Neden kimse kimsenin değerlisine “Paçavra” demesin…
SİYASETDün HDP bu demokratik ruha dil vermenin cezasını çekmeye başladığında, CHP’ye “bugün bizim başımıza gelen, yarın sizin de başınıza gelebilir, bugün bizi hapse atanlar, yarın sizi de atabilir, bugün bizim belediyelerimize kayyım atayanlar, yarın sizinkilere de atayabilir” dediğinde, dönemin Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP yönetimi pek kulak asmamış, HDP’nin üzerine atılan çamur kendi üzerlerine de sıçramasın diye suskun kalmıştı.
Demokratik uyanış anlarında cisim bulan bu ruha dil veren, o kolektif ruhtan doğan çoğul politik gücün taşıyıcılığını yapabilen ve tam da bu yüzden cezalandırılan siyasetçiler ve itibarsızlaştırılan siyasal partiler de var Türkiye’de.
Türkiye’de öfkeli bir ruh dolaşıyor. Dışlandığını, görülmediğini, hakkının yendiğini, ezildiğini düşünen, kendini güçsüz hisseden bir ruh bu. Öfkesi bundan. Konuştuğu dil de bu öfkenin dili: dışlandığı için dışlamayı, kırıldığı için kırmayı, ezildiği için ezmeyi kendinde hak gören “mağdurun” dili. Şiddetin dili. Nefretin dili.
Bu ruh, toplumsal tabanda bazen ana dilini konuştuğu için dışlanan, seçilmiş belediyesine kayyum atanan bir Kürtün bedeninde cisim, dilinde ifade buluyor; bazen de evladını manasız bir şiddete kurban vermiş bir şehit anasının yüreğinde, feryadında. Bu ruh bazen canını kurtarmak için savaştan kaçarak Türkiye’ye gelmiş Suriyeli bir mülteciye nefret kusuyor, bazen de “hayırı” bir cevap olarak kabul edemeyen erkeklerin kırılmış gururlarından kadınlara, çocuklara ölüm saçıyor. Bazen 28 Şubat’ın başörtüsü nedeniyle dışlanmış, eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalmış Sünni mağdurları; bazen de Maraşta, Çorumda, Sivasta katledilmiş Aleviler giriyor bu öfkeli ruh haline. Bazen Atatürk’e küfrederken duyuyoruz bu ruhu, bazen Müslümanlara veya İslamiyet’e. Bazen “Türklüğe” hakaret ediyor bu ruh, bazen Kürtleri aşağılıyor. Bazen ben giriyorum bu ruh haline, bazen siz, bazen de başkaları.
Bedenleri, dilleri bu ruh tarafından teslim alınmış siyasetçiler de var Türkiye’de. Hepimiz tanıyoruz onları: Bazen tek adam oluyor “sürtük” diye, “çürük” diye bağırıyorlar bize, bazen Cumhurbaşkanı aday adayı olup, açtığımız bayrağa “paçavra” deyiveriyorlar. Bazen “Ermenilerden” bahsederken özür dilemek zorunda hissediyor kendini bu ruh, bazen de kadınlara kadın demeye utanıyor. Bazen Suriyeli mültecileri hedef gösteriyor bize, bazen Kürtleri, bazen Atatürkçüleri, bazen de politik İslamcıları.
Bu tür siyasetçilerin yapmaya çalıştığı şey basit aslında: Bizim güçsüzlüğümüzden, bizim haklı ve gerçek mağduriyetlerimizden, kendilerine politik güç, devletin kontrol etmek istedikleri şiddet araçlarına politik meşruiyet devşirmeye çalışıyorlar. Biz hep kavgalı, hep bölünmüş, hep güçsüz kalalım ki, Türkiye’yi hep bu “öfkeli ruh,” hep o ruhun bedenini ve dilini teslim aldığı siyasetçiler, yani kendileri, olmazsa da kendileri gibi olanlar yönetsin istiyorlar.
Türkiye’de dolaşan başka bir ruh daha var ama: Siyaset sahnesinin tavanındaki itiş kakışlardan, bağırış çağrışlardan, egosu şişik, yaşlı, erkek siyasetçilerin birbirleriyle didişmelerinden, etnik, itikadi, toplumsal cinsiyet temelli ayrışmalardan yorgun düşmüş, çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı, barışçı — tek kelimeyle “demokratik” bir ruh. Geçmişte birbirleriyle kavga etmiş farklı politik aideyetlerden, düşünsel veya itikadi geleneklerden gelseler de, nefretin dilini reddedenlerin ruhu. Ayrı ayrı yollardan gelip aynı meydanlarda buluşanların ruhu. O meydanlarda hep birlikte, bir ağızdan “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz” diye slogan atanların ruhu. Birbirleriyle barışmak isteyenlerin, farklılıklarıyla birlikte, barış içinde bir arada yaşamak isteyenlerin ruhu.
Bu haklı mağduriyetlerden doğan haklı öfkeyi, o gücün paydaşı olan diğer mağdurlara değil, tüm bu mağduriyetlerin gerçek sebebine, gerçek faile — anti-demokratik bir yönetim biçimine ve bu biçimin taşıyıcılığını yapan kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı, dışlayıcı, öfkeli siyaset tarzına yöneltmesi.
Öyle bir ruh ki bu ancak farklı yollardan geçerek buluşan insanlar birlikte eyleyebildiklerinde, birlikte hareket edebildiklerinde, aralarındaki etkileşimden doğabiliyor. Senin, benim, onun evde yalnız başımıza otururken, anlık bir aydınlanma sonucu kendi kendimize girebileceğimiz bir ruh hali değil o, yani. Ona cisim veren, dil veren sen değilsin. Ben değilim. O değil. Biziz. Bizim birbirimizi farklılıklarımızla görüp, öyle kabul edip, birbirimize öyle saygı duymamız, bu temelde birbirimizle dayanışmamız, uyum içinde birlikte eylememiz— tek kelimeyle “bizim birlikteliğimiz” cisim veriyor ona.
Hepimiz gördük, tanıdık, yaşadık onu: İlk olarak 2013 senesinde “Gezi Ruhu” olarak çıktı ortaya. 7 Haziran 2015’te HDP meclise soktu onu, “Bizlerin” ruhu olarak. 2017 yılında yapılan Anayasa referandumunda tek adam rejimine atılan “hayır” oyları cisim verdi ona. 2019 yılında Ekrem İmamoğlu’na İstanbul’u bir değil iki defa kazandıran İstanbul İttifakı’nın ruhu da, bu ruhtu; 2024 yılında CHP’yi birinci parti çıkartan ‘Türkiye İttifakı’nınki de. 19 Mart sivil darbe girişiminin ardından Saraçhane’den başlayıp, tüm Türkiye’yi dolaşan; dün yapılan “ön seçimlerde” her yaştan, her cinsten, her etnisiteden, her sınıftan, her inançtan 15 milyon Türkiyeliyi sandığa götüren de bu ruhtu.
En ilginç özelliği bu ruhun, hiç kimsenin geçmişte yaşamış olduğu haksızlıkları görmezden gelmemesi, hiçbir haklı mağduriyeti yok saymaması, önemsizleştirmemesi, hiçleştirmemesi, ama onu paylaşan herkese kendini güçlü hissettirmesi, herkesi karşısında durulması zor bir politik gücün eşit paydaşı yapması. Ve bu haklı mağduriyetlerden doğan haklı öfkeyi, o gücün paydaşı olan diğer mağdurlara değil, tüm bu mağduriyetlerin gerçek sebebine, gerçek faile — anti-demokratik bir yönetim biçimine ve bu biçimin taşıyıcılığını yapan kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı, dışlayıcı, öfkeli siyaset tarzına yöneltmesi.
Demokratik uyanış anlarında cisim bulan bu ruha dil veren, o kolektif ruhtan doğan çoğul politik gücün taşıyıcılığını yapabilen ve tam da bu yüzden cezalandırılan siyasetçiler ve itibarsızlaştırılan siyasal partiler de var Türkiye’de.
Dün HDP, Demirtaş, Yüksekdağ ve yüzlerce HDP’li yönetici, siyasetçi, belediye başkanı ve milyonlarca HDP seçmeni çekti bu cezayı, hala da çekiyorlar. 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu demokratik ruhu meclise soktukları için, terörle ilişkilendirilerek onlar itibarsızlaştırıldı, hapsedildi, onların belediyelerine kayyum atandı.
Bugün de aynı şey yaşanıyor, ama tek farkla: HDP’nin yerini, CHP; Demirtaş ile Yüksekdağ’ın yerini İmamoğlu; görevden alınarak hapse atılan Gültan Kışanak ve diğer HDP’li belediye başkanlarının yerini Ahmet Özer ve diğer CHP’li belediye başkanları almış durumda.
Bugün bu ruha, bizim demokratik ruhumuza dil veren siyasetçilerin tamamı hapiste. Haksız yere, hukuksuz yere hapiste. Türkiye’yi ise öfkeli ruh tarafından teslim alınmış siyasetçiler ile Türkiye’nin çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı, dayanışmacı bir demokrasi ile yönetilemeyeceğini, bunun ülkenin bekası açısından bir tehdit oluşturacağını düşünen bir aklın kurduğu ittifak yönetiyor.
Dün HDP bu demokratik ruha dil vermenin cezasını çekmeye başladığında, CHP’ye “bugün bizim başımıza gelen, yarın sizin de başınıza gelebilir, bugün bizi hapse atanlar, yarın sizi de atabilir, bugün bizim belediyelerimize kayyım atayanlar, yarın sizinkilere de atayabilir” dediğinde, dönemin Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP yönetimi pek kulak asmamış, HDP’nin üzerine atılan çamur kendi üzerlerine de sıçramasın diye suskun kalmıştı.
Bugün ne DEM o gün CHP’nin yaptığı hatayı tekrarlıyor; ne de bugün ki CHP yönetimi sokağa çıkan “bizlerden” üzerine çamur sıçramasından korkuyor. Bizler de sokaklarda, meydanlarda, barışın, eşitliğin, özgürlüğün, dayanışmanın çoğul dilini konuştukça, politik gücümüz şiddete, barışçı dilimiz nefretin öfkeli diline baskın çıktıkça, çok uzun sürmez, gün gelir, devran döner…
İlginizi Çekebilir