© Yeni Arayış

​​​​​​​Richard Falk’un anıları: 90 yaşında bir delikanlı

Uluslararası hukuk profesörü Richard Falk da Gazze’de yaşananlara kayıtsız kalamayan akademisyenlerden biriydi. Richard Falk’u Küresel Vicdan Girişimi vesilesiyle tanıdım. Bu girişimin Aralık ayında yayınladığı Küresel Vicdan Bildirisi, İsrail’in saldırısını “soykırım” olarak nitelendirmesi açısından ayrışıyordu. Ama onunla esas tanışmamın Kamusal Entelektüel  adlı hatıratı ile olduğunu söyleyebilirim.

İsrail’in Gazze’de senelerdir sürdürdüğü kuşatma, Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonra görülmemiş ölçüde vahşete dönüştü ve onbinlerce insan hayatını kaybederken, yerini yurdunu kaybedenlerin, sakat kalanların, bebek ölümlerinin sayısı -sürekli artması bir yana- bilinmiyor. Gazze Soykırımı herkesin gözü önünde yaşanırken -devrim televizyondan yayınlanmadı ama soykırım yayınlandı, yayınlanmaya da devam ediyor- dünyanın çeşitli yerlerindeki pek çok aydın soykırıma karşı seslerini yükseltti.

Uluslararası hukuk profesörü Richard Falk da Gazze’de yaşananlara kayıtsız kalamayan akademisyenlerden biriydi. Richard Falk’u Küresel Vicdan Girişimi vesilesiyle tanıdım. Bu girişimin Aralık ayında yayınladığı Küresel Vicdan Bildirisi, İsrail’in saldırısını “soykırım” olarak nitelendirmesi açısından ayrışıyordu. Falk’un adını “BM Filistin Özel Raportörü” olarak daha önce duymuş, bazı yazılarını okumuştum; daha sonraki süreçte çeşitli toplantı ve yemeklerde beraber de oldum ama onunla esas tanışmamın Kamusal Entelektüel[1] adlı hatıratı ile olduğunu söyleyebilirim.

Akademisyenliğinin ve hukukçuluğunun yanında üretken bir yazar olan 1930 doğumlu olan Richard Falk, bu kitabını 90 yaşında yazmış. Bu yaşta, üstelik de salgının gri dünyasında, beşyüz küsur sayfalık bir kitap yazabilmek başlı başına çarpıcı olsa da, Falk, pek az yazara nasip olacak fiziki ve zihinsel gücünü şöyle anlatıyor: “Bunları yazdığım sırada, profesyonel açıdan yaşıma bakmadan Londra’daki Queen Mary Üniversitesi’nde, üç akademisyenle paylaştığım, Küresel Hukuk Kürsüsü Başkanı olarak beş yıllık kısmi bir işi kabul ettim.”[95]

Falk’un anıları, kişisel bir anlatıyla başlıyor; ailesini, çok acılar çekmiş kız kardeşini, annesinin sevgisiz görünümünü, hiç bitmeyen spor sevdasını, inanç ve Yahudilik konusundaki düşüncelerini, hukukçu olan babasının muhafazakâr siyasi görüşlerini, politik bilinçlenme sürecini ortaya çıkaran koşulları, Hint ve Doğu kültürüne ilgisini, poker ve uyuşturucu deneyimi gibi ruhun karanlık yanlarını hiçbir sansüre gerek duymaksızın okuyucuya aktarırken COVID salgını ve “tiksindiği” Trump dönemi benzeri güncel konulara da değiniyor. İhtiyarlıkla çocukluğun iç içe geçtiği bu bölümlerde, cinsellik konusunda asla yaşlanmayan hayal gücü ile fizik arasındaki uyumsuzluktan yakınırken, kızının cenazesine katılmayan ve kendisini miras hakkından mahrum bırakan annesine de sitem etmekten kendini alıkoyamıyor. Bir asra yaklaşan yaşam bilgeliğiyle miras konusunda şöyle söylüyor: “Tecrübeme göre alçakgönüllü bir miras iyi harcanırsa hayatı kolaylaştırır ama büyük bir miras her zaman yıkıcıdır ve reddedilmelidir.”[25]

Falk’un anıları yer yer bir kırmızı halı geçidine dönüşüyor: Zsa Zsa Gabor’la masum arkadaşlığı, Claudette Colbert’le tanışıklığı, Elizabeth Taylor’la iptal etmek zorunda kaldığı randevusu, Jackson Pollock’un evine gidişi, babasının müvekkillerinden olan ve 1917’de Çar’ı tahtından eden Kerenski’nin evlerine gelişi gibi anekdotlar Falk’un ne kadar zengin bir kültürel ortamın içinde büyüdüğünü de gösteriyor.

SİYONİZME HAYIR DİYEN BİR YAHUDİ ENTELEKTÜEL

Gazze’deki kıyım vesilesiyle tanıdığımı söylediğim Richard Falk’un anılarında Yahudilik, Siyonizm ve inanç üstüne düşünceler ciddi bir yer tutuyor. Mesleğinin ilkeleri ile kavminin davranışları çeliştiğinde, Falk’un tavrı her zaman insan haklarından yana olmuş, bunu anılarında da açıkça ifade ediyor.

 

(…) gençliğimde bile, Yahudi arkadaşlarım ‘seçilmiş bir halk’ olduklarını iddia ettiklerinde ve bu iddiayı desteklemek için Yahudilerin birçok zulmümden sağ kurtulduğuna, Yahudiliğin sayısız etkilerine ve başarılarına atıf yaptıklarında rahatsız oluyordum. Yahudilerin birçok şeyi başardıklarından asla şüphe duymasam da sezgisel olarak böyle bir ayrıcalıklı olma iddiasının karanlık tarafları olduğunu hissediyordum. Yahudi üstünlüğü iddialarına olumsuz tepki veriyordum; özellikle de bu şöhret, zenginlik ve nüfuz ile açıklanıyorsa kavrama henüz aşina olmasam da üstü örtülü ırkçılık canımı sıkıyordu.[46-7]

 

Falk’un “gençliğimde bile” vurgusu önemli çünkü o gençlik, Holokost’a -ve sonrasına- denk düşen bir psikolojik ortamı işaret ediyor. Milyonlarca Yahudi’nin öldürüldüğü, korkunç işkencelerden geçirildiği ve bu hikâyelerin dünya kamuoyuyla paylaşılmaya başlandığı günlerde bile bu düşünceye kapılmamak hiç kolay olmasa gerek. Siyonist düşünceye sahip olanlarla o günlerde dahi anlaşamadığını vurguluyor. Büyük bir vaveyla ile karşılamak yerine İsrail’in kuruluşunda yerleşik Araplara “etnik temizlik” yaptığını söylüyor.

 

(…) ‘bağımsızlık savaşı’ ifadesinin kahramanca yankısı altında, düzenli bir biçimde militarize olmuş yabancı göçmenler, yerli Arapların büyük kısmını yurtları olan Filistin’den çıkarıp kalanları da baskı altında tutarak ‘bağımsızlık’ diye adlandırdıkları şeyi elde etmişlerdi. İsrail’in ‘bağımsızlık’, evlerinden kovulmakla kalmayıp evlerine ve yurtlarına dönme imkânından dahi yoksun bırakılan Filistinlilerin ‘nakba’ olarak adlandırdıkları bu savaşta, 750.000’den fazla insan zorla yurtsuz bırakılmış veya bugünkü dille söylersek etnik temizliğe uğramışlardı.[62-3]

 

“Gizli düşünce kontrolü” de Falk’un görmezden gelemediği konulardan biri. Falk, politik bilinç edindiği ve her şeyi sorgulamaya başladığı bir yaşa eriştiğinde Yahudilikle -ve genel olarak inanç dünyasıyla- olan meselesini “kabile-karşıtı bir ruh” olarak tanımladıktan sonra kendisini “‘Yahudi’ değil de ‘insan’ olarak” gördüğünü yazıyor.[115]

Kendi tecrübesi ise Siyonistlerin bizzat bir Yahudi’ye neler yapabileceğini göstermesi açısından ürkütücü -aynı zamanda da düşündürücü.

 

Siyonist militanların Kuzey Amerika ve Avrupa üniversitelerinin arka odalarında fakülte atamalarını kara listelere aldıklarının, konferansları iptal ettiklerinin, İsrail’i eleştirdiği düşünülen konuşmacıların itibarlarını zedelediklerinin gayet farkındayım. Eleştirmenler Anti-semitist olmakla suçlanırlar, baskı kuranlarsa üniversitenin kötü reklamını yapmakla, üniversiteye ve programlarına yapılan katkıları geri çekmekle tehdit ederler. Akademik atamaları, konuk hocaların dersleriyle geniş çaplı konferanslar dahil tarihi çoktan belirlenmiş etkinlikleri engellemek, iptal etmek için baskı kurulur. Tecrübeme göre el altından yürütülen bu taktikler sıklıkla başarılı olur…[109]

 

Bu lobinin bizzat bir Yahudi olan kendisine bile saldırabildiğini birçok kez tecrübe etmiş. “Aralık 2008’de İsrail’den sınır dışı edildiğimde” demesine yol açan sebepleri özetliyor: “İsrail’in sınır dışı edilmemle ilgili resmi açıklaması yanlış, yalandı…”[167] Falk’un anıları, dünyanın en seçkin üniversitelerinden biri olan Princeton’da kırk sene akademisyenlik yapan bir bilim insanının bile hakkında uydurulan iftiralar yüzünden sınır dışı edilebildiğini bize olanca açıklığıyla gösteriyor.

Bir başka yerde ise şöyle yazıyor.

 

Filistin’e sempatim ve Filistin yanlısı eylemlerime tepki olarak Siyonist bir karalama kampanyası nedeniyle şahsen mağdur olduğumu düşündüm. İsrail’in adilane olsa bile cidden eleştirilmesinden kaçınmanın orta sınıf banliyö Amerikası’nda, özellikle de Yahudi liberaller arasında siyasi ve sosyal bir zorunluluk olduğunu fark etmem uzun zaman aldı.[214]

 

7 Ekim’den sonra birçok Batı başkentinde düzenlenen kitlesel gösterilerin bu “siyasi ve sosyal zorunluluğa” vurulan en büyük darbe olduğunu düşünüyorum.

Akademiye girişini anlattığı Üçüncü Kısım’dan sonra ise Falk’un kamusal entelektüel olarak ortaya çıkışının hikâyesini okuyoruz. University of Pennsylvania , Yale, Harvard ve Princeton gibi en önemli üniversitelerde öğrencilik ve hocalık yapan Falk, meslektaşlarını akademideki cesaret eksikliğiyle de yüzleşmeye davet ediyor. Çeşitli konularda doğru tavrı almaktan, imza vermekten, kamuoyu oluşturmak için bir şeyler yapmaktan imtina eden meslektaşlarına önce şaşırdığını, daha sonra, bu tavrın devam ettiğini gördükçe onlar adında üzüldüğünü söylüyor ve eleştirmekten geri durmuyor. Akademik özgürlüğün bir toplumun ilerlemesinde ne kadar hayati bir rol oynadığının altını sürekli çiziyor.

 

Beni şaşırtansa çok az meslektaşımın ileri atılmasıydı; diğerleri dünyayla ilişkilerini seçimler, CNN, New York Times’ın dikkatle okunması ve danışmanlıklarla sınırlarken güncel meselelerle ilgilenen bazı ciddi akademisyenler de araştırma konularıyla ilgili çeşitli arşivlerden öteye gitmiyorlardı.[186]

 

Falk, akademisyenlikle aktivizmi buluşturduğu kendi tavrını ise şöyle anlatıyor.

 

Başından beri akademisyenliğin/hocalığın kapalı hayatından memnundum. Bana yeterli görünüyordu. Ancak öğrencilerim ve başkaları gitgide onların ve benim değerlerime aykırı olan Soğuk Savaş dış politikasını sürdürme uğruna askere alınarak hayatları, uzuvları ve huzurları pahasına önemli hayati kararlar almaya zorlanırken düşüncelerimi kamusal alana taşıyamamaktan rahatsız olmuştum.[231]

 

Sadece kendisiyle sınırlı kalmayan bu “tacizlerden” son eşi Hilal Elver de kendi payına düşeni almış: “Bu Siyonist kinci bakış açısı, bırakın İsrail karşıtı bir partizan olmasını, eş seçimi dışında, İsrail/Filistin mücadelesiyle ilgilendiğine dair herhangi bir işaret olmamasına rağmen”[216] Elver’in Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörlüğüne seçilmesinin engellenmesine kadar uzanmış.

Richard Falk’un kariyerinin başlarında, bir uluslararası hukuk hocası olarak Vietnam Savaşı’yla birlikte kamusal alana çıktığını görüyoruz. Amerikan askerlerinin Vietnam’da olmasına karşı çıkan Falk, savaş karşıtı tavrını hem Soğuk Savaş hem de sonrasındaki dönemde korumayı, popülizmden uzak kalabilmeyi başarmış. Dünyanın çeşitli yerlerindeki hak ihlalleri ve savaşlara karşı hep barıştan, kalıcı çözümden yana bir konum almış.

VİETNAM SAVAŞI VE SAVAŞ KARŞITLIĞI

Akademi çevrelerinin ardından geniş kamuoyunun da Richard Falk’u tanıması Vietnam Savaşı’na ve nükleer silahlanmaya karşı çıkışıyla başlıyor. Hayatı boyunca akademisyenliği aktivistlikle birarada götüren ve eleştirilerini kamusal alanda dillendirmekten çekinmeyen Falk, bazı meslektaşlarının genellikle oportünistlikle açıklanabilecek kayıtsızlığına duyduğu öfkeyi de saklamıyor hiç.

Falk, Yahudi bir Amerikalı olmasına rağmen savaş aleyhtarlığını hep tutarlı bir şekilde savunmuş. İlk örneklerin İsrail’in Filistin topraklarını işgali ve Amerika’nın Vietnam’a gidişi olması ise ayrıca kaydadeğer. Bekleneceği üzere, bu iki tavrı da müesses nizamın şiddetli öfkesini çekmiş.

 

Vietnam Savaşı’na Karşı Hukukçular Akademik Konseyi’ne başkanlık ettim; Konsey daha sonra Richard Nixon’ın uluslararası hukuku ihlal etmesiyle nedeniyle görevden alınması gerektiğini söyleyen Washington Post’taki iki sayfalık ilanla öne çıktı. (…) 1968 ila 1975 yılları arasında Princeton Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan The Vietnam War and International Law başlıklı dört ciltlik kitap dizisinin editörlüğünü üstledim.[156]

 

Vietnam Savaşı’nın hukuksuz olduğunu söyleyen Falk, savaşın son gününe kadar bu tavrını sürdürmüş. Hatta, bir seferinde, bizzat devletin kendisiyle temas kurup savaş karşıtı eleştirilerini kamusal alanda yapmaması için ona bir nevi rüşvet teklif ettiğini yazıyor. Ama Falk bu teklifi geldiği gibi reddetmiş. Vietnam Savaşı’na meşruiyet kazandırmak için söylenen hiçbir şeyin “kahraman Vietnamlıların hukuk, ahlak ve siyasi uzlaşmayla kutsanmış devredilemez bir hak olan kendi kaderlerini tayin hakkını korumak için gösterdikleri gayreti destekleme”sini etkilemediğini ifade ediyor.

Falk’un bu çetrefil meselelerde yegâne kılavuzunun hukuk olduğunu anlıyoruz. Artık kutsallığından neredeyse kimsenin şüphe etmediği devletin âli çıkarları ya da milliyetçilik gibi kavramlar, hukuk ilkelerinin karşısında bir anlam taşımaz. Ama hamasetin kolgezdiği savaş ortamında sadece hukuku savunmak, eşine ender rastlanan ve ancak bedeli ödemeye hazır insanların gösterebileceği cesur bir tavırdır. Falk’u meslektaşlarından ayıran uzun ömrü boyunca tutarlı şekilde savaşlara, işgallere, militarizme, nükleer silahlanmaya karşı hep hukuku savunmuş olması.

Tabii Soğuk Savaş günlerinde olduğumuzu unutmamakta fayda var. “Mc Carthy’nin çantası” gibi korku veren fenomenlerin yanısıra -Falk anılarında McCarthyism’e de sık sık göndermede bulunuyor- Rosenberglerin idam edilmesi (1953) gibi hadiseler vardı. Mc Carthy ile Rosenbergleri hatırlatmamın sebebi, Falk’un “1963’ten başlayarak, uluslararası hukuk eleştirmeni olarak Vietnam Savaşı’na ilişkin Princeton ve Doğu Yakası’ndaki tartışmalara katıldım, savaş politikalarına karşı çıkan bir hukukçular komitesinin akademik konseyine başkanlık ettim ve ABD’nin Vietnam Savaşı’nı Kuzey Vietnam’a kadar genişletmeye müdahil olmasının uluslararası hukuku ve BM Şartı’nı ihlal ettiğini iddia eden birkaç makale yazdım” derken nasıl bir politik ortamla mücadele etmek zorunda kaldığını da göstermek istemem. Bunların yanısıra, Soğuk Savaş’ın kutuplaştırmayı temel amaç edinen ortamında bile Falk hiçbir tepkiyle karşılaşmadığını, savaş karşıtı uzman olarak çeşitli yerlerde konuşmalara davet edildiğini de söylüyor. Batı medeniyetinin en büyük gücünü buradan devşirdiği kanaatindeyim; suçsuzluktan değil, suçla yüzleşebilme kültüründen.

Falk, Soğuk Savaş döneminde dahi çoksesliliğe imkân sunan böyle bir ortamın bugünün dünyasında ne ölçüde var olup olmadığını da sorguluyor. İletişim mecralarının tekelden çıkıp yaygınlaşmasının pek de özgürlük getirmediğini gördük -görmeye de devam ediyoruz. Üstelik bu kısıtlayıcı ortam, hayatımıza yeni giren “algoritma” gibi kavramlarla da sınırlı değil. En kritik seçimlerde dahi yaptığımız tercihleri ne kadar özgürce yaptığımız, hatta yaparken ne kadar biz olduğumuz bile düne nazaran bugün çok daha tartışmalı.

Vietnam’ın Falk’un üstünde büyük ve kalıcı bir etkisi olduğu görülüyor -o kadar ki, biyolojik babası olmadığı Vietnamlı bir çocuğun babalık görevini üstlenmiş. İlk gidişi, 1968, savaşın nelere yol açtığını yerinde gözlemleyip raporlamak amacını taşıyor. Bu seyahat, Falk’un dünyaya bakışını değiştirmiş. Daha doğrusu, şüphe ve eleştirilerinde ne kadar haklı olduğunu görmesini sağlamış. Dört sene sonraki ikinci gidişi ise Vietnamlıların esir aldıkları “üç Amerikalı pilot”un -aslında bunlardan sadece biri gerçekten pilotmuş- teslim alınıp Amerika’ya geri getirilmesi için oluşturulan heyette yer alması dolayısıyla. Anılarının bir bölümünü sadece bu olaya ayırması barışa yaklaşan bir olayda sorumluluk almayı ne kadar önemsediğini de gösteriyor bence. Öte yandan, aynı tarihlerde, “savaş çığırtkanı kariyerine rağmen” Kissinger’a Nobel Barış Ödülü verilmesinden (1973) hiç hoşnut olmadığını da Falk çekinmeden yazıyor.[281]

İRAN DEVRİMİ VE HUMEYNİ

İran’da Şah’ın ülkeyi terk edip sürgündeki Humeyni liderliğinde İslami Devrim’in gerçekleşmesi de Falk’un gündemine girmiş. Amerika’nın yabancı toplumlara müdahaleci dış politika anlayışına karşı tavrını hayli çetrefil İran Devrimi esnasında da sürdürmüş. Vietnam’da olduğu gibi İran’daki süreci de yerinde görmek istediği için birkaç hukukçu arkadaşlıyla birlikte İran’a gitmiş, Kum, Gazvin ve Tahran başta olmak üzere ülkede hatırısayılır bir süre kalmış, Paris’teki Humeyni ile çadırında özel bir görüşme de yapmış. İnsan hakları ihlallerini yerinde saptamak ve dönünce tarafsız bir gözlemci olarak dünya kamuoyununda şahitliklerini anlatmak için çıktığı bu gezi, onun savaş ve müdahale karşıtı tavrında yeni bir merhale olarak kayda geçmiş.

“İran’daki karışıklık, Amerika’nın uzak bir ülkeye müdahalesine muhalefet etmek için bana yeni bir fırsat sunuyordu,”[305] diye yazdıktan sonra, dönemin Amerikan Başkanı’nın desteklediği Şah yönetiminin “sert baskısını” fark ettiğini de ekliyor. Bu müdahalenin “Vietnam’dan bile daha tartışmalı” olduğunu söylüyor.

Tahran’dan davet aldığında İran’a Müdahaleye Karşı Komite Başkanı sıfatı taşıyan Falk, Şah’ın ülkeyi terk ettiğini de yine Gazvin’deki temasları esnasında öğrenmiş. Tarihin yazılışına tanıklık ettiği o karışıklık günleri içinde her kesimden insanla görüşmeye çalışmış. Şu tespiti artık bana çarpıcı gelmiyor: “Aklımda muamma olarak kalan ve bir süre bilgili arkadaşlarımı ve başkalarını yorumlamaları için ikna etmeye çalıştığım şey, Humeyni’nin Paris’te bana söyledikleriyle İran’da yaptıkları arasındaki farktı.”[333] Muhalefette insan haklarından taviz vermeyen, özgürlükçü, demokrat ve evrensel hukuk normlarına bağlı söylemleri dile getirmekten asla imtina etmeyen çok sayıda insan, gücü ele geçirdikten bir müddet sonra, o sözleri sarf edenler sanki onlar değilmişçesine tiranlaşmaktan da çekinmediler. Humeyni’den bugüne elli sene geçti ama beşbenzemez coğrafyanın otoriter liderlerinin geçmiş söylemlerine baktığımızda neredeyse taban tabana zıt bir konuma geldiklerini gözlemleyebiliyoruz. O kadar ki, kendi kuruluş ilkelerinde yazanları veya yola çıkış esnasında bizzat kendi sözlerini tekrarlayanları mahkemeye çıkartabilecek bir ortam yaratan bu otokrat liderlerden başkası değildi.

FİLİSTİN MESELESİ

Richard Falk, bir uluslararası hukuk profesörü olarak kolaya kaçmadan hukuku en adilane şekilde yorumlama ısrarını Filistin meselesinde de göstermiş. “İsrail -ya da işgal- haksızdır,” demenin çeşitli zorluklara göğüs germek anlamına geldiğini, bunu söyleyen kişinin bazı lobilerin baskısını göğüslemek zorunda kalacağını bizzat Falk anılarında anlatıyor. Ama bilim ahlakına sahip olanlar için bunun tersini iddia etmek de mümkün olmadığından ve olamayacağından ötürü iki tarafın da haksız olduğuna dair ortayolcu ifade en popüler söylemlerden biri oldu. Falk, hukuku tam anlamıyla tesis etmenin önünde bir engel gördüğü bu söyleme de karşı çıkıyor.

 

İsrail/Filistin çatışmasının barışçıl çözümü konusundaki başarısızlıkta iki tarafın da eşit derecede suçlu olduğunda ısrar etmek siyaseten doğrucu bir tavır olmuştu ki ben bu görüşü ‘yanlış simetri’ olması nedeniyle reddediyordum. Özellikle bu bağlamda, bir müzakere açmazını ele alırken ezenle ezileni eşit biçimde ele almanın yanıltıcı olduğunu düşünüyorum.[214-5]

 

Falk’un “yanlış simetri” diyerek eşit de görmediği ama yok da saymadığı başarısızlıkta suçluluk, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in 7 Ekim’in “boşlukta yaşanmadığını” belirten açıklamasını bana hatırlattı: “Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz bırakılıyor. Ancak Filistin halkının sıkıntıları Hamas'ın korkunç saldırılarını haklı gösteremez. Ve bu korkunç saldırılar Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasını haklı gösteremez.”[2]

Vietnam ve İran meselelerinde gördüğümüz gibi Falk bu meseleyi de yerinden incelemeye karar vermiş ve Filistin’e gitmiş. Sadece Batı Şeria’ya değil, Gazze’ye de giderek neler olduğunu, insanların psikolojisini anlamaya çalışmış. Uluslararası hukukun hükümleriyle verili durum arasındaki tezatı bizzat gözlemlemiş.

İnsan hakları ve evrensel hukuk savunusunun İsrail’i hayli öfkelendirdiğini anlıyoruz çünkü Falk aynı zamanda bir Yahudi. “Hiçbir zaman kavmiyetçi, dahası milliyetçi” bir görüşü benimsemediğini söyledikten sonra, “parçalanmış kimlik duygusu”nu benimsemediğini de ifade ediyor.[345] Konu ister Vietnam isterse İsrail olsun, Falk’un referanslarının sürekli olarak evrensel hukuk normlarına atıf yaptığını görüyoruz. İsrail’in 1968’deki Lübnan saldırısını kabul edilemez bulurken de “BM Şartı’ndaki Madde 2(4)’ü doğrudan ihlal eden yasa dışı bir güç kullanımı olduğunu” söylüyor. Ama bir Yahudi tarafından savunulsa da evrensel hukuk Filistinlileri haklı, işgali ise haksız gösterdiği için İsrail’in işine gelmiyor. Böyle olunca, en kolay yolun, evrensel hukuku savunanların itibarsızlaştırma çabasına girişmek olduğunu anlıyoruz. “İsrail’e karşı önyargılı olmakla” suçlanmakla kalmamış, “İsrail eleştirmenlerinin kendi kendini Yahudi devleti ilan eden İsrail’e karşı sert hukuki, siyasi ve ahlaki eleştirileri vasıtasıyla Yahudilere yönelik nefretlerini gizledikleri Yeni Anti-Semitizm”i işlemekle de itham edilmiş.[351] Bir Yahudi’nin antisemitizm batağına saplanması zordur ama imkânsız da olmayabilir ama evrensel hukuku hayatının şiarı edinmiş birinin antisemitik olması mümkün değildir. “Böyle suçlanan bir Yahudi olarak ayrıca Siyonist çevrelerde ‘kendinden nefret eden Yahudi’ olarak küçümsendim.”[353] İşler tamamen çığrından çıkacak bir noktaya da gelmiş. BM Özel Raportörü olduğu dönemde Los Angeles’taki bir enstitü tarafından “dünyanın en tehlikeli üçüncü antisemiti” seçilmiş! 2012’de Falk’a “bronz madalyayı” layık göre bu enstitü, altını İran liderine, gümüşü ise dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’a vermiş.[386]

Falk, İsraillilerin yerleşmesi meselesine nasıl baktığını da açıkça yazıyor: “Holokost’tan kurtulan Yahudiler güvenli bir sığınağı hak edip buna ihtiyaç duyuyorlardı ama bu, Britanya Mandası sona erdikten sonra, Avrupalıların Yahudilere aşrı işledikleri suçlarda sorumluluğu olmayan Filistin’in yerleşik, çoğunluk nüfusunu yerinden edip boyun eğdirmeyi haklı göstermiyordu.”[352]

Bir hukuk profesörü olarak Birleşmiş Milletler Güvelik Konseyi’nin 242 sayılı kararının ne anlama geldiğini ve neden uygulanmadığını etraflıca anlatıyor. Bu karar, İsrail’in 1967’deki savaşla işgal ettiği bütün bölgelerden çekilmesini öngördüğü halde hiç uygulanmadı, uygulaması için İsrail’e hiçbir baskı yapılmadı. Bilakis, zaman içinde, işgalin her geçen gün yayıldığını da gördük -görmeye devam ediyoruz.

2008’de BM Filistin Özel Raportörü olarak görev yapmaya başlayınca Falk’un üstündeki baskıların ve karalama kampanyasının şiddeti de alabildiğine artmış. Üstelik, bu baskıların bir bölümü, beklenmeyecek bir şekilde Filistin yönetiminden gelmiş.

 

Sadece İsrail’in insan hakları hukukuna ve uluslararası insani hukuka yönelik ihlalleriyle ilgilenen sınırılı yetkiden ayrılmak isteğimle motive olan siyasi nedenlerden dolayı, yetkinin Filistinlilerin ihlallerini de içerecek şekilde genişletilmesini teklif ettim. (…) Şaşırtıcı biçimde, bana makul görünen ve raporlarımın gücünü ve etkisini muhtemelen güçlendirecek bu teklif, Batı’dan sadece ılımlı bir tepki alırken Filistin Yönetimi ile Konsey’in Arap ve Müslüman üyelerinin diplomatik temsilcileri bunu şiddetle reddetti.[374]

 

Filistin yönetiminin iki numarası bizzat arayıp istifa etmesini istemiş, ayrıca raporlarının kamuoyuna açıklanmasına karşı hep erteleme haklarını kullanmışlar vs. Bu sorunun altında yatan temel etken ise Ramallah’taki Filistin yönetimi ile Gazze’deki Hamas arasındaki sonsuz çekişme.

 

İşgal Altındaki Filistin’de İnsan Hakları Özel Raportörü olarak görevim şöyle özetlenebilir: hakikati söylemek ve İsrail’in Filistin topraklarını işgalini araştırırken kanıtlarla ortaya çıkan gerçeklerden uluslararası hukuk ve insan haklarına uygun neticeler çıkarmak.[379]

 

FALK’UN GÖZÜNDEN TÜRKİYE

İlk kez bir hukuk talebesiyken, 1954’te tesadüfen geldiği Türkiye; biraz da son eşi Hilal Elver sayesinde, Richard Falk’un ikinci vatanı olmuş. Yazları üç aylığına Bodrum’da gelmeye başlamış, hatta bütün COVID salgınını Amerika’da değil, Türkiye’de geçirmiş. Falk, “hayatımın son 25 yılının en önemli bağı” dediği Türkiye’de siyasi aktörleri, kanaat önderlerini, sivil toplumcuları yakından tanıma imkânını bulmuş.[393]

Falk’un Türkiye gözlemleri AKP’nin yükselişi ve düşüşüne tanıklık ettiği için ayrıca değerli. Bir sol-liberal olarak AKP’nin -AB İlerleme Raporlarında belirtildiği gibi- AB tam üyeliğini hedef alan, demokrasiyi tesis etmek isteyen çabalarına açıktan destek vermiş. Ama özellikle 2016’dan sonra gördüğü otoriterleşme eğilimlerine de karşı çıkmış.

“Ben Türkiye’nin, geçmişinde olduğu gibi gelecekte de şanlı bir şekilde serpilip gelişeceğine dair umudumu koruyorum,”[438] diyen Falk, AKP’nin demokrasi yanlısı başladığı siyasi serüveninde otoriterleşmesini şöyle açıklıyor.

 

Peki, neden daha sonra bu geniş Türk hevesi, kalıcı ve hedeflenen sonuçlar yaratmakta başarısız oldu? Bu soru ayrıntılı bir bilimsel araştırmayı hak ediyor. Benim iki geçici açıklamam var. Öncelikle, bölgede Türkiye dahil kimsenin anlamadığı bir güç oyunu oynanıyordu. Gerçi Türkiye’deki liderler diğerlerine göre daha gayret göstermişler ve Arap dünyasında siyasi İslamı teşvik etmek veya daha dar anlamda Sünni üstünlüğünü artırmak için odaklandıklarına dair bir işaret olmadan, sürekli olarak çatışma çözücü sonuçları teşvik etmişlerdi.[427]

 

Türkiye’nin başlarda Arap Baharı’na verdiği coşkulu desteğin altını çizen Falk tespit edebildiği sebepleri açıklamaya devam ediyor.

 

İkinci açıklama, jeopolitik güçlerin bölgesel oyunuydu ki Soğuk Savaş’tan sonra, hem petrol arzını uygun fiyatlarla güvence altına almak hem de İsrail ile Suudi Arabistan’ın güvenlik çıkarlarını korumak adına Amerika hegemonik kontrol için gayret göstermişti.[428]

 

Falk’un Türkiye siyasetiyle yakından ilgilendiği dönem, AKP’nin AB diye yola çıkıp AB’de tecessüm eden bütün demokratik açılımları bir daha ağzına almadığı sürece evrildiği için ayrıca önemli. Mesela, AKP’nin Kürt meselesini sona erdirmek için Çözüm Süreci’nde yapmayı düşündüklerinden birini onun anılarında okuyabiliyoruz: “Erdoğan hükümetinin üst düzey danışmanlarından biri bana Türk yönetiminin Öcalan’ı hapisten çıkarmak ve savunduğumuz çizgide bir çözüm bulmak için doğru anı beklediğini gizli bilgi olarak söyledi.”[402]

Erdoğan sonrasında AKP’nin ve Türkiye’nin nasıl şekillenebileceğine dair de öngörülerde bulunan Falk, Türkiye’nin geleceğine yönelik iyimserliğini hep koruduğunu ifade ediyor.

Kamusal Entelektüel, Amerika’nın en önemli üniversitelerinden Vietnam’a, İran’dan Türkiye’ye kadar her yerde savaş karşıtlığını, nükleer silahsızlanmayı, evrensel hukuku tesis etme amacını taşıyan uzun bir ömrün anıları. Tanıklıklar haricinde cesaretin bulaşıcı gücü ve tecrübenin getirdiği öğütler de yer alıyor.

Falk’un anılarını hararetle tavsiye ediyorum.

 

[1] Richard Falk, Kamusal Entelektüel Bir Gezgin Yurttaşın Hayatı, çev: Celil Civan, Küre, İstanbul, 2021.

[2] Serbestiyet, 24 Ekim 2023.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER