Ne olacak bu memleketin hali - Suriye meselesi
SİYASET13 yıl önce de 13 yıl boyunca da Türkiye, Suriye konusunda temel belirleyici ülke değildir. Türkiye daha çok Suriye’de yaşanan olayların sonuçlarına maruz kalmıştır. O halde yeni durumda söz sahibi olabilmesi için ülke içindeki her düşünceye kulak vermesi, yetkin insanları dikkate alması ve kucaklayıcı politikalarla ortak/sağlıklı bir yeni Suriye politikası belirlemesi gerekir.
Öyle bir toplum haline geldik/getirildik ki gün geçmiyor toplumsal kamplaşmamıza bahane olacak yeni bir şey bulmayalım. 13 yıldır devam eden ve Esad’ın devrilmesi ile son bulan Suriye meselesi de asgari müştereklerde buluşamadığımız konuların başında gelmeye devam ediyor.
Esad’ın adeta bir kağıttan kaplan gibi devrilmesi ile yeni durumu anlamak için okumaya, uzmanları dinlemeye ve analiz etmeye çalıştım. Ekranlarda yine ilgili ilgisiz herkes bu konuyu konuşarak topluma ışık tutmaya çalıştı! İstisnalar dışında konuşan hemen herkesin tavrı iktidar/muhalefet denkleminde bulunduğu yere göre belirlenmiş oldu.
İktidara yakın olanlar büyük bir zafer kazanmış edasıyla, 13 yıldır ülkemizin çektiği onca sıkıntının hiçbir kefaretini ödemeden, ganimete el uzatırken; muhalefete yakın olanlar ise her olanın kötü, daha kötü ve en kötü olduğunu izah etmek için çabaladı durdu.
Oysa Suriye’de olup bitenleri doğru anlamanın ve Türkiye’nin bu konudaki politikalarını doğru değerlendirebilmenin ilk şartı, 2011’de Türkiye’nin aldığı pozisyonu analiz etmeye bağlıdır. Türkiye, Suriye’de 2011’de ateşlenen fitile engel olabilir miydi veya engel olması gerekir miydi? Önce bu soruya aklı selimle bir cevap bulmaya çalışmamız gerekir. Kabul etmeliyiz ki 2011’de Suriye’de demokratik bir toplumsal yapının varlığından söz edebilmemiz mümkün değildir. BAAS Partisi tarafından yönetilen ülkede başka bir partinin kurulması Anayasa’ya göre mümkün değildi. Ülke yönetimi azınlık Nusayrilerin elindeydi ama toplumun çok büyük bir kısmı Sünnilerden oluşuyordu. Sünniler dışında kalan diğer inanç kesimleri de (Hristiyanlar ve Dürziler gibi), araplar dışındaki Türkmenler ve Kürtler gibi etnik gruplar da yönetime ortak olamıyordu. 2011 öncesinde Suriye dediğimizde ülke kaynaklarının büyük bir kısmını iç istihbarat örgütüne harcayan bir ülkeden bahsedebiliriz. Yani kendi toplumundan korkan bir iktidarın varlığı karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir yapının varlığını sonsuza kadar sürdürmeyeceğini bilmek için kahin olmaya gerek yok sanırım. Eğer meseleye sadece Suriye iç politikası açısından bakarsak az çok bu yapının mutlaka değişmesi gerektiği konusunda ortak bir noktada buluşabiliriz.
Bir toplumun yarısından fazlasının göçmeye karar verdiği bir ülkeye huzurlu bir ülke dememiz mümkün değildir. O halde Türkiye’nin 2011’de yaşananlara engel olabilmesinin mümkün olmadığını ön kabulü, Suriye meselesinde bizi doğru bir analize götürecektir.
YARISINDAN FAZLASI GÖÇEN BİR ÜLKEYE HUZURLU ÜLKE DENİLEMEZ
Ama olayın bir de Suriye dış politikası ile ilgili tarafı var. Suriye BAAS döneminde dış politikada İsrail karşıtı sert bir tutum izliyordu ve bu durum İsrail’i çok fazla rahatsız ediyordu. Bu yüzden tıpkı Suriye’deki geniş iç muhalefet gibi İsrail de Esad’ın gitmesini istiyordu. İşte burada İsrail ile aynı şeyi istemekle, Suriyelilerin demokratik talepleri arasında bir tutum seçmenin zorluğu arasında takılıp kalıyoruz. Bence dış dinamiklerin itici gücüne rağmen Suriye’de yaşananlar konusunda asıl belirleyici faktör içerde kurulan baskıcı rejimdi. Bizi bu şekilde düşünmeye sevk eden nedenlerin başında Suriyelilerin belki de yarısından fazlasının iç savaşta ülkeyi terk etmesidir. Bir toplumun yarısından fazlasının göçmeye karar verdiği bir ülkeye huzurlu bir ülke dememiz mümkün değildir. Kalanların da Esad’ı çok sevenler mi yoksa göç edemedikleri için sessiz kalmayı tercih eden insanlar mı olduğunu bilmiyoruz. O halde Türkiye’nin 2011’de yaşananlara engel olabilmesinin mümkün olmadığını ön kabulü, Suriye meselesinde bizi doğru bir analize götürecektir. Esasen o günkü Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu da Esad ile yaptığı uzun son görüşmesinde, reform yapmazsa veya bir reform takvimi açıklamazsa Suriye’de işlerin karışacağını izah etmeye çalışmıştır. Burada da Türkiye’nin tavrının yanlış olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye’nin uyarılarına rağmen Esad, Rusya ve İran’ın kendisine sahip çıkacağı inancı ile demokratik taleplere kulak tıkamış ve yaralı-bereli bir şekilde; kadim kültürlerin barınağı güzelim ülkesinin bombalarla yok olması pahasına 13 yıl daha iktidarda kalabilmiştir. Ama sonunda beklendiği üzere rejim yıkılmıştır. Rejimin bu kadar kolay bir şekilde yıkılmış olması da Esad’ın gerçek bir toplumsal meşruiyete sahip olmadığının bir diğer göstergesidir. Suriye’de ortaya çıkan bu yeni sonuç İsrail’e de yaramış olabilir ama bu bizim doğru yerde tavır almamıza engel olmamalıdır: Esad gibi birinin iktidarda kalmaması gerekir. O yüzden bu konuya yaklaşırken hamasi İsrail söylemlerinden de kaçınmak gerekir.
Türkiye, sığınmacı akınına uğrayarak Suriye iç savaşının Suriye’den sonraki en büyük mağduru olmuştur. Milyonlarca insana yıllarca bakmıştır. Kendi demografisini ve hatta toplumsal düzenini riske atmıştır. Bu yüzden bu yeni düzende Türkiye’nin çektiği bu sıkıntıların karşılığını görmesi gerekir. Yeni durumun yarattığı en büyük risklerden biri de ülkemizin güneyinde PYD/YPG’nin hakim olma ihtimalidir. Bunun ne kadar büyük risk olduğunu, bu yapının PKK ile organik bir bağının olup olmadığını veya olma ihtimalini etraflıca değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu, ne pahasına olursa olsun karşı çıkmamız gereken bir durum mu yoksa varlığını kabul edip yönetebileceğimiz bir süreç mi buna karar vermeliyiz. Elbette Esad’ın yarattığı boşluğun Türkiye aleyhine bir yapı tarafından doldurulmasına hep birlikte karşı çıkmamız gerekir. Bunun nasıl mümkün olabileceğine ise ancak aklı selimle düşünerek karar verebiliriz. Ya da ülkemizdeki sığınmacılar meselesini sadece “artık iktidar değişti, gitmek isteyen gitsin” veya “hayır efendim zorla gönderilsin” sığlığında mı konuşacağız? Bu konuyu artık (13 yıldır olanın aksine) etraflıca, aklı başında, hamaset olmadan konuşmanın zamanı gelmedi mi? Mesela HTŞ’nin ne olduğuna, ne istediğine ilişkin değerlendirmemiz sadece H, T ve Ş harflerinin açılımını yapmak şeklinde mi olacak? En büyük sınır komşumuzda iktidara gelen bu yapıyı en yakından bizim tanımamız gerekmez mi?
Türkiye’nin bu konuları çözebilecek birikimi fazlasıyla var ama yazının başında bahsettiğim kutuplaşmanın bir sonucu olarak Türkiye hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da gerçek potansiyelini kullanamamaktadır. Muhalefete düşen şey Suriye’de ortaya çıkan yeni durumu kötü, sorumlusu olarak da Türkiye’yi gören anlayışından vazgeçerek iktidarın kulak vermediği uzmanlarla konuyu değerlendirmesi, hamasetten uzak bir dille riskleri ve çözüm önerilerini dile getirmesidir. İktidara düşen ise 13 yılın sonunda gelen sonucun kendi zaferi olmadığını kabul edip bu konuyu siyasi bir şov haline getirmekten kaçınmak ve muhalefetin makul önerilerini devlet ciddiyetiyle dinlemek olmalıdır. 13 yıl önce de 13 yıl boyunca da Türkiye, Suriye konusunda temel belirleyici ülke değildir. Türkiye daha çok Suriye’de yaşanan olayların sonuçlarına maruz kalmıştır. O halde yeni durumda söz sahibi olabilmesi için ülke içindeki her düşünceye kulak vermesi, yetkin insanları dikkate alması ve kucaklayıcı politikalarla ortak/sağlıklı bir yeni Suriye politikası belirlemesi gerekir. Aslında 13 yıl önce Davutoğlu vasıtasıyla Esad’a ilettiklerimizi şimdi Suriye konusu özelinde biz Devletimize söylüyoruz. Çünkü krizi fırsata çevirmemizin başka bir yolu yok gibi gözüküyor.
İlginizi Çekebilir