Ortadoğu’da otoriter rejimler – I: Yurtdışına kaçan liderler
DIŞ POLİTİKA30 sene önce Londra’dan dönerek oturduğu koltuktan, bu sefer Moskova’ya kaçmak üzere kalktı. Geriye de Sednaya Hapishanesi’nde ortaya saçılan toplu mezarlar ve işkencelerle ölen binlerce mahkûm, yerlerinden edilen ve ülke dışında sefalet içinde yaşamak zorunda kalan milyonlarca Suriyeli, öldürülen yüzbinlerce vatandaşı kaldı.
Ortadoğu toplumlarının önde gelen sorunlarının başında otokratik yönetimler geliyor. İdari kapasite problemleri ve ekonomik yetersizliklerin yanında yaygın kayırmacılık, rüşvet, yolsuzluk, halka kötü muamele, işkence, siyasal baskı, insan hakları ihlalleri, etnik/mezhepsel ayrımcılık, bağımlı veya maceracı dış politika gibi hususiyetler bu tür rejimlerin bir nevi alâmet-i fârikasına dönüşmüş durumda.
Bölgede çeşitli iç ve dış etkenlerin birleşmesiyle ortaya çıkan halk ayaklanmaları ise genellikle ortak bir sonla nihayetleniyor: Halk desteği zayıf olan otokrat ve despot yöneticilerin kendi halkından kaçarak yurtdışında kendisine müzahir ülkelere sığınması ve ömürlerini bu şekilde ülkelerinden uzakta noktalamaları. Bu yazıda, Suriye’yi 24 yıldır yöneten Beşşar Esad’ın ülkesinden kaçmasıyla yeniden gündeme gelen bu olguya işaret ederek, Ortadoğu’da son dönemde bu şekilde ülkesinden kaçan otokrat liderlere değineceğim.
Bu grupta çok sayıda örnek otokrat olmakla birlikte, ülkelerinden kaçışlarının tetiklediği hadiseler ve sebep oldukları sonuçlar itibariyle bölgesel önem de kazandığı için birkaç tanesini özellikle seçerek ele almak istiyorum.
Ayetullah Humeyni’nin öncülüğünde toplumun hemen tüm kesimlerinin doldurduğu sokaklar saraya geri adım attırmış, Şah 16 Ocak 1979’da İran’ı terk etmiş, Humeyni de ondan iki hafta sonra muzaffer şekilde 15 yıllık sürgünden Tahran’a dönmüştü. Yeni rejim Şah’ı gıyabında idam cezasına çarptırdı, Şah da bu esnada Mısır, Fas, Bahamalar, Meksika arasında kendisini kabul edecek uygun bir ülke arayışında savrulmaktaydı.
İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi (Ocak 1979)
Bölgesel ve küresel ölçekte etkileri halen sürmekte olan çarpıcı sonuçlara yol açan 1979 İran Devrimi, ülkeyi 1941’den beri yönetmekte olan Muhammed Rıza Pehlevi’nin ülkeden kaçışına yol açarak bütün dünyayı hayret içinde bırakmıştı. Soğuk Savaş şartlarında ABD’ye koşulsuz yaslanarak bölgede Batı’nın jandarmalığını yapan İran için 1978’in ilk aylarından itibaren işler kontrolden çıkmıştı. Bir zamanların güçlü monarkı, kendisini 2500 yıllık İran Şehinşahlığı’na isnat ederek tahtta oturan Muhammed Rıza, hızla büyüyen ve kanla bastırılabilen gösteriler karşısında 1953 yazında olduğu gibi İngiltere ve ABD’nin bir kez daha kendisini kurtaracağını umarak hesap hatası yapmıştı. Sovyetlerin Afganistan işgali ve Türkiye’deki iç karışıklıklar döneminde İran’ı da Doğu Bloku’na kaybetmek istemeyen ABD, doğrudan müdahale etmedi ve Muhammed Rıza’nın düşüşünü izlemekle yetindi.
Ayetullah Humeyni’nin öncülüğünde toplumun hemen tüm kesimlerinin doldurduğu sokaklar saraya geri adım attırmış, Şah 16 Ocak 1979’da İran’ı terk etmiş, Humeyni de ondan iki hafta sonra muzaffer şekilde 15 yıllık sürgünden Tahran’a dönmüştü. Yeni rejim Şah’ı gıyabında idam cezasına çarptırdı, Şah da bu esnada Mısır, Fas, Bahamalar, Meksika arasında kendisini kabul edecek uygun bir ülke arayışında savrulmaktaydı. Ekim 1979’da kanser tedavisi için eski hâmisi ABD’ye sığındıysa da Tahran’da öfkeli kalabalıkların ABD Büyükelçiliğini basması Washington’a geri adım attırdı. Şah’a bu tek koruyucusu da sahip çıkmamıştı; önce Panama’ya ardından Enver Sedat’ın davetiyle Mısır’a geçti. 1980’de Kahire’de öldü, babasının mezarının yanıbaşında bu şehre defnedildi ve bir daha ülkesine dönemedi. İran’ın geleceğinin tartışıldığı bugünlerdeyse, Şah’ın ABD’de yaşayan oğlunun İran’ın başına geçme hayalleri artık saklanan bir sır değil ve İsrail tarafından da teşvik ediliyor.
Nitekim sokak protestolarının başarıya ulaştığı ve ülkedeki otokratı devirdiği ilk örnek de Tunus oldu. 1936 doğumlu Bin Ali, 1987 yılından beri bu eski Fransız sömürgesi cumhuriyeti dikta rejimiyle yönetmekteydi.
Zeynel Abidin Bin Ali (Ocak 2011)
2010 yılı sonunda başlayan Arap Ayaklanmaları sürecinde Tunus, Muhammed Bouazizi isimli gencin kendini ateşe vermesiyle sembolleşen ve domino etkisi yaratan protestoların başlangıç istasyonuydu. Nitekim sokak protestolarının başarıya ulaştığı ve ülkedeki otokratı devirdiği ilk örnek de Tunus oldu. 1936 doğumlu Bin Ali, 1987 yılından beri bu eski Fransız sömürgesi cumhuriyeti dikta rejimiyle yönetmekteydi. Ancak protesto dalgası, genç bir seyyar satıcı olan ve sokakta satış yapması engellenen Bouazizi’nin kendini çaresizce ateşe verdiği Sidi Buzid kasabasından diğer büyük şehirlere sıçradı ve geniş kitlelerde onyıllardır biriken yaygın rahatsızlıkları harekete geçirmeye başladı. 13 Ocak’ta artık başkent Tunus sokaklarına da taşan gösterilerde polis müdahalesiyle 100’ü aşkın kişi yaşamını yitirmiş, bu da kitlelerdeki öfkeyi daha da tetiklemişti. Bin Ali devlet televizyonuna çıkarak kitleleri yatıştırmaya çalışmış, ama o konuştukça öfke daha da artmıştı.
Nihayet 14 Ocak’ta yakınındakilerin ısrarıyla uçağa bindirilip ülkeden kaçmaya zorlandı. Uçakta kendi atadığı savunma bakanıyla yaptığı konuşmalar ülkesine geri dönmeyi düşündüğünü, ancak ordunun başındaki bakanının dahi göstericiler karşısında güvenlik garantisi veremeyeceğini söylemesi üzerine Bin Ali’nin bundan vazgeçtiğini gösterir. Suudi Arabistan’ın Cidde şehrine inen uçak, kraliyet ailesinin misafiri olarak Bin Ali’yi bir başka bilinmeze götürmüş, buna rağmen geri dönüş umudunu henüz yitirmemişti. Fakat gösteriler başarıya ulaştıktan ve bazı akrabaları ve yakınları tutuklandıktan sonra bu umudu iyice azaldı. Cidde’ye gittikten bir ay sonra felç geçirdi ve hastaneye kaldırıldı. Durumu kritikti, ülkesinden ayrıldıktan birkaç ay sonrasında tedavisi henüz sürerken 83 yaşında prostat kanseri nedeniyle öldü. Binlerce sahabinin de medfun olduğu Medine’deki Baki kabristanına gömüldü.
Eşref Gâni (Ağustos 2021)
Bu listedeki diğer otokratlardan ziyade, ABD eğitimli bir antropoloji profesörü olan Peştun asıllı Eşref Gâni, 2001’de Taliban yönetiminin 11 Eylül saldırılarının ardından ABD tarafından devrildiği süreçte ülkesine geri dönmüştü. Ülkesinden kaçarak ayrılması da ABD’nin bu sefer yine Taliban’ın ülkeyi ele geçirmesine razı olduğu 2024 Ağustos ayında gerçekleşti. 2000’li yıllarda Hamid Karzai hükümetinde maliye bakanlığı yapan Gâni ardından Kabil Üniversitesi rektörlüğü görevinde bulundu. 2014 seçimlerinde ise cumhurbaşkanlığına seçildi. ABD kontrolündeki ülkede aradan geçen yirmi yılda hem güvenlik durumu başkent dışında hemen her yerde kötüye gitmiş, hem de ülke ekonomik ve idari açıdan bir türlü düze çıkamamıştı.
Bu huzursuzluk ve umutsuzluk dalgasını kendi lehine değerlendiren Taliban, hükümetle uzun süren çatışmaların ardından Mayıs 2021’de taşradaki yerleşimleri ardı ardına kontrol etmeye ve büyük şehirleri ele geçirmeye başladı. Ağustos 2021’e gelindiğinde ise beş milyonluk Kabil, iki taraftan Taliban güçlerince kuşatılmış durumdaydı. Eşref Gâni de kaderine razı oldu ve ani sayılabilecek bir kararla 15 Ağustos’ta BAE’ye kaçtı. Sonrasında Taliban kendisine ve eski devlet görevlilerine ülkeye geri dönme çağrısı yaptıysa da –şimdilik- bu davete icabet etmedi. Gâni bugünlerde Abu Dabi’de çeşitli diplomatik temaslarda bulunuyor, podcast yayınlarıyla fikirlerini kamuoyuna ulaştırıyor, hatta 1,2 milyon takipçili X (Twitter) hesabında da “Afganistan İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” sıfatını kullanıyor halen. Muhtemelen bir sonraki sefer şans kapısının kendisine yeniden açılmasını bekliyor.
Beşşar Esad (Aralık 2024)
2024 Kasım ayının son günlerinde başlayan şok bir hareket, yıllardır süreç Suriye İç Savaşı’nda Rusya ve İran’ın daha önce defalarca engellediği nihai sonu bir anda getirdi. İdlib’den hareket eden silahlı muhalif gruplar önce Halep’i, ardından sırayla Hama, Humus, Deraa ve nihayet Şam’ı hemen hemen ciddi bir çatışmaya da girmeden on gün içinde ele geçirerek, 24 sene boyunca ülkeyi yöneten Beşşar Esad’ın ve 61 yıllık Baas diktasının sonunu getirdi. Ülkeyi 30 sene demir yumrukla ezen babası Hafız Esad’dan sonra düşünülen ilk halef Beşşar değildi, askeri ve idari yatırım ağabeyi Basil üzerine yapılmıştı. Ama henüz 31 yaşında bir trafik kazasında ölen Basil’in yerine Beşşar yurtdışından ülkeye çağrıldı ve 1994’ten itibaren babasının tahtına halef olmak üzere yetiştirilmeye başlandı.
2000’lerde yönetime ilk geldiğinde iyimser bir hava hâkimdi, Londra’da göz hekimliği ihtisası yapan bir doktorun babasını aratacak kanlı bir diktatöre dönüşebileceği o yıllarda pek kimsenin aklından geçmiyordu. Türkiye’yle ilişkilerin düzeltilip, muhaliflere çeşitli haklar tanınan 2000’li yıllardaki bahar havası çabuk bitti. 2010 Arap Ayaklanmaları pek çok ülkede fazla bir zarar vermeden yumuşak geçişle atlatılırken, Libya ve Yemen gibi Suriye de kanlı bir iç savaşın pençesine düştü. Moskova ve Tahran’ın cansiperane askeri desteğiyle tahtını koruyan Beşşar, 2024’teki sert yürüyüşe direnemedi, bu sefer hiçbir müttefiki yardımına gelmemiş, son dakikaya kadar umutsuzca sağı solu arayıp yardım istemişti.
Nihayetinde 30 sene önce Londra’dan dönerek oturduğu koltuktan, bu sefer Moskova’ya kaçmak üzere kalktı. Geriye de Sednaya Hapishanesi’nde ortaya saçılan toplu mezarlar ve işkencelerle ölen binlerce mahkûm, yerlerinden edilen ve ülke dışında sefalet içinde yaşamak zorunda kalan milyonlarca Suriyeli, öldürülen yüzbinlerce vatandaşı kaldı. Muhtemelen o da bu sefer Kremlin yakınlarındaki bir otelde talihin bir kez daha yüzüne gülmesini bekleyecek.
İlginizi Çekebilir