetin “zaruri” kıldığı ve kamuoyunda memnuniyet üretecek politikalardan seçim sonrasında vazgeçileceğine inanılıyor.Ya da inanılmak isteniyor…
Özellikle yaptıkları açıklamalarla bu yöndeki beklentilerin oluşmasına aracılık eden bizzat ekonomi yönetimi.
Parasal “sıkılaştırma” ve bu yolla iç talebin düşürülmesi enflasyonla mücadelenin araçları olarak kamuoyunun gündeminde tutuluyor.Sanki ülkedeki enflasyon talep çekişliymiş gibi…
Oysa bizzat merkez bankanın kendisi itiraf ediyor, enflasyonu kontrol edebilmek için TL’nin değerlenmesinin ne kadar önemli olduğunu. Gıda ve barınma krizinin yol açtığı enflasyonist baskıların ise para politikası ile herhangi bir alakası yok. Daha çok yapısal; yani politikasızlık sebebi. Maalesef ekonomi yönetimi bunları görmezden gelerek, geçmiş yönetimlerin yaptıklarından çok da farklı olmayan siyasi bir tutumu takınılıyor.
Şu an için kamuoyunda oluşturulan beklentiler ciddi bir karamsarlığa kaynaklık ediyor. Ancak gündemde yer almayan bir konu var ki, seçim sonrası izlenecek ekonomik politikalarının niteliği üzerinde önemli bir etkiye sahip. O da Türkiye ekonomisinin bundan 20 yıl öncesinden çok farklı bir ekonomik yapıya sahip olması ve iktidarın siyasi yapısını oluşturan toplumsal kesimlerde memnuniyet üretecek ekonomik uygulamaların birbirinden farklılaşmasıdır.
Bu iki yapısal kısıt AKP iktidarının beklendiği gibi kısıtlayıcı ekonomi politikalarının uygulanabilirliğini belirlemek bakımından önemlidir. Bu kısıtlar yok gibi davranıp, iktidarın herhangi bir politikayı uygulamada yeterince özgürlüğe sahipmiş gibi davranmak bugünkü siyasi konjonktürde pek mümkün görünmemektedir.
Siyaset ve ekonomide son yirmi yılda ortaya çıkmış yapısal farklılıkların iktidarın politika tercihlerinde oluşturduğu kısıtlar, bunların bir sonucu olarak ortaya çıkan aşağıdaki sorulara da cevap verilmesini zaruri kılmaktadır. Bu sorulara cevap vermeden seçim sonrası iktidarın izleyeceği ekonomi politikalar hakkında gerçekçi beklenti oluşturmanın mümkün olmayacağını düşünmekteyim. Özellikle kurumsallığın olmadığı, bugünkü tek adam rejiminde siyasetten bağımsız ekonomik karar alınabileceğini düşünerek ekonomik beklenti oluşturmanın da çok gerçekçi olmadığının hatırlanması gerekiyor.
Böyle kutuplaşmış bir toplumda, böylesine maliyetli ekonomik politikalarını uygulayabilmek için iktidarın sahip olduğu destek yeterli değildir. Belki başkanlık seçimleri kazanmak için 50+1 yasal olarak yeterliyken, böylesi bir ekonomik istikrar tedbirlerinin başarılı olması kamuoyunun tamamının desteği ve rızasıyla mümkündür.
İKTİDARIN SAHİP OLDUĞU DESTEK YETERLİ DEĞİL
1. Kamuoyunun beklediği tarzda “sıkı” ekonomi politikası ülkemizde “kemer sıkma” politikaları olarak bilinir ve bu politikaların niteliği ve sonuçları hakkında ülke kamuoyu deneyim sahibidir. Böyle politikaların başarılı olabilmesinin önemli koşullarından biri “kamuoyu desteğidir”. Geçmişte böyle kamuoyu desteği olmayan uygulamaların başarısız olduğunu sıklıkla gördük. Ancak istisna derecede az olan başarı örneklerinde ise, gerek siyasi dayatmalarla, gerekse kamuoyunun hür iradesi ile alınan kamuoyu rızası başarıda önemli rol oynamıştır. Örneğin 2001 krizi sonrası uygulanan politikaların başarısının sırrı bunda gizlidir. Maalesef bugünün siyaset dili kutuplaşmaya dayalı bir dildir ve zorlu geçeceği anlaşılan bir seçim sürecinde, bu dilin bir kez daha sorumsuzca kullanılacağı anlaşılmaktadır. Böyle kutuplaşmış bir toplumda, böylesine maliyetli ekonomik politikalarını uygulayabilmek için iktidarın sahip olduğu destek yeterli değildir. Belki başkanlık seçimleri kazanmak için 50+1 yasal olarak yeterliyken, böylesi bir ekonomik istikrar tedbirlerinin başarılı olması kamuoyunun tamamının desteği ve rızasıyla mümkündür. İşte bu noktada sormak gerekiyor. Acaba iktidar, seçimlerin hemen ardından böyle yaygın bir rıza üretecek siyasi desteğe sahip olabilir mi?
Sonuç olarak yüksek oranda kamuoyu desteği olmadan beklendiği tarzda maliyetli de-enflasyon politikalarının başarılı olması mümkün değildir.
2. Geçmişte ülkemizde uygulanan politikalar tek başına “enflasyonla mücadeleyi” amaç edinmiş politikalar değildi. Zira enflasyonun gelişmiş piyasa ekonomilerinde olduğu gibi sadece para politikasını konusu olarak görülme mümkün değildir. Geçmişteki başarılı örneklerde enflasyonun yapısal bir sorun olduğu kabul edilerek, ekonomide irrasyonel kaynak kullanımının ve yanlış ekonomik politikaların sonucu olduğu kabul edilmişti. Bu yüzden ekonomide kaynak kullanımlarının etkinliğini ve verimini arttıracak tedbirler alınarak ekonomik karar süreçleri güçlendirilmiş ve rasyonelleştirilmiştir. Bu yapısal reformların bir sonucu olarak, enflasyonla mücadelede başarı sağlanmıştır. Bugün yürütülen enflasyonla mücadele sadece “prematüre” bir para politikası ile yürütülmeye çalışılmakta.
Dahası iktisat kamuoyu da bu politikalara ciddi pirim vermektedir. Elbette Türkiye ekonomisinde makroiktisadi istikrar sağlamak için kemer sıkmaya ihtiyaç vardır. Ancak buradan elde edilen sonuçların kalıcı olması için asıl yapılması gereken gelecekte sürekli kemer sıkmaya ihtiyaç duymayacak şekilde “sağlıklı kilo vermektir”. Yani harcamalarınızın verimli kullanımını sağlamaktır.
3. Yine geçmişte gördüğümüz benzer politikaların uygulamalarında sadece özel sektörü değil, aynı zamanda kamu sektörünün de kemer sıkması sağlanmıştır. Hatta kamu kesiminin harcamalarını rasyonelleştirmek, etkinliğinin ve veriminin arttırılması için birtakım yapısal reformlar önerilmiş, özelleştirmeler yapılmıştır. Maalesef bugün uygulanan ve/veya uygulanacağı söylenen politikaların maliye ayağı ile ekonomik reform ayağı eksik.
Sayın Mehmet Şimşek seçim sonrası iç talebi kısmaktan bahsetmektedir. Ancak en son açıklanan büyüme rakamlarından da görüldüğü gibi, iktidarın çok övündüğü 2023 ve önceki yıllardaki büyümenin kaynağı hep hizmet sektörleri olmuştur. Bu faaliyetler de iç talebe en çok bağımlı olan faaliyetlerdir.
4. AKP’nin 20 yılı aşkın bir süredir tercih ettiği ekonomik yönetimi pratiği “üretim” değil, daha çok “yeniden dağıtıma” önem veren bir özellik göstermektedir. İçinde bulunduğumuz ekonomik güçlükleri aşabilmek için çok kısa sürede bu pratiği değiştirebilmek ve kaynak kullanım önceliklerini üretime kaydırmak çok mümkün görünmemektedir. Zaten şu ana kadar da böyle bir tercihin yapıldığını gösteren bir işareti iktidardan alamadık. Maalesef AKP elitlerinin üretimden anladığı “hizmet-ticaret ve-inşaat” gibi alanlardaki genel hizmet üretimidir. Sayın Mehmet Şimşek seçim sonrası iç talebi kısmaktan bahsetmektedir. Ancak en son açıklanan büyüme rakamlarından da görüldüğü gibi, iktidarın çok övündüğü 2023 ve önceki yıllardaki büyümenin kaynağı hep hizmet sektörleri olmuştur. Bu faaliyetler de iç talebe en çok bağımlı olan faaliyetlerdir.
