Şahsiyetsiz Suç
HUKUKŞahsiyetsiz Suç
“Suçluyu kazıyınız, içinden insan çıkar”
Faruk Eren
Şahsiyet Alzheimer hastalığı nedenlerle baş karakter emekli polis Agah Beyoğlu'nun şahsiyetinin bölünmesi, bütünlüğünün azalması bakımından hem psikolojik hem felsefi hem de hukuki tartışmalara imkan veren bir dizi. Dolayısıyla, çok katmanlı olarak ele almaya elverişli. Üstelik ülkemizde kadına yönelik şiddetin hem hukuki hem politik hem de sosyolojik boyutlarını çarpıcı bir biçimde ele alması nedeniyle güncelliğini koruyor.HATIRLAMAK BİR YENİDEN İNŞADIR
Agah Beyoğlu demansı günbegün ilerlerken içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerle gölgelenmiş bir geçmişi hep birlikte hatırlatmaya ve, işin ilginci, hatırlamaya başlıyor. Senaristin ad tercihine burada dikkat çekmek isterim. ''Agah'', bilindiği üzere Farsça'dan, ''haberdar'', ''uyanık''; ''bilgili'' anlamlarına geliyor. Ad tercihi tesadüf olamaz. Agah Bey, yaşam sevinci diri olmayan, içinde yaşadığı çağın ruhunun dışında kalmış, edep-erkan sahibi ne var ki hayatla bağları gevşemiş biri olarak resmedilir başlangıçta. Olaylar geliştikçe, Agah Bey kahkahaya atmaya, yaşama sıkı sıkı tutunmaya başlar; deyim yerindeyse libidinal enerjisinde doruklara çıkar. Hayata yeniden kavuşmuştur. Toplumsal ilişkilerin, güçsüzlüğün (burada, tüm çağrışımlarıyla birlikte ''iktidarsızlık'' desek yeridir) ve teslimiyetin üstünü örttüğü gerçekler açığa çıkarıldıkça Agah Bey canlanmaya, hatırlamaya ve hatırlatmaya başlar. Agah Bey, geçmişteki bir suçun faillerini tek tek infaz ettikçe geçmişteki suçun ayrıntılarına da vakıf olmaya başlarız. İşlenen suç, hukuken, elbette şahsidir. Ne var ki, dizi bizi suçun şahsiliğini sorgulamaya sevk eder. Modern hukukun tüm varsayımlarını terk etmeye yöneliriz. Suç toplumsallaşmıştır. Suçun ortakları çoğaldıkça bu toplumsallaşmanın yalnızca kişilerin çoğalmasından ileri gelmediğini, suçun ardında toplumsal zihniyetin bulunduğunu ve suçun failinin biricikliğinin ortadan kalktığını fark etmeye başlarız. Tıpkı suçu ortaya çıkarmaya ve failleri infaz etmeye yönelen Agah Bey gibi suçun failleri de şahsiyetsizleşmiştir. Nitekim, Agah Bey'in kendi içinde yaşadığı savaşı, yahut tecavüze uğramış ve hafızasını yeni yeni canlandıran kurbanın intikam ve hesaplaşma anındaki tereddüdü işte bu türden bir çokluğun tezahürü.ŞAHSİYETİN ÜÇ BOYUTU
Şahsiyeti ve şahsiyetsizleşme olgusunu birkaç farklı katmanda ele almak gerekiyor: Normatif, bilimsel ve felsefi katmanlarda. Normatif bakımdan ''şahsiyetsizlik'' adeta bir hakareti çağrıştırıyor. Şahsiyet sahibi olmamak, kararlarının gereğini yapmamak, saklanmak, gerçeklerden ve zorluklardan kaçmak biçiminde tezahür edebiliyor. Bu bakımdan dizi, şahsiyetsizlerle dolu. Agah Bey ise bu şahsiyetsizlere karşı eskinin delikanlısı, tüfeğin icat olmadığı bir çağın erdemini sergileyen mert bir şahsiyeti temsil ediyor. Bilimsel bakımdan, şahsiyetin bir yanılgı, hiç değilse bir kurgu olduğu fikriyle karşı karşıya kalıyoruz. Kişiliğin parçalandığı anomalilere rastlandığı gibi ''normal'' kişilerin de esasında şahsiyetlerinin ardında birbirinden bağımsız mekanizmalarla şekillenen yanlar olduğu artık hepimizin malumu. Hatırlayamama, anıların dağınıklığı, anıların sürekli yeniden kurgulanması, hatırlama sırasında anıların ve dolayısıyla gerçeklik algısının sürekli inşa edilip yıkılması dizide bu modern fikrin tezahür biçimleri olarak görülebilir. Felsefi (hatta tasavvufi) bakımdansa, şahsiyetin bir mikro kozmos olduğu biçimindeki antik fikrin izlerini görebiliyoruz. Kimi zaman Hint öykülerinde kimi zamansa Platon gibi filozofların alegorilerinde şahsiyetin bileşenleri olduğu ve bu bileşenler arasındaki güç ilişkilerinin doğasının işlendiğine tanık olmuşuzdur. Anadolu anlatıları da bu konuda çok ayrı düşmüyor. Gerek Yunus Emre'nin ''bir ben var benden içeru'' deyişinde gerekse Ahmede Xane'nin Mem u Zin'inde yahut Nesimi'nin şiirlerinde şahsiyetin ardındaki çok'a veya tüm çoklu görünümlerin ardındaki birliğe rastlamak mümkün. Dizide de görüyoruz bunları. Nitekim, Agah Bey'in kendi içinde yaşadığı savaşı, yahut tecavüze uğramış ve hafızasını yeni yeni canlandıran kurbanın intikam ve hesaplaşma anındaki tereddüdü işte bu türden bir çokluğun tezahürü. Buna göre, suç konusu fiili ifa eden fail, tıpkı doğa yasaları gereği hareket eden bir cisim gibi toplumsal anlayışın bir uzantısızıdır yalnızca. Fail, toplumsal zihniyetin bir organına dönüşmüştür, şahsiyetsizdir. Şahsın yokluğunda, şahsın bir organa, araca, eşyaya dönüştüğü yerde suçun şahsiliği de anlamsızdır.BİR CEZASIZLIK HALİ OLARAK İRADE SAKATLIĞI
Dizinin hukuk felsefesi bakımından da hayli yüklü olduğunu belirtmek gerek. Hukukta irade sakatlığının cezasızlık hallerinden biri olduğu açık. İrade sakatlığının cezasızlık hali sayılmasının ardında esasen iradenin varlığının, dolayısıyla sorumluluğun varlığının suç ve ceza için bir önşart olduğu fikri yatmaktadır. Bu bakımdan, hukuk felsefi bakımdan yüklüdür: İradenin var olduğu ve iradenin özgür olduğu iddiasını peşinen kabul eder hukuk. Aslında aynı kabul tüm normatif alanlar için geçerli. Zira ''norm'' zorunlu olmayan fakat yapılmasının gerekli/arzu edilir/beklenir olduğu durumlar için kullanılan bir terim. Dolayısıyla, Hume'un olan (İngilizcesiyle söylersek ''is'') ile olması gereken (İngilizcesiyle söylersek ''ought'') arasındaki ayrımında ''norm''un ve özel olarak hukukun durduğu taraf besbelli ki ikinci taraftır. Bir şeyin olması gerekmesi fikriyse bizi iradi müdahale ve iradi sorumluluk fikrine götürüyor. Nitekim, irade (hele hele özgür irade) yok ise ne sorumluluk vardır ne de suç. İşte Agah Bey'in Alzheimer teşhisini duyduğunda zihnindeki parıltı bundan ileri gelir. Agah Bey, suç ve cezanın ötesine geçme imkanı bulur. Tıpkı bir ölüm meleği gibi suç ve cezadan azade, adeta bir ilahi emri (yahut doğa yasasını) uygulayan iradesiz ve dolayısıyla günahsız bir varlıkmışçasına hareket etmeye başlar. Öte yandan, suçun şahsiliği ilkesi gereği, failin belirsizliği de bir cezasızlık halidir. Dizide eleştiri oklarının fail görünümündeki kişidense toplumun tümüne veya toplumsal bir anlayışa çevrilmesi de işte bu ikinci cezasızlık haline vurgudandır muhtemelen. Fail şahsiyetsizleşmiştir. İsa'nın o veciz ifadesiyle dile getirdiği türden, tam olarak söylersek ''ilk taşı günahsız olanınız atsın'' anlayışının ötesinde hal söz konusu burada. Zira İsa'nın dikkat çektiği gerçek herkesin fiilleriyle suçlu olduğudur. Oysa burada herkesin suçlu olmasından bir cezasızlıktan bahsedilmiyor. Suçun kurucu unsurlarındaki bir eksikliğe işaret ediliyor. Suç olarak tanımlanması gereken eylemin bir beliriş (emergence) olmasından bahisle, suçun ardındaki bütün bir varoluşa dikkat çekiliyor. Buna göre, suç konusu fiili ifa eden fail, tıpkı doğa yasaları gereği hareket eden bir cisim gibi toplumsal anlayışın bir uzantısızıdır yalnızca. Fail, toplumsal zihniyetin bir organına dönüşmüştür, şahsiyetsizdir. Şahsın yokluğunda, şahsın bir organa, araca, eşyaya dönüştüğü yerde suçun şahsiliği de anlamsızdır. Sonuç olarak, Şahsiyet'in suçun doğasını, suçlunun psikolojisini, suçlu addedeceğimiz varlığın ontolojik yapısını, suç ve ceza anlayışımızı sorunsallaştırdığını söyleyebiliriz. Dahası, hukuk felsefesi derslerinde sorgusuzca, adeta bir önkabul olarak ele aldığımız irade kavramını deşerek, iradenin yokluğu durumunun sonuçlarını gözler önüne seriyor. İradenin ve dolayısıyla şahsiyetin yokluğunda herhangi bir filtre mekanizması olmadığından en adi düşünceler eyleme geçip kurbanlar yaratabiliyor ve bu durumda bütün bir toplum bir fail ve kurbana dönüşüyor; yahut da şahsiyetin yokluğunda sorumluluktan, suçtan, hatta cezadan söz etmenin bir anlamı kalmıyor. Şahsiyet'i işiliğin (şahsiyetin) ve ayırt etme gücünün, toplumsal yaşamın hem gereği hem de önkoşulu olduğunu çok çarpıcı bir biçimde idrak ediyoruz. Cenk Özdağ, Avukat Not: Bu yazı daha önce Hukuk Gündemi'nde yayınlanmıştır.İlginizi Çekebilir