© Yeni Arayış

Ölüm ve tekinsiz hazları

Ölüm ve tekinsiz hazları

Ölüm bize bütün absürtlüğüyle gelir, ona bir anlam biçemeyiz. Kendimizi, geride kalanları avutmak için yalanlara sığınırız.… Ve hazır yalanlara başlamışken, kendi türümüzün tekinsizliklerini de kapatacak birkaç yalanı ölüme sıkıştırırız. Kendimizi ölümsüz, öleni yitirmiş sayarız… Kayıplarımızın ardından haykırdığımız “seni hiç unutmayacağız” feryadındaki gizli yanılgı, yitirileni bir an dahi aklımızdan çıkarmayacağımıza ilişkin naif sanımız değil, kendimizin de bir ölümlü olduğumuzu bilincimizden sürmüş olmamızdır. Yaşamını yitirenin dünyada kalan sevenleri olarak, örtük şekilde, kendimize sonsuz bir yaşam sunulmuş, ölenin ise bir sıradışılık, nadiren görülen bir şanssızlık kurbanı olarak yaşamdan ayrılmış gibi davranırız. Yitirilen kişinin bize olan yakınlık seviyesi, kayıpla birlikte bedenimizde meydana gelen duygularımızda ve zihnimizde oluşan hislerimizde (duygu ve his farklı deneyimlerdir) çeşitlilik üretir. Onun ölmemesi için kendi canımızı düşünmeksizin vereceğimiz kişiler, kaybımız sonunda ani ve derin bir üzüntü duyduğumuz ancak yaşamımıza kaldığımız yerden devam edeceğimiz tanıdıklar, yitirdiğimizde pek az sancı duyacağımız uzak tanışıklıklar. Ölmemesi için canımızı düşünmeksizin vereceğimiz kişileri yazı dışında bırakarak devam edeceğim. Tabuların kırılmasından alınan bu acı dolu memnuniyet, bazen kadere, bazen Tanrı’nın arzusuna, bazen de yaşamın saçmalığına ve anlamsızlığına gizlenir. Bizleri iyi giden her şeyi sabote etmeye çağıran o tekinsiz güdü, ölümde de yanı başımızda pusuda bekler. İnsanı çaresiz bırakan ölüm karşısında, belli bir yaşın altındaki kişiler kendilerini dünyada yarışa devam eden dokunulmazlar, yaşamını yitirenleri ise yarışı kaybetmiş kişiler olarak da algılarlar. Ölümü kendisine böylesine uzak gören, yanılgı içerisindeki ruhlar, çok yakın çevrelerinden olmadıkları sürece ölen karşısında bir zafer de elde etmiş gibi hissederler. Yaşamın ağırlığını, zorluğunu, güçlüğünü kaldıramamış olan ötekisinin elenmesine karşın, kendisi tüm başarısızlıklarına rağmen yaşamdadır, kaybetmemiştir. Ölen herkes onun gerisinde kalmıştır. İnsan toplumsal ahlakın yasakladığı pek çok şeyi içten içe arzuladığı gibi, tıpkı kendi başına gelen felaketlerden aldığı gibi, kendisini üzüntülere savuran ölümlerden ince ve bilince sorulduğunda hastalıklı görünen bir haz da alır. Yapmanın, inşa etmenin, yaratmanın verdiği haz gibi, yıkmanın, yıkılmanın, ölmenin de verdiği reddedilmiş bir haz vardır. Mahvolmanın hazzında, başka acıları ertelemenin, ötelemenin, küçültmenin, başkalarını hiç değilse mahvolma konusunda geçmenin irrasyonel bir taşkınlığı vardır. Tabuların kırılmasından alınan bu acı dolu memnuniyet, bazen kadere, bazen Tanrı’nın arzusuna, bazen de yaşamın saçmalığına ve anlamsızlığına gizlenir. Bizleri iyi giden her şeyi sabote etmeye çağıran o tekinsiz güdü, ölümde de yanı başımızda pusuda bekler. Başkasının yıkılışında, “o yıkıldı, ben yıkılmadım”dan, “o yıkılınca ben de yıkıldım” skalasına değin açılan bir ahlak(sız/lı)lık çemberinde her yer mutsuzlukla sıvanır görünürken, bu tekinsiz haz tanecikleri o sıvanın içerisine gömülürler. Salt başkalarını üzmek için kendi yaşamımıza darbe vurduğumuz ve bundan bilinç için hastalıklı görünen minik hazlar aldığımız anlarda olduğu gibi, tanıdığımız birinin ölümü karşısında da, o ölümü başkasıyla paylaştığımız anlarda da hem biz sanki ölümsüzmüşüz hem de ölen yüzünden başka hiç kimsenin çekmediği acılarla karşılaşmamızın bizi özel kıldığı yanılgılarıyla karmakarışık, tekinsiz, bilinç için tiksinç, ahlaksız, aşağılık birisi olup çıkarız. Ölüm bize bütün absürtlüğüyle gelir, ona bir anlam biçemeyiz. Kendimizi, geride kalanları avutmak için yalanlara sığınırız. Güçsüz ruhlar ve bedenler olarak, bunu yapmak zorundayız, yoksa yaşayamayız. Ve hazır yalanlara başlamışken, kendi türümüzün tekinsizliklerini de kapatacak birkaç yalanı ölüme sıkıştırırız. Kendimizi ölümsüz, öleni yitirmiş sayarız…

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER