© Yeni Arayış

Ne olacak bu memleketin hali (2)

Merkel, Türkiye’yi göçmenleri kabul etmeye ikna etmek için bir pazarlık yaptıklarını ve sadece 3 milyar Euro’ya bu pazarlığın bittiğini söylüyor. Stratejik, askeri, güvenlik, demografik, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki birçok boyutu olan bir konuyu para üzerinden müzakere etmek büyük devlet refleksi değildir.

Merkel’in anılarını yazması ile ülkemizde yer yerinden oynar diye bekleyenler yine yanıldı. Oysa hiç de yenilir yutulur şeyler yazmamış kendisi. Merkel, Türkiye’yi göçmenleri kabul etmeye ikna etmek için bir pazarlık yaptıklarını ve sadece 3 milyar Euro’ya bu pazarlığın bittiğini söylüyor. Stratejik, askeri, güvenlik, demografik, ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki birçok boyutu olan bir konuyu para üzerinden müzakere etmek büyük devlet refleksi değildir. Türkiye gibi bir ülkenin böyle bir konuyu müzakere ederken paranın masada konuşulan ilk 10 şey arasında bile olmaması gerekir. O halde bizim olaylara bakışımızda daha derin daha büyük bir sorun var. O sorunu çözmeden de ilerlememiz mümkün görünmüyor. Merkel’in kitabı bana bu temel sorunumuzu hatırlattı: Türkiye planlama yapmıyor, başkalarının planlarına maruz kalıyor!

Derdimi anlatmak için konuya bir soru sorarak başlayalım: Türkiye’nin göçmen politikası nedir? Ne kadar göçmen almaya razıyız veya ne zaman göçmen kabul etmekten vazgeçeceğiz? Bu soruya sayın Cumhurbaşkanı’na en yakın isimler de dahil olmak üzere net ve tutarlı bir cevap verebilecek kimse var mı? Bence yok. Bu konuda alınmış bir MGK kararımız var mı? Bence o da yok. Bu konuda Meclis’te bir tartışma ve karar alma süreci yaşandı mı? Ne yazık ki hayır. Evet, böylesine ciddi bir konuda bir devlet politikamızın olduğunu söyleyebilmemiz pek mümkün görünmüyor.

Göçmenleri bir kenara bırakıp sormaya devam edelim. Türkiye’nin Suriye politikasında amacı nedir? Bir Suriye politikamız var mı? Ya da varsa hangisi bizim Suriye politikamız: Esad’ı devirmeye çalışan mı, Onunla diyalog kurmak isteyen mi? Suriye’nin toprak bütünlüğünden mi yanayız, bölünmesinden mi? Bölünür ise güneyimizde kurulacak bir Kürt devletine razı mıyız? Eğer razı değilsek tam olarak ne istiyoruz? İşte yine ortak cevaplarda buluşamadığımız sorular…

Sahi bir ara mavi vatanımız vardı. Gemilerimiz Karadeniz’de ve Akdeniz’de sondajlar açıyordu. Ne oldu onlara bilen yok değil mi? Libya konusunda ne oldu mesela?

SAHİ BİR ARA MAVİ VATANIMIZ VARDI

Mesela bir Mısır politikamız var mı peki? Sisi hiçbir konuda tavır değiştirmemesine rağmen biz önce yıllarca kendisi ile konuşmayarak mı doğru yaptık, yoksa yıllar sonra elini sıkarak mı? Mısır konusunda mesela MGK’da önce konuşmayalım sonra konuşalım diye bir karar çıktı mı? Bilmiyoruz. Sahi bir ara mavi vatanımız vardı. Gemilerimiz Karadeniz’de ve Akdeniz’de sondajlar açıyordu. Ne oldu onlara bilen yok değil mi? Libya konusunda ne oldu mesela? Mehmetçiğimizin kanı pahasına orada idik. Birilerini savunduk birilerini karşımıza aldık. Ama o konu da sessizce gündemden çıktı gitti. Hangi strateji için oradaydık, hala aynı strateji devam ediyor mu bilmiyoruz. Tıpkı yıllarca Avrupa Birliği’ne girmek için uğraşıp, uğruna bakanlık kurup sonra sözünü bile etmeyişimiz gibi. Mesela şimdilerde BRİCS üyesi olmak istiyoruz.

Peki bunun NATO ile ilişkilerimizde oluşturacağı riskleri yeterince tartıştık ve bir ortak akılla bu kararı aldık diyebilir miyiz? Ya da mesela yarın Trump ile kurulabilecek olası bir yakınlaşma sonucunda bu isteğimizden vazgeçmeyeceğimizi garanti edebilir miyiz? Emin değiliz, aslında kimse emin değil. Bu listeye Yunanistan-Ege politikasını eklemek de mümkün. Daha dün kayalık denilebilecek bir ada için savaşın eşiğine geldiğimiz batı komşumuzun askerleri, bugün kıyılarımıza ayak basıyor ve biz tepki olarak İçişleri Bakanımıza meslektaşını aratarak gösteriyoruz. Ege adaları, bütün uluslararası sözleşmelere en başta da Lozan’a aykırı olarak silah deposu haline getiriliyor biz kulağımızın üstüne yatmış bu durumu seyrediyoruz. Hatta o tarafa bakmıyoruz bile. Peki, ordu yapılanmasında “Ege” Ordusu gibi bir yapılanmayı içinde bulunduran bir ülkenin burnunun dibinde olan bitene sessiz kalmasını nasıl açıklayacağız?

Pandemiden beri mustarip olduğumuz enflasyonu önce faizleri indirerek çözmeye çalıştık sonra yükselterek! İkisini yapan da destekleyen de karşı çıkan da hep aynı kişiler oldular!

Dış politikada genel olarak durum böyle. İç politika farklı mı peki? İçişleri bakanının kim olduğuna göre değişen bir iç güvenlik politikamız hemen göze çarpıyor. Bir bakan zamanında devlet dostu olarak adlandırılan bir grup diğer bakan zamanında organize suç örgütüne dönüşmüyor mu? Terör konusunda da aynıyız? Önce terörle amansız bir mücadele içine giriyoruz sonra yok bu iş böyle olmaz deyip müzakere ediyoruz. Sonra böyle de olmaz diyor ve mücadeleyi daha da şiddetli hale getiriyoruz! Ve sonra bir daha müzakereyi savunuyoruz.

Tüm bunları aynı iktidar döneminde yaşıyoruz (Güvenlik meselelerinde iktidar değişse bile bu kadar hızlı bir dönüşüm olmamalıdır). İşin garibi toplumun bir kesimi terörle mücadele ederken de müzakere ederken de karşı çıkarken diğer bir kesimi de hem mücadele de hem de müzakere de alkış tutmaktan geri durmuyor. Yani sanki sadece devletin değil halkın da bir hedefi ve planı yok gibi! Benzer bir tabloyu ekonomi politikalarında da görüyoruz. Pandemiden beri mustarip olduğumuz enflasyonu önce faizleri indirerek çözmeye çalıştık sonra yükselterek! İkisini yapan da destekleyen de karşı çıkan da hep aynı kişiler oldular! Sağlık politikamız farklı mı? Dramatik bir şekilde uzayan randevu sürelerine karşı, köklü bir çözüm arayışına şahit olamıyoruz maalesef. Hastanelerdeki randevulardan daha vahim bir şekilde adliyelerde uzayan dava süreçlerine karşı da aynı vurdumduymazlık söz konusu. Bugünlerde uzayan şeylere trafikte bekleme süreleri de eklendi.

Her geçen gün yaşam kalitemiz düşerken çözüm bulması gerekenlerin aynı gündemi paylaştığını söylemek ne yazık ki pek mümkün görünmüyor. Günübirlik politikaların şampiyonluğu konusunda ise tarım ve eğitim yarışıyor. İkisinde de her yeni bakan reform ve hatta devrim sayılacak şeyler yapacağını söyleyerek göreve başlıyor ve yıllarca değişmez bir biçimde aldıklarından daha kötü bir tablo ile görevden ayrılıyorlar. Artık ülkemiz okuduğunu anlayamayan çocukların ve ürettiği para etmediği için ekip biçmekten vazgeçen çiftçilerin ülkesi haline geldi. Bu arada çiftçi ürünü para etmediği için üretimden vazgeçedursun halkımız dünyanın en yüksek gıda enflasyonunu yaşıyor. Gıda fiyatları öylesine pahalı bir hale geldi ki insanlarımızı yeterli düzeyde besleyemez hale geldik!

Dış politika günübirlik, iç politika günübirlik… Oysa ihtiyacımız olan şey o kadar da zor değil. Başarılı olan herkesin, her ülkenin yaptığı ama bizim yapmadığımız bir şey var: Planlama!

Türkiye hem iç hem de dış politikada savrulmak istemiyor ve kaynaklarını verimli kullanmak istiyorsa yapması gereken şey hedeflerini belirlemek ve bu hedeflere uygun planlamaları yapmaktır. Planlama yapmadan başarılı olmak mümkün değildir. Esasen Cumhuriyet tarihimiz planlı ve plansız dönemlerin farklarını ortaya koymak konusunda bize yeterince ders verecek tecrübelerle doludur. Benim kanaatime göre Cumhuriyet tarihi planlamacılarla, plandan uzak duranların mücadelesinin tarihidir. Türkiye, planlamacı kadrolar tarafından kurulmuştur. Asker kökenli kurucu kadroların kurmay zekâlarından başka bir şey beklemek saçma olurdu. Türkiye’nin dış politikada itibarını artırdığı, içeride hızla sanayileştiği ve büyüdüğü 1920-1940 arasındaki döneminin alameti farikası planlamanın kutsanmasından başka bir şey değildir.

Nitekim 1936’da elde edilen Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi de Hatay’ın kurşun atılmadan ilhakı da planlamanın dış politikadaki meyvelerinden başka bir şey değildir. Aynı dönemde İktisat kongrelerinde alınan kararların kısa süre içinde ne kadar etkili sonuçlar doğurduğunu bugün bütün iktisat tarihçileri kabul etmektedir. Ancak aynı Türkiye 1947-60 arasında planlamaya karşı durmuş hatta planlamayı “komünistlik” olarak görerek neredeyse lanetlemiştir. Kendi planlarını yapmak yerine yeni dünya düzeninde ABD’nin planlarının parçası olmayı seçmiştir. 1960-80 arası ise bu plansızlığa karşı bir reaksiyon dönemi olmuş ve planlama anayasal güvenceye kavuşturularak Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. En iyi yetişen insanlarının istihdam edildiği kurum, ülkenin en önemli ve itibarlı kurumu haline gelmiş ve ekonomiden dış politikaya; tarımdan, sağlığa; eğitimden, ulaşıma; ihtiyaç duyulan her alanı planlamış ve yol haritalarını belirlemiştir.

Bu dönemde Türkiye ağır sanayi konusunda çok önemli adımlar atmış ve demir çelik fabrikalarını, barajlarını, termik santrallerini üstelik soğuk savaşta Batı blokunda yer almasına rağmen Sovyetler Birliği’nden de ciddi destekler alarak kurabilmiştir. Bu dönem bize doğru hedeflerin belirlenmesi ve buna uygun planların yapılması halinde şartlar ne olursa olsun başarıya ulaşılabileceğini göstermesi bakımından çok kıymetlidir. 1980 sonrası ise dramatik bir şekilde DPT’nin içinin boşaltıldığı, çalışmalarının sulandırıldığı ve nihayetinde kapatıldığı bir dönem olmuştur. Türkiye bu dönemde de kendi planlarını yapmak yerine küreselleşme sürecinin başladığı yeni dünya düzeninde, sistemin kendisine layık gördüğü planın bir parçası olmayı tercih etmiştir.  Denilebilir ki Türkiye sadece DPT’yi kapatmadı aynı zamanda sanki planlamaya ilişkin melekelerini de kaybetti.

Zaten kutuplaşma öyle bir noktaya geldi ki artık birinin ak dediğine diğeri kara demezse kendisini ihanet içinde görür oldu. Biz artık siyahların ve beyazların ülkesiyiz. Griler kayboldu. Grileri savunalar bertaraf edildi. Her değeri tükettik. Her şeyi ucuz siyasi malzeme haline getirdik. Akıl piyasadan çekildi.

AKIL PİYASADAN ÇEKİLDİ

Artık ortak bir hedeften bahsettiğimiz hiçbir alan kalmamış gibi görünüyor. Ne bir hedefimiz var ne de ona ulaşacak bir yol haritamız. Bazılarının dava bazılarının kızıl elma dediğine bakmayın! Ne herkesin aynı şeyi anladığı ortak bir dava var ne de aynı kızıl elma. Zaten kutuplaşma öyle bir noktaya geldi ki artık birinin ak dediğine diğeri kara demezse kendisini ihanet içinde görür oldu. Biz artık siyahların ve beyazların ülkesiyiz. Griler kayboldu. Grileri savunalar bertaraf edildi. Her değeri tükettik. Her şeyi ucuz siyasi malzeme haline getirdik. Akıl piyasadan çekildi. Artık sahnede sadece hamaset var. Yönetenlerin tek bir amacı kaldı: seçimleri kazanmak ya da iktidarda kalabilmek.

Bunun için her yolun mübah olduğuna inanıyorlar. Oysa dünyada yeni bir dönem başlıyor, yeni bir düzen kuruluyor. Türkiye avantajlarını akılla buluşturarak bir vizyon belirleyemezse yeni dönemin de başat aktörlerinden olma şansını kaçırabilir. Hal böyle iken Türkiye, bir seçim dönemini aşacak vizyonlara hasret bir şekilde iç politikada da dış politikada da savrulmaktan yoruldu. Umarım bir an önce aklımızı başımıza alır ve bu kısır döngülerden çıkarız.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER