© Yeni Arayış

Ortadoğu’da otoriter rejimler – II: Yurtdışına kaçmayan liderler

Bu yazıda toplumsal karışıklıklar ve darbe süreçlerinde ülkesinden kaçmayan ve büyük ölçüde bunun bedelini de ödeyen otoriter liderleri ele alacağım. Nuri Said Paşa, Saddam Hüseyin, Hüsnü Mübarek ve Muammer Kaddafi örneklerinden hareketle, bu ülkelerdeki geçiş süreçlerinin üzerinde duracağım

Bir önceki yazıda, Ortadoğu’da son yıllarda ortaya çıkan toplumsal hareketler, darbeler ve ayaklanmalar sonucu rüzgârın önünde dur(a)mayarak ülkesinden kaçan otokrat liderler üzerinde durmuştum. Bu çerçevede İran’da Şah Muhammed Rıza Pehlevi (Ocak 1979), Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali (Ocak 2011), Afganistan’da Eşref Gâni (Ağustos 2021) ve son olarak Suriye’de Beşşar Esad’ın (Aralık 2024) ülkelerinden ayrılmalarına odaklanarak, bir “kaçış geleneği”nden bahsetmiştim.

Bu yazıda ise benzer toplumsal karışıklıklar ve darbe süreçlerinde ilk gruptaki otokratların aksine ülkesinden kaçmayan ve büyük ölçüde bunun bedelini de ödeyen otoriter liderleri ele alacağım. Bu kapsamda Nuri Said Paşa, Saddam Hüseyin, Hüsnü Mübarek ve Muammer Kaddafi örneklerinden hareketle, bu ülkelerdeki geçiş süreçlerinin üzerinde duracağım

Monarşi döneminde yaklaşık 30 yıl boyunca İngilizlere yakınlığı sayesinde Irak yönetiminde etkili olan ve sekiz kez başbakanlık koltuğunda oturan (köken itibariyle İstanbul Harbiye çıkışlı ve sonradan 1915 Arap İsyanı’na da katılmış eski bir Osmanlı subayı olan) Nuri Said ise feci şekilde katledildi. Kadın kılığında kaçarken yakalandı ve kurşuna dizilerek öldürüldü.

Nuri Said Paşa ve Haşimî Hanedanı (Temmuz 1958)

I. Dünya Savaşı sırasında Suriye’yi savaş ganimeti olarak, hem Şerif Hüseyin İsyanı’nın ödülü olarak Haşimî Araplara hem de Sykes-Picot Anlaşması ile Fransızlara söz veren İngiltere, 1918’de Şam’dan çıkarılan Hüseyin’in oğlu Faysal’a 1921’de Irak Kralı olarak taç giydirmişti. 37 yıllık Irak Haşimî Krallığı 1958’deki Arap milliyetçisi Nâsırcı darbeyle son bulsa da, Haşimîlerin Ürdün’deki monarşisi günümüze kadar İngiliz desteği sayesinde gelebildi. Ancak 1958’de Bağdat’ta yaşananlar, Abbasi Halifesi Harun Reşid’in 11 asır önce yine aynı şehirde ve yine Iraklı olmayan bir sülaleyi (İranlı vezir ailesi Bermekîler) katledip tasfiye etmesine çok benzeyecekti.

1950’lerde Irak ordusu içinde bir süredir subaylar arasında yaşanan huzursuzluklar ortadaydı. Abdülkerim Kasım liderliğindeki 1958 Darbesi gerçekleştirildiğinde, Haşimî monarşisinin başındaki Kral II. Faysal ve Veliaht Prens Abdülilah hazırlıksız yakalanmış, kraliyet sarayında darbeci askerler tarafından kurşuna dizilerek idam edilmişlerdi. Monarşi döneminde yaklaşık 30 yıl boyunca İngilizlere yakınlığı sayesinde Irak yönetiminde etkili olan ve sekiz kez başbakanlık koltuğunda oturan (köken itibariyle İstanbul Harbiye çıkışlı ve sonradan 1915 Arap İsyanı’na da katılmış eski bir Osmanlı subayı olan) Nuri Said ise feci şekilde katledildi. Kadın kılığında kaçarken yakalandı ve kurşuna dizilerek öldürüldü, ancak halkın öfkesi dinmemişti. Mezarı açılıp cansız bedeni çıkartıldı, bir aracın arkasına bağlanıp caddelerde sürüklendi ve bir sokak direğine asıldı.

Ülke yönetimi ve ekonomik işlerde etkili olan oğulları Uday ve Kusay 2003 Temmuz’da ABD güçleri tarafından öldürüldü, kendisiyse aynı yılın Aralık ayında Tikrit’teki bir çiftlik evinde yine ABD güçlerince ele geçirildi. Yine işgal yönetiminin gözetiminde kurulan bir mahkemede yargılandı ve idama mahkûm edildi, yakalandıktan üç sene sonra 2006 Aralık’ta idam edildi.

Saddam Hüseyin (Mart 2003)

Soğuk Savaş’ın son döneminde Ortadoğu’daki ilgi çekici figürlerden biri Saddam Hüseyin’di. Arap milliyetçiliği ve Baas ideolojisiyle şekillenen Irak’ın hem batı komşusu Suriye ile hem 1980-88 arasında varoluşsal savaşa girdiği doğu komşusu İran’la, hem de 1990’dan sonra büyük sorunlar yaşadığı güney komşusu Körfez’deki Arap monarşileriyle arasında sürekli bir politik/askeri huzursuzluk ortaya çıkmıştı. Ülke içinde de hem kuzeydeki Kürt azınlık hem de güneydeki Şii çoğunlukla ilişkileri çoğunlukla olumsuz, hatta düşmanca bir çerçevede şekillenmişti.

Neticede 1991 kışındaki Körfez Savaşı’nda ABD’nin devirmediği Saddam Hüseyin, 11 Eylül saldırılarının ardından George W. Bush’un meşhur “şer ekseni” içinde yer alınca bir anda ve yeniden kendini namluların ucunda buluverdi. 2001 Ekim’de Afganistan’ın işgalinin ardından, 2003 Mart’ta sıra bu sefer Irak’a gelmişti. Geniş bir koalisyonun devirdiği ve ülke içindeki Kürtlerle Şiilerin de destek verdiği savaş ve işgal sonucunda Saddam Bağdat düşmeden önce kendi memleketi Tikrit’e kaçtı, burada asabiye bağları sayesinde korunabileceğini düşünüyor, hatta bir yandan da ABD karşıtı Sünni direnişi organize edebileceğini ümit ediyordu. Daha önceki düşmanca ilişkileri yüzünden kaçabileceği bir yurtdışı opsiyonuysa oldukça sınırlıydı; sonuçta Irak’tan dışarıya kaçamadı.

Ülke yönetimi ve ekonomik işlerde etkili olan oğulları Uday ve Kusay 2003 Temmuz’da ABD güçleri tarafından öldürüldü, kendisiyse aynı yılın Aralık ayında Tikrit’teki bir çiftlik evinde yine ABD güçlerince ele geçirildi. Yine işgal yönetiminin gözetiminde kurulan bir mahkemede yargılandı ve idama mahkûm edildi, yakalandıktan üç sene sonra 2006 Aralık’ta idam edildi. Saddam’ın demir yumrukla yönettiği bu üç parçalı ülkeye ise ne ABD demokrasi getirebildi ne de bir dönem kanlı iç savaşa dönüşen toplumlar arasındaki iç çekişmeler kalıcı olarak durulabildi. Ortadoğu’nun yeniden karıştığı günümüzde, Sünni Arap çevrelerde (hatta bazı marjinal Türk mezhepçi kişilerde de) nostaljik bir Saddam dönemi özentisi uç vermiş durumda.

Mübarek, beklentilerin aksine ülkesinden kaçmadı, idam cezasıyla yargılandı. Ancak Mursi hükümetinin bir askeri darbeyle devrilmesi sonrası Sisi döneminde, 2017’de hakkında beraat kararı verildi ve serbest bırakıldı. 2020’de Kahire’deki askeri hastanede hayatını kaybetti ve askeri bir cenaze töreniyle toprağa verildi.

Hüsnü Mübarek (Şubat 2011)

1952’de Mısır’da yaklaşık 1,5 asırlık Türk Kavalalı hanedanını ve Hidivlik ailesini deviren Arap yerlisi askerlerin Hür Subaylar Darbesi, Soğuk Savaş’ta Arap milliyetçiliğinin ikonuna dönüşen Nâsır’ı ortaya çıkarmış, onun yardımcısı Enver Sedat ile halefi Hüsnü Mübarek de bu dalga üzerinde sörf yapan ardılları olarak onun izini takip etmeye çalışmıştı. Bu yıllarda Nâsır’ın yanında saf tutan genç bir subay olan Mübarek, bilahare Sovyetler Birliği’nde askeri eğitim alacak, 1973’te İsrail’e karşı sınırlı bir başarı kazanan Mısır Ordusu’nun Hava Kuvvetleri Komutanı olarak şöhretini artıracaktı. 1975’te Enver Sedat tarafından devlet başkan yardımcılığına atanmış, Sedat’a yapılan suikast sonrası 1981 Ekim ayında devlet başkanlığı koltuğuna oturmuştu.

30 yıl ülkeyi tek başına yöneten Mübarek dönemi ekonomik krizler, otoriter yönetim, kötü muamele, hak ihlalleri, kayırmacılık ve yaygın yolsuzluklarla anıldı. Halkta oluşan yılgınlık ve umutsuzluk, dış konjonktürle birleşince, Mübarek 2010 yılı sonundaki Arap Ayaklanmaları döneminde devrilen en kudretli figürlerin başında geldi. 25 Ocak’ta başlayan protestolardan iki hafta sonra görevinden ayrıldığını ve yetkilerini yardımcısına devrettiğini ilan etti. Mübarek, beklentilerin aksine ülkesinden kaçmadı, idam cezasıyla yargılandı. Ancak Mursi hükümetinin bir askeri darbeyle devrilmesi sonrası Sisi döneminde, 2017’de hakkında beraat kararı verildi ve serbest bırakıldı. 2020’de Kahire’deki askeri hastanede hayatını kaybetti ve askeri bir cenaze töreniyle toprağa verildi. Mübarek’i yargılanmaktan kurtaran ve 2013 darbesiyle iktidara gelen Cumhurbaşkanı Sisi de cenazeye katılan üst düzey yetkililer arasında yer aldı.

Kaddafi ve yönetimi göstericileri tahkir edip meydan okusa da 23 Ağustos’ta başkent Trablus düştü ve 42 yıllık Kaddafi dönemi kapandı. 20 Ekim’de Sirte şehrinde silahlı muhalif gruplarca yakalanan Kaddafi feci şekilde linç edilip öldürüldü.

Muammer Kaddafi (Ağustos 2011)

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap milliyetçisi ilginç otokratlardan biri de Kaddafi’ydi. Henüz 27 yaşında bir darbeye önderlik ederek monarşiyi devirmiş, ardından da 42 sene boyunca ülkeyi tek başına ve otoriter bir şekilde yönetmişti. Başta Baas tipi bir milliyetçiliği savunmuş, sonradan Üçüncü Dünyacı bir yöne evrilmiş, Peygamber torunlarından ve seyyid soylu olduğunu vurgulayarak “İslami sosyalizm” adı verilen bir yol tutturmuştu. Hem Arap dünyası içinde hem de Afrikalılık üst kimliğiyle kıta içinde ön plana çıkan, kişi kültü üzerinden kendini var etmiş bir otokrattı. Ülkesinin hidrokarbon kaynakları da bu yönetimin devamlılığında kendisini destekleyen en önemli dayanaktı.

Ancak 2010 yılı sonunda Libya’nın hemen doğusundaki Mısır ve hemen batısındaki Tunus’ta onyıllardır ülkelerini yöneten Hüsnü Mübarek ve Zeynel Abidin bin Ali gibi otokratları deviren halk ayaklanmaları Kaddafi’yi de es geçmeyecekti. Şubat 2011’de Libya’da başlayan ekonomik ve toplumsal huzursuzluklar kaynaklı gösteriler Bingazi’den hızla Trablus’a yayıldı, sert güvenlik önlemleri halkın öfkesini daha da arttırınca, dış güçlerin de desteğiyle olaylar hızla bir iç savaşa dönüştü. Kaddafi ve yönetimi göstericileri tahkir edip meydan okusa da 23 Ağustos’ta başkent Trablus düştü ve 42 yıllık Kaddafi dönemi kapandı. 20 Ekim’de Sirte şehrinde silahlı muhalif gruplarca yakalanan Kaddafi feci şekilde linç edilip öldürüldü. Libya’daki bölünmüşlük ve istikrarsızlıksa Kaddafi’nin ölümüyle sona ermedi, bilakis daha da artıp derinleşti.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER