O incir ağacının altında…
KÜLTÜR SANATÖlüm değildi zaten bizi ayıran, benim hikayemde yazmayan gerçeklerdi, hayatın kendisiydi.
Bir ağaç gibi yıkılışını görmedim, bakmadım, bakamadım. Kendi hikayeni en sevdiğin yerde sonlandırmana sevindim sanki, sevindiğim yerimi kanattım sonra. Bir telefon ötesindeki sesini yitirdiğime yandım, yandığım yeri açıkta bıraktım. Cenazendeki kalabalığı gördün mü? Ne çok insanın gönlüne girdiğini bildin mi?
Dostluk üzerine yazılmış onca şey okudum, hepsi kütüphanemdeki kitapların sayfaları arasında bekliyor, bir gün yardıma koşmak için yüzyıllardır uyuyan gizli ve büyülü bir ordu gibi. Şimdi şuraya onlardan bir kaç cümle kondurmak güzel de olurdu ama kütüphanem hayata benzedi zamanla, karmakarışık. Artık elimi attığımda bulamıyorum ihtiyacım olan kitapları, tıpkı elimi telefona attığımda ulaşamadığım dostlar gibiler; orada olduklarını biliyorum ama nerede oldukları muamma.
O ceviz ağacının altında oturuyorum, Maçka’da güneş açmış ama serin. Çiçekler örtmüşsün üstüne, sen de üşüyor musun dostum yoksa? Gittiğin yerde üşünüyor mu, özleniyor mu, şarkı söyleyebiliyor musun?
Biz o ceviz ağacının altında ne çok oturduk oysa, sabahlar olmasındı ve olmazdı da galiba. Biz ne çok ağacın altında, ne çok denizin karşısında oturduk hatta, ne çok dağa sırtımızı dayadık. Ben sana da yaslanırdım, bir telefon ötesindeki sesine.
Peter Brooks’un kitabını okumamı söylemişti Selçuk; Hikayeyle Baştan Çıkarılmak adı. Bir telefon ötesindeki sesini duyamadığım, bir ceviz ağacının altında oturamadığım bu dostla, okuduğumuz kitaplar bizi heyecanlandırdığında bekleriz o görüş saatlerini en çok galiba, ille de diğeri okusun diye bir sonrakini bekleriz. Dostluk güzel bekleyebilmektir bir yandan da, ne dersin?
Hayatımızın aslında hikayelerimiz olduğunu ama bunun gerçeklik algımıza kurulu bir tuzak olduğunu söylüyor Peter Brooks, ben öyle anladım en azından ve hemen reddettim elbette. Ben hikayeye inanırım çünkü, hayata değil.
Dostluklarımız da aslında birer hikayedir; bizim yazdığımız ama her iki tarafın da aslında farklı kurduğu, kimsenin hikayesi kimseninkine benzeyemez, hayat yalnız kurulan bir hikayedir nihayetinde. Ama önemli olan yazmaya devam etmektir, hikaye devam ettiği müddetçe sürer dostluk.
Otuz yıl evvel, henüz çocukken neredeyse, başladığımız bir hikaye ikimizinki; başka başka yazdık muhtemelen ama satır aralarında hep aynı yerde soluklanmayı başardık. Sen şarkılarla ben sözcüklerle, şiirlere vurduğumuzda kendimizi ve şiirler bizi vurduğunda birbirimizi gördük.Ne çok kızdık, söylendik ama hiç gönül koymadık birbirimize; hikayemizde yeri yoktu kırgınlıkların.
İlk albümün çıkmıştı daha, ben oraya buraya yazılar karalıyordum, seyir defterimizin kenarına hayal süsleri işliyorduk, o zamanlardı. Sen aşıktın. Aşık oldukları kadınlara kavuşan ve onların elini bırakmayan dostlarımla hep gurur duydum, biliyor musun
Benim hep gurur duyduğum dostlarım oldu.
Ne tuhaf; bizi birbirimizden farklı kılan şeylerin ortaklaştıklarımızdan daha fazla olduğu dostlarım olmuş; ideolojilerin, inançların, bakış açılarının gölgesinden uzakta kurulan dostluklara daha çok güvenmişim. Sen de öyleydin, delirtirdin beni. Ama inandığı şeyi kendi ahlakıyla korumasını bilen halindi güven veren, bana ne kadar uzaksan o kadar yakın olmanın sebebi buydu belki de.
Gittiğini çok uzaklardan bir dost haber verdi, biliyormuşum gibi yaptım. Acı bir haber vermenin ağırlığını bilirim, taşımasın istedim. Dostluk sakınmak değil midir bazen?
Bir ağaç gibi yıkılışını görmedim, bakmadım, bakamadım. Kendi hikayeni en sevdiğin yerde sonlandırmana sevindim sanki, sevindiğim yerimi kanattım sonra. Bir telefon ötesindeki sesini yitirdiğime yandım, yandığım yeri açıkta bıraktım.
Cenazendeki kalabalığı gördün mü? Ne çok insanın gönlüne girdiğini bildin mi?
Bir yabancı gibi uzaktan bakıyordum sana, seni çok sevenlere, benden daha yakın olanlara, benden daha yakın duranlara; o hayatın parçası değildim, hiç olmadım, o başka bir hikayeydi, ben yoktum.
Gerçek değildi hiçbir şey; o tabut, o ceviz ağacının altında yatışın, o kalabalık, bu yokluk…
Ölüm değildi zaten bizi ayıran, benim hikayemde yazmayan gerçeklerdi, hayatın kendisiydi. Ben o kalabalıkta, tabutuna şöyle bir dokunup geçerken kendi hikayemin içinde yaşıyordum ve sen gitmemiştin, gitmeyecektin. Sen gitmedikçe hikaye devam edecekti nasılsa, dağılmıştım ama toparlanırdım.
Tam kavuşurken ayrıldığım, ayrıldığımı zannederken daha çok kavuştuğum dostluklardan kurmayı öğrendim bu bahsi. Benim dışımda yazılan hikayelere dokunursam daha çok yanacağımı öğrendim, bir dostu kaybetmek diye bir şey olmadığını, kaybolmanın kaybetmek demek olmadığını öğrendim.
Kütüphanemdeki kitaplar gibi işte; bulamasam da istediğimde, oradalar biliyorum.
Yani diyeceğim; dostları ölüm ayıramaz, devlet ayıramaz; hayat ayırır ancak.
Ama hayat bir hikayeden daha güçlü değildir; gerçek yazdığımız şeydir sadece.
İlginizi Çekebilir