© Yeni Arayış

Ne olacak bu memleketin hali – Çoğulculuk

Kabul edelim ki Türkiye’nin birçok açıdan nispeten daha güzel ve başarılı yılları çoğulcu demokrasiye yaklaştığı zamanlarda ortaya çıkıyor. Halkın refah ve mutluluğunu konuşmuyorum bile. Çoğulculuktan uzaklaştığımız her gün daha mutsuz insanlar ve hatta ülkeyi terk etmek zorunda kalan parlak beyinler anlamına geliyor.

Türkiye’nin zaman kaybetmeksizin rahmetli Hocam Bülent Tanör’ün deyimi ile ÇÖD’eyani çoğulcu özgürlükçü bir demokrasiye doğru yüzünü dönmesi gerekiyor. Muhalefetin de Türkiye’de iktidarı elde etme niyeti varsa çoğulcu demokrasiyi öne çıkarması ve bunu içselleştirdiği konusunda halkı ikna etmesi gerekiyor.

1996 yılında İstanbul Üniversitesi’nin 1 numaralı amfisinde rahmetli Bülent Tanör öğrencilerinin arasında dolaşarak “Anayasa Hukuku” dersini anlatır ve hemen herkes Hoca’nın o derin düşünce dünyasının içinde bir kıvılcım olmak için zihni bir mücadeleye girerdi. Ben de hayranlıkla onu dinleyenlerden biriydim. Yıllar sonra Türkiye’nin karşılaştığı her anayasal sorunda gözlerim hep Hoca’yı aradı. 2002 yılında daha 62 yaşında aramızdan ayrılmasaydı muhtemelen muhteşem analizleri ve olağanüstü hukuk nosyonu ile önümüze ışık tutacak ve anayasal sorunlarımızı onunla daha kolay çözebilecektik. Hayatta geçmişe dönüp bazı anları yeniden yaşama şansımız olsaydı ben de muhtemelen Hoca’nın ders anlattığı amfiye dönmek ve Hoca ile anayasal tartışmaların içinde yeniden kaybolmak isterdim. Ruhu şad olsun.

Rahmetli Hocamız biz öğrencilerine bir devletin demokratik olabilmesi için üç sacayağına ihtiyacı olduğunu söylerdi: Çoğulculuk, özgürlük ve laiklik. Ve ülkenin demokrasi seviyesini bu kavramları ne kadar içselleştirdiği ile ölçmek gerektiğini söylerdi. O günlerde Türkiye’nin özellikle özgürlük ve laiklik konularında iyi sınavlar veremediği bilinmeyen bir durum değil. 1982 Anayasası özgürlükleri tanımlamakla birlikte çok fazla istisna getirdiği ve bu sınırlamaların demokratik bir düzen için fazla olduğunu konuşurduk. Anayasa’da yazılan özgürlük sınırlamalarına bir de uygulamada başvurulan yasakçı yorumlar (tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi) ekleniyor ve Türkiye’nin demokrasi karnesi zayıflarla doluyordu. Diğer taraftan Türkiye’nin laiklikten ziyade katı bir laikçilik uygulamasını benimsemesi, laikliği din karşıtı bir olguya döndürmüştü. Tek başına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı bile devletin dinler karşısında eşit durmadığını ve hatta sadece bir dini değil aynı zamanda bir mezhebi öncelediğini gösteriyor ve bu bakımdan da mevcut durum eleştiriliyordu. Nitekim 90’lı yılların bu ve buna benzer anayasal sorunları Türkiye’yi uzun süreli AK Parti iktidarına götüren kilometre taşları olmuştu. AK Parti iktidara 3 Y (yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk) ile mücadele edeceğini ve yeneceğini söylemiş bu çıkışı halkta karşılık bulmuştur. 

Doğrusu Türkiye, AK Parti’nin ilk iktidar yıllarında yasaklarla mücadele konusunda önemli bir aşama kaydetmiştir. Özgürlük alanının nispeten genişlediğini (özellikle Kürtler ve muhafazakarlar için) söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Bu yaklaşım halkta da karşılık bulmuş ve özgürlük alanını genişlettikçe AK Parti’ye duyulan teveccüh artmıştır.

Bugün burada asıl vurgulamak istediğim konu ise demokrasinin çoğulculuğuna ilişkin olacak. 90’lı yıllarda siyasetin, askeri ve bürokratik vesayet nedeniyle, asla muktedir olamaması nedeniyle çoğulculuk Türkiye’nin anayasal sorunlarında özgürlük ve laiklik kadar öne çıkmamıştır. Ancak çoğulculuk da bir demokrasi için en az özgürlük ve laiklik kadar elzemdir. 

Anayasa hukuku teorilerinde demokrasi, seçmenlerin oyları neticesinde çoğunluğu sağlayanların yönetme hakkını elde etmesi olarak görülmektedir. Yönetme hakkına sahip çoğunluğun bu hakkının mutlak veya sınırlı olup olmaması bakımından iki demokrasi anlayışı mevcuttur: Çoğunlukçu demokrasi, çoğulcu demokrasi.

Kabul edelim ki Türkiye’nin birçok açıdan nispeten daha güzel ve başarılı yılları çoğulcu demokrasiye yaklaştığı zamanlarda ortaya çıkıyor. Halkın refah ve mutluluğunu konuşmuyorum bile. Çoğulculuktan uzaklaştığımız her gün daha mutsuz insanlar ve hatta ülkeyi terk etmek zorunda kalan parlak beyinler anlamına geliyor.

Çoğunlukçu demokrasi anlayışına göre, devlet yönetimi, halkın çoğunluğunun iradesine göre gerçekleştirilmelidir. Toplumu yönetme hakkı, çoğunluğa aittir. Bu anlayışa göre, çoğunluğun yönetme hakkı mutlak olup, sınırlandırılmamalıdır. Bu nedenle, çoğunluğun kararlarını sınırlandıran çift meclis, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı, kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimi gibi araçlar bu anlayışta uygun görülmemektedir. Bu anlayış,sivil topluma gereken değeri vermez ve siyasi konularda fikir ortaya koyanları siyasete müdahale olarak değerlendirir. Bu anlayışta iktidar mutlak bir yönetme hakkına sahip olduğu için muhalefetin talepleri asla dikkate alınmaz, azınlıkların hakları gözetilmez. 

Çoğulcu demokrasi anlayışına göre de, toplumu çoğunluğun yönetme hakkı vardır. Ancak bu hak mutlak olmayıp, azınlık hak ve hürriyetleri ile sınırlıdır. Azınlığın hakları, çoğunluğun iktidarına karşı korunmalıdır. Bu anlayışta toplum için ortak iyiye, yine toplum içinde gerçekleştirilen özgür tartışmalar ve müzakereler ile ulaşılabilir. Bu sebeple, demokraside bu ortamı yaratacak, çoğunluğun iradesini sınırlandıran kurumların varlığına ihtiyaç bulunmaktadır. Bu demokrasi anlayışının, uzlaşma kültürüne sahip bir ortama, uzlaşıya açık bir siyasal iklime ihtiyaç duyduğu açıktır. Çoğulcu bir demokraside herkes fikrini özgürce beyan edebilir. Bundan dolayı eleştirilebilir ama baskılanamaz. 

Kabul edelim ki Türkiye’nin birçok açıdan nispeten daha güzel ve başarılı yılları çoğulcu demokrasiye yaklaştığı zamanlarda ortaya çıkıyor. Halkın refah ve mutluluğunu konuşmuyorum bile. Çoğulculuktan uzaklaştığımız her gün daha mutsuz insanlar ve hatta ülkeyi terk etmek zorunda kalan parlak beyinler anlamına geliyor. Diğer taraftan, azınlık haklarını ve muhalif düşünceleri önemseyen, onlara ifade ve mücadele hakkı veren iktidarlar daha yüksek oy alıyorlar. Nitekim AK Parti’nin hem ekonomideki en büyük başarıları hem de hemen her seçimde artan oy oranları çoğulculuğu ve özgürlüğü bugünden daha fazla önemsediği yaklaşık ilk 10 yıllık iktidar dönemine denk düşmektedir.

Buna karşılık muhaliflere karşı tahammülünün azaldığı yıllarda oy oranları düşmeye başlamış ve son yerel seçimde ikinci parti konumuna düşürmüştür. (Aşağıda BBC sayfasından aldığım bir tabloyu paylaşıyorum) Yani çoğulcu demokrasiden ne kadar uzaklaşır ve çoğunlukçu demokrasiye o kadar yaklaşırsak sadece Türkiye değil buna sebep olanlar da kaybediyor. Muhalefetin, basının, sivil toplumun seslerini bastırmak onları yok etmiyor. Ama bu iklim ülkemize kaybettiriyor. Türkiye gibi, farklı dinden, mezhepten, etnik yapıdan ve siyasi düşünceden insanların oluşturduğu bir ülkeyi daha fazla özgürlük ve çoğulcu bir demokrasi ile bir arada tutabilir ve yükseltebiliriz. O yüzden Türkiye’nin zaman kaybetmeksizin rahmetli Hocam Bülent Tanör’ün deyimi ile ÇÖD’e yani çoğulcu özgürlükçü bir demokrasiye doğru yüzünü dönmesi gerekiyor. Muhalefetin de Türkiye’de iktidarı elde etme niyeti varsa çoğulcu demokrasiyi öne çıkarması ve bunu içselleştirdiği konusunda halkı ikna etmesi gerekiyor. 

Büyük hukukçu ve düşünce insanı Bülent Tanör’ü bu vesileyle bir kez daha saygı ve minnetle anıyorum. Ruhu şad olsun.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER