Orta Doğu’da değişimin Suriye ayağı
DIŞ POLİTİKALibya ve Suriye’de rejim karşıtları silahlanmış, çatışmalar iç savaşa evrilmiştir. Dış destek muhaliflerin başarısında önemli bir yere sahiptir. Libya devrik lideri Muammer Kaddafi muhalifler tarafından linç edilmiştir. Libya’nın halen geçmekte olduğu süreç ise benzer tablonun Esad/Baas sonrası Suriye’de de yaşanabileceğini düşündürtmektedir. Kürt gruplar, radikal İslamcılar başta olmak üzere Suriye’de amaç ve istekleri farklı olan kesimler mevcuttur ve farklı dış aktörler tarafından desteklenmektedir.
8 Aralık 2024’de Suriye lideri Beşar Esad, ülkesinden ayrılarak ailesiyle birlikte Rusya’ya iltica etmiştir. HTŞ’nin paydaşlarının ve müttefiklerinin rejimin herhangi bir karşılığı olmadan Şam’ı ele geçirmesiyle simgeleşen Esad yönetiminin dolayısıyla da Baas rejiminin bitmesi salt Suriye’de değil Orta Doğu’da önemli bir dönüm noktasıdır.
Orta Doğu’da 2010’lu yılların ortasından bu yana değişim-dönüşüm yaşanmaktadır. Donald Trump’ın ABD başkanlığının birinci döneminde bölgedeki değişimin temelleri atılmış ve kısa sürede uygulanmaya konulmuştur. İsrail’i merkeze olan İran karşıtlığına odaklanan Filistin sorununun çözümünü ise dışlayan bu siyasi çerçeve İbrahim Andlaşmaları ile uygulanmaya koyulmuştur. Körfez Arap ülkelerinden Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Mağrip’ten Fas, Afrika’nın doğusundan ise Sudan söz konusu andlaşmaları imzalayıp İsrail ile ilişkilerini başlatma ve ilerleme kararını almıştır. Washington’un Tel Aviv ile oluşturduğu bu yeni çerçevenin iki ayağı bulunmaktadır. Tahran ayağında İran karşıtı cephe salt söylemde kalmamış; kurulmuştur. İran’ın izole edilmesine ve çevrelenmesine odaklanılmıştır. Filistin ayağında ise Filistin-İsrail sorunun çözümünü uluslararası hukuka ve teamüle dayandıran anlayış dışlanmış; İsrail’in tek taraflı politikaları, işgal politikaları ve Filistin halkına yönelik uyguladığı apartheid rejimi meşrulaştırılmıştır.
İran karşıtlığına, Filistin’de İsrail işgalini ve apartheid rejimini meşrulaştırmaya odaklanan süreç; Hamas’ın El-Aksa Tufanı saldırısını 7 Ekim 2023’te başlatması ile oldukça sert ve uluslararası hukuku dışlayan bir hal almıştır. Diğer bir ifadeyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve aşırı sağcı-dinci kabinesi savaş suçu, insanlık suçu işlemekten çekinmeyerek Filistin’e karşı “demir yumruk” politikası izlemiştir. İsrail aynı zamanda Filistinlilere yönelik soykırım yapmakla da suçlanmaktadır. Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International) geçtiğimiz günlerde yayımlanan ve Netanyahu yönetiminin Filistin halkına karşı soykırım düzenlediğini kaydeden raporu bu bağlamda örnek olarak verilebilir.
Netanyahu ve kabinesi, Hamas’ı tasfiye etmeye yönelik saldırılarını sivilleri gözetmeksizin düzenlemeye devam etmektedir. Örgütün kilit isimleri İsmail Haniye ve 7 Ekim saldırının planlayıcısı olduğu belirtilen Yahya Sinvar İsrail’in operasyonları ile öldürülmüştür.
Tel Aviv için Hamas’ın yok edilmesi işgal edilmiş Filistin toprakları ile sınırlı kalmamıştır. İsrail’e yönelik saldırılarıyla Hamas’a destek veren Lübnan Hizbullah’ı İsrail’in bir diğer hedefi olmuştur. Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ve örgütün kilit isimleri Lübnan’da düzenlenen saldırılar sonucu öldürülmüştür.
Filistin ve Lübnan ile sınırlı kalmayan İsrail’in saldırıları, uluslararası hukukun jus cogens normları arasında sayılam kuvvet kullanma yasağını ihlal ederek Suriye ve İran’a da genişletilmiştir. Tel Aviv, Hamas’a salt Hizbullah’ın değil Esad rejiminin ve Tahran’ın destek verdiğini dolayısıyla ulusal güvenliğine tehdit teşkil ettiğini savunarak iki ülkeye yönelik saldırılarını meşrulaştırmaya çalışmıştır.
İsrail’in gerek Filistin içindeki gerekse Filistin dışındaki saldırılarına devam ederken Baas rejiminin-Beşar Esad yönetiminin düşmesi Netanyahu’nun sadece elini kolaylaştırmakla kalmamış işgal odaklı yayılmacı politikalarının önündeki bir engelin daha ortadan kalkmasına neden olmuştur.
Öte yandan nispeten de olsa Netanyahu yönetiminin “elinin rahatlaması” Tel Aviv’in Suriye’deki gelişmeleri endişe ile izlemediği anlamına gelmemektedir. Yönetime kimin geleceğinin yanı sıra Esad rejiminin sahip olduğu silahların radikal İslamcı yapılanmaların eline geçmesinden endişe etmektedir. İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri’ni işgal ettiği ve son noktada söz konusu bölgenin kuzeyine operasyon düzenlediği hatırlanmalıdır.
Esad yönetiminin düşmesinin kuvvet kullanma neticesinde olmaması, diğer bir ifadeyle Suriye ordusunun HTŞ’nin başkent Şam’a kadar ilerlemesine karşı çıkmaması uluslararası kamuoyu tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır. Bu durum akla birtakım senaryoların gelmesine neden olmaktadır. Örneğin, Esad’ın ABD, İsrail ve Birleşik Krallık ile anlaşarak yönetimi bıraktığı ve ülke dışına çıktığı belirtilmektedir.
Diğer yandan Rusya’nın ve İran’ın Esad rejimine desteğini azaltması da yaşanan tablonun nedenleri arasındadır. Hizbullah’ın Lübnan’da büyük darbe alması Tahran’ın Esad ve güçlerine desteğini olumsuz etkilemiştir. Rusya’nın Ukrayna’ya odaklanması, Donald Trump’ın ABD başkanlık koltuğuna oturması da diğer nedenler arasında gösterilebilir. Halihazırda Amerikan medyasında Ukrayna lideri Volodimir Zelenskiy’nin Rusya ile imzalayacağı olası bir barış andlaşması karşılığında Kırım, Donbass bölgelerinin yeniden Ukrayna egemenliğine dönmesi şartından vazgeçeceği belirtilmektedir. Bunun yanında Trump’a yakın isimlerin Zelenskiy’in bu oluşacak yeni durumu kabul etmesi gerektiği ifadelerine yer verilmektedir. Dolayısıyla bu ve benzeri olasılıklar Rus lider Vladimir Putin’in neden Esad’a destek olmadığı sorusunun yanıtlarından biri olabilir.
Dış destek muhaliflerin başarısında önemli bir yere sahiptir. Libya devrik lideri Muammer Kaddafi muhalifler tarafından linç edilmiştir. Libya’nın halen geçmekte olduğu süreç ise benzer tablonun Esad/Baas sonrası Suriye’de de yaşanabileceğini düşündürtmektedir.
DIŞ DESTEK MUHALİFLERİN BAŞARISINDA ÖNEMLİ BİR YERE SAHİPTİR
Suriye, “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk hareketlenmeleri arasında farklı bir yere sahip olmuştur. Esad’ın görevden ayrılış şekli de bu farklılığı korumaktadır. Tunus eski lideri Bin Ali’nin yönetimi muhaliflere bırakarak ülke dışına çıkması örneğine benzetilse de Tunus’ta Bin Ali sonrası süreç farklı bir şekil almıştır. Muhalifler ve rejim yanlıları arasında silahlı çatışma yaşanmamıştır. Ayrıca mevcut cumhurbaşkanı Kyas Said’in politikaları ve muhalefete baskısı yeniden Zeynel Abidin Bin Ali rejimine dönüldüğünü düşündürtmektedir. Suriye ile Libya örneği arasında da çeşitli başlıklarda benzerlik kurulabilir. Libya ve Suriye’de rejim karşıtları silahlanmış, çatışmalar iç savaşa evrilmiştir. Dış destek muhaliflerin başarısında önemli bir yere sahiptir. Libya devrik lideri Muammer Kaddafi muhalifler tarafından linç edilmiştir. Libya’nın halen geçmekte olduğu süreç ise benzer tablonun Esad/Baas sonrası Suriye’de de yaşanabileceğini düşündürtmektedir. Kürt gruplar, radikal İslamcılar başta olmak üzere Suriye’de amaç ve istekleri farklı olan kesimler mevcuttur ve farklı dış aktörler tarafından desteklenmektedir. Söz konusu grupların gündemlerinin çatışması ve silaha sahip olmaları istikrarsızlığın uzun süreye yayılması ihtimalini akla getirmektedir.
Öte yandan Suriye’de HTŞ’nin öne çıkması, ülke geleceğinin Afganistan’a benzeme ihtimalini de öne çıkarmaktadır. HTŞ’nin el-Nusra/IŞİD/el-Kaide ile bağlantısı ve geçmişteki politikaları Taliban benzeri yapılanmanın ülkede etkili olabileceği ihtimaline işaret etmektedir.
Diğer yandan İsrail’in yayılmacılığı ve 7 Ekim sonrası yoğunlaşan İran karşıtı gündeminden hareketle bir sonraki hedefin İran olduğunu düşündürtmektedir. Trump’ın başkanlığının başlaması da İran karşıtı politikalarında Tel Aviv’in desteklenmeye devam edeceğini düşündürtmektedir. Trump, selefi Barack Obama’nın aksine İran’a yönelik uluslarası izolasyon siyasetini sürdürmektedir. Birinci döneminde Trump; Obama’nın imzaladığı ve İran’ın nükleer tesislerini uluslararası denetime açması koşuluyla İran’a uygulanan uluslararası yaptırımların kaldırılmasını içeren Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (İran Nükleer Anlaşması) ülkesini çekmiştir.
İsrail’in yayılmacılığının Suriye’yi de kapsadığı Esad’ın ülkeyi terk etmesinin hemen ardından düzenlediği saldırılarla ve özellikle Başbakan Binyamin Netanyahu’nun söylemleriyle anlaşılmaktadır. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda işgal ettiği 1981’de de ilhak ettiği Golan Tepeleri’nin kuzeyine birliklerini göndermiştir. Söz konusu bölgedeki tampon bölgenin kontrolünü “geçici” olarak ele geçirdiğini dünya kamuoyu ile paylaşmıştır. Bu adımıyla sınırlı kalmayan Netanyahu yönetimi, Şam’daki askerî tesislere de saldırı düzenlemiştir. Örneğin kimyasal silah ve füze sahalarını hedef almış ve bu alanlara düzenlediği saldırıları doğrulamıştır. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar’a göre Tel Aviv bu saldırılarla özellikle kimyasal silahların teröristlerin eline geçmesini engellemeyi amaçlamaktadır.
Sonuç olarak, terör örgütü HTŞ önemli kazanımlarla yönetimi “ele geçirese” de ve yeni yönetimi oluştursa da Suriye’nin geleceği özellikle kısa ve orta vadede belirsizdir. Tarafların ve gündemlerinin sayılarının çok fazla olması; bu yapılanmaların bölge dışından ve bölge içinden birçok aktörle bağı olması dolayısıyla siyasi gündemlerin çatışma ihtimali Suriye’de barışın, istikrarın önünde zorlu bir sınav olduğunu göstermektedir. Federasyonun benimsenmesinin yanında ülkenin parçalanması da gündemdedir. Bölgesel değişim iddialarının yoğunlaştığı ve uygulama konulduğu gündemin bir sonraki maddesinin İran olduğu anlaşılmaktadır.
İlginizi Çekebilir