2024 ve sonrası için ortalama %4 büyüme öngören ekonomi yönetiminin, bu büyümeyi hangi iktisadi faaliyetlere dayandıracağı ise hale merak konusudur. Zaman zaman Sayın Mehmet Şimşek ihracatı çözüm olarak gündeme getirse de, ihracat artışını sağlayacak dış talepteki durağanlığın yanında, enflasyonu kontrol altında tutmak için değerlenmesine izin verilen TL, bu hususta ciddi kısıtları oluşturmaktadır. O zaman mevcut koşullar altında ekonomi yönetiminin enflasyon ve büyüme arasında ciddi bir tercih yapması gerekmektedir. Ancak bu konuda siyasi iradenin büyümeyi tercih etme ihtimali yüksektir.
5. AKP yönetiminin büyüme yanlısı olmasının siyasi bir manası var. Elbette AKP de, ülkemizdeki diğer geleneksel sağ partiler gibi, büyüme taraftarı olan ve kitleleri büyümenin nimetlerinin yeniden dağıtımı ile konsolide etmeye çalışan bir siyasi yapıdır. Dolayısıyla büyüme sürdürülebilir olduğu müddetçe enflasyona karşı tercih edilecektir. Geçmişte de böyle olmuştur. Zaten genel seçimlerin hemen ardından kamuoyuna açıklanan Orta Vadeli Programda (OVP) da, 2026 yılına kadar %4 civarında bir büyüme hedef ortaya konulmuştur. Diğer bir deyişle iktidar, büyümeden taviz verilmeyeceğinin mesajını tüm açıklığıyla kamuoyuna vermiştir. Ekonomi yönetimi enflasyonla mücadelelerini bu önemli kısıt altında gerçekleştirmek zorundadırlar. En son açıklanan 2023 yılına ait %4,5’luk enflasyon oranı, bu bakımdan umut vericidir. Ama böyle bir enflasyonun nasıl sağlanacağı sorusundan bağımsız olarak, bunun enflasyon üzerinde etkisinin olmayacağı düşünülebilir mi?
6. Siyasiler açısından ekonomik büyüme “yeniden dağıtımın” en önemli aracıdır. Büyümenin olmadığı bir ekonomide, kamuoyunda belli kesimlerini rahatsız etmeden yeniden dağıtımın yapılması mümkün değildir. Siyasi olarak yeniden dağıtımın etkili bir siyasi araç olmasının koşulu ise, arzu edilen büyümenin siyasilerin kontrol edebildikleri iktisadi faaliyetler yoluyla gerçekleştirilebilmesidir. “Hizmet-ticaret-ve-inşaat” gibi dış rekabete kapalı iktisadi faaliyetlerin artışı ile elde edilen büyüme, siyasilere ekonomi üzerinde kontrol kabiliyeti kazandırırlar. Bunların dışında kalan sanayi ve tarım gibi iktisadi faaliyetlerden elde edilecek büyüme siyasilerden daha çok piyasanın etkisi altında oluşacaktır. Bu da siyasilerin ekonomi üzerindeki doğrudan kontrol gücünü ve yeniden dağıtım yapabilme kabiliyetlerini azaltır. Yeniden dağıtımın aracı olan hizmet-ticaret-ve-inşaat gibi faaliyetler hem kolay, ama kalitesiz büyüme elde etmede, hem de muhasebe kayıtlarının abartılabilmesine olanak sağlayarak büyüme oranların kaydi olarak arttırılabilmesine kolaylıklar sağlar.
7. AKP’nin 20 yılı aşkın süredir izlediği kalkınma ve toplumsal dönüşüm politikasının oluşturduğu siyasi ekonomik yapının seçim sonrası izlenileceği söylenilen politikalara nasıl tepki vereceği de dikkate alınmıyor. Bu politikaların AKP destekçisi olan belli sermaye kesimlerinde yaratacağı memnuniyetsizliklerin, iktidarın bunca yıl oluşturduğu iktidar koalisyonunu zayıflatıcı etkisi ihmal ediliyor; önemsenmiyor. AKP öncesi 1990’larda başlayıp, 2002 sonrası AKP ile birlikte hız kazanan kentleşmenin yönetiminde belli ölçüde başarı kazanış olan AKP’nin bu başarısının ardındaki en önemli faktör, kentlere gelenlerin şehirlerde daha yüksek refaha erişimlerini sağlamak olmuştur. Küreselleşmenin oluşturduğu rekabet kısıtı altında ve değişen teknolojilerinin oluşturduğu engellemelerle 2000’li yıllarda kentlerde elde edilecek refahın sanayi üzerinden değil de, daha çok hizmet-ticaret-ve-inşaat gibi faaliyetlerle sağlanması mümkün olmuştur. Bu ekonomik yapının “sanayisizleşmesine” yol açarken, aynı ekonomik yapının giderek “esnaflaşmasına” neden olmuştur. Kentlerde belirginleşen bu ekonomik yapı AKP ile bütünleşmiş ve onun en önemli siyasi müttefiki haline gelmiştir. Böyle bir yapının Sayın Mehmet Şimşek’in uygulamak istediği sıkı para politikası, daha az iç talep ve daha az kredi kullanımı ve yüksek faiz uygulaması gibi politikalara gönül rahatlığıyla rıza göstermesi beklenemez.
8. Türkiye ekonomisindeki müteşebbislerin %50’den fazlası küçük ve orta ölçekli müteşebbislerden oluşmaktadır. Bunlar arasında 9 ve daha az kişi istihdam eden işletmelerin miktarı ise küçümsenmeyecek miktarlardadır. Bir bakıma bunlar bahsi geçen esnaf ekonomisinin arz yönündeki en önemli aktörleri oluşturmaktadır. Bu “esnaf” boyutlarındaki işletme ve müteşebbislerin en önemli sorunu ise “yetersiz çalışma sermayesine” sahip olmalarıdır. Bu grubun gelirlerinin birincil kaynağı iç taleptir ve genellikle sermayeleri bu talebi karşılamaya yeterli düzeyde değildir. Çoğunlukla sermaye eksikliği banka kredileri ile karşılamaktadırlar. Son yıllarda giderek artan vergiler ve enflasyon da bu müteşebbislerin işletme sermayelerinde ciddi oranda erimeye neden olmuştur. Durum böyleyken, ekonomi yönetiminin bu işletmelerin azalan sermayelerini telafi edecek kredi imkânlarına erişim engeli getirmesinin ciddi bir siyasi maliyeti olacaktır. Bu maliyetlerden kaçınabilmek öncelikle bu işletmelerin küçülmelerini, buna müteakip istihdam miktarlarını azaltmayı zorunlu hale getirir. Hatta bir adım öteye gittiğimizde, bazılarının da iflasını gündeme getirir. Elbette bunun siyasi maliyetleri olacaktır. Kamuoyunda seçim sonrasına yönelik ekonomi beklentileri tartışırken bu konuya değinilmediği görülmektedir. Bu sorun bir yönüyle ekonomik, ama diğer yönüyle de siyasi bir sorundur ve AKP üst yönetiminin buna kayıtsız kalacağını beklemek, kanımca mümkün değildir.Seçim sonrası uygulanması düşünüle ekonomi politikalarının bu ve benzeri sorulara cevap olacak uygulamaları da kapsaması bu politikaların başarısını doğrudan etkileyecektir. Ancak ilginç olan ekonomi kamuoyunun, AKP iktidarının bunca yıl geliştirdiği ekonomik koalisyonların oluşturduğu sınırlar içinde kalan hareket alanının sınırlarını dikkate almamalarıdır.
İlginizi Çekebilir