© Yeni Arayış

Muhafazakârlar ve aşırı sağ: Almanya'da bulanıklaşan ideolojik sınırlar

Muhafazakâr partiler ve aşırı sağcılar arasındaki ilişki, Avrupa’nın siyasi geleceği açısından kritik bir dönemeçte bulunuyor. Muhafazakâr partilerin tabanlarında aşırı sağa duyulan güçlü sempati, Avrupa’nın demokratik yapısına yönelik ciddi tehdit oluşturuyor.

Almanya'da, muhafazakâr Hristiyan birlik partilerinin (CDU/CSU) aşırı sağcılara yönelik yaşadıkları kafa karışıklığının giderek büyüdüğü ve tabanlarında bu duruma yönelik kızgınlığın arttığı anlaşılıyor. Yanlış anlamayın, tabandaki bu kızgınlığı sebebi, "Neden bu faşistlerden uzak durmuyoruz? Daha ne düşünüyoruz" şeklinde değil. Gördüğüm kadarıyla kızgınlığın nedeni, genel olarak şu: "Yeter artık. Faşistlerle aramızdaki bu acı veren platonik aşkı bir nikâhla mutlu sona erdirelim..."  Zaten tabanların artık iyice iç içe geçtiği, her iki partinin de tek bir politik (göçmenler, özellikle de müslüman göçmenler) tema etrafında kümelendiği görüntüsünden hareketle birçok muhafazakârın aşırı sağcılarla ilgili olarak, "konuşalım, anlaşalım" talebinin oldukça yerinde olduğu görülüyor.   

Bu kafa karışıklığı, Avrupa genelinde salt Alman muhafazakârların yaşadığı bir durum değil. Gerçi Almanya gibi geçmişi faşizm nedeniyle sabıkalarla dolu olmayan bazı ülkelerin muhafazakârları aşırı sağcılarla flörtleşirken daha cesur davranıyorlar. Örneğin, İspanya’nın muhafazakâr Halk Partisi, kökleri Franco’nun faşist ideolojisine uzanan ırkçı Vox Partisi ile göç karşıtı bir hükümette ortaklık kurmaya hazır olduğunu ilan etmişti ama seçimde fena çuvalladı. Yine Hollanda'da merkez sağ liberal VVD Partisi’nin lideri Dilan Yeşilgöz-Zegerius, Geert Wilders’in göçmen karşıtı neofaşist partisi PVV ile çalışmaya razı olmuş, güya "demokrasinin kaleleri" olan İsveç ve Finlandiya’da ise anaakım muhafazakâr hükümetler, aşırı sağcı partiler İsveç Demokratları ve Finler Partisi’nin desteği sayesinde hükümet kurabilmişti vs.... Yani neofaşistler, Avrupa demokrasisinin altına döşedikleri dinamitleri her zaman olduğu gibi yine ve yeniden muhafazakârlara taşıtıyorlar.

Almanya'ya dönelim. Parti tabanından gelen, aşırı sağcılara yönelik aşk mesajlarını görmezden gelemeyen aslen kendisi de bir aşırı sağ sempatizanı olan Hristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) lideri Friedrich Merz, bir süre önce yaptığı açıklamada, "partisinin ulusal ya da Avrupa düzeyinde değilse bile yerel düzeyde, ulusal anketlerde ikinci sıraya yükselen aşırı sağcı AfD ile çalışmasını" önerdi. Bu aralar, tıpkı AfD gibi sözde "göçmen sorunu" ile yatıp kalkan bir partinin liderinin böyle bir açıklama yapması elbette yadırganacak bir durum değil. Bu duruma ek olarak, Almanya'da; Brandenburg, Thüringen ve Saksonya eyaletlerinde Eylül ayında yapılan parlamento seçimlerinde neofaşist parti Almanya için Alternatif'in (AfD) oy patlaması yapması nedeniyle giderek yaklaşan genel seçime de oldukça sıkıntılı bir atmosferde gidiliyor. Koalisyonu oluşturan 3 partinin bu seçimlerde (sosyal demokratlar, liberaller ve Yeşiller) büyük oranlarda oy kaybetmeleri bu sıkıntıyı daha da büyütüyor. Bahse konu seçimleri neofaşist parti AfD ile zirvede tamamlayan Hristiyan demokratlar (CDU) ise zaferin keyfini çıkarmak bir yana sosyalist sol (Die Linke) ve -gönülsüz bir şekilde de olsa- AfD'yi dışarıda bırakacak koalisyon seçenekleri üretmekte hayli zorlanıyor. 

Esas olarak, Almanya'da ırkçılığın patlamasının nedeni tek başına neofaşist AfD değil. Oy uğruna AfD'nin faşist söylemlerini -özellikle göçmenlerle ilgili olanları- kopyalayan sözde muhafazakâr demokratlar (CDU/CSU) bu söylemlerin toplum nezdinde hızla kabul görmesini ve siyasetin merkezine yerleşmesini sağlıyorlar. Toplumsal kabulleri oldukça yüksek olan muhafazakârlar, bu şekilde AfD'nin fikri taşeronluğunu yapıyorlar. Yukarıda da belirttiğim gibi muhafazakârlar için şu aralar tek bir politik mesele var o da "göçmenler". Bu mevzuda neofaşistler ile kıyasıya bir yarış halindeler. Bu nedenle, konuları ve tabanları bu derece iç içe geçmiş muhafazakârlar ile neofaşistler arasında sadece ton farkı olduğunu, ilkinin biraz daha açık, diğerinin ise koyu kahverengi olduğunu söylemek yanlış olmaz sanıyorum. Bu şekilde, iki partinin arasındaki ideolojik sınırın giderek netliğini kaybettiği görülüyor. Süreç şöyle çalışıyor: CDU daha da sağcılaşarak, AfD'ye kaçan seçmeni geri almaya çalışıyor ve düşünsel planda AfD ile arasına mesafe koymayı reddediyor. CDU lideri Friedrich Merz, parti toplantılarında bir AfD üyesi gibi ırkçı tonların koyulaştığı konuşmalar yapıyor. CDU lideri Merz, Almanya'da aşırı sağ ile işbirliğine karşı örülen "güvenlik duvarı"nı yerelden başlayarak yıkmaya çalışıyor.

Avrupa’da aşırı sağcı ve neofaşist söylem, dikkat çekici bir şekilde muhafazakâr partiler ve seçmenleri arasında destek buluyor ancak bunu sadece bir siyasi kayma olarak değerlendirmek oldukça yanlış olur. Bunu, aynı zamanda toplumun muhafazakârlar ve neofaşistler dışında kalan kesimlerinde endişe yaratan bir "ideolojik yakınlaşma" olarak değerlendirmek gerekiyor.

ENDİŞE YARATAN BİR İDEOLOJİK YAKINLAŞMA 

Diğer yandan şunu da belirtmek gerekiyor, faşistlerin bu derece toplumsal kabul görmelerinde muhafazakârların yanı sıra diğer büyük destek medyadan geliyor. Medyada, neofaşistlerle ilgili olarak sürekli olarak "popülist" tanımının kullanılması, onların geleneksel faşizmle ideolojik göbek bağları bulunduğunu unutturuyor. "Popülist" kelimesinin tercih edilmesinin, faşist propaganda makinesine aparat olmak adına oldukça bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Oysa ki Avrupa genelinde faaliyet gösteren neofaşist partilerin tümü kesin ve tartışmasız olarak, "Irklar arasında hiyerarşik bir ilişki vardır" prensibine gönülden bağlı ve geleneksel faşizmin de özüne vurgu yapan bu prensibi asla terk etmeyecekler. Çünkü bu prensip, onları varlığını anlamlı kılıyor ve garanti altına alıyor.  

Doğrudur, Avrupa’da aşırı sağcı ve neofaşist söylem, dikkat çekici bir şekilde muhafazakâr partiler ve seçmenleri arasında destek buluyor ancak bunu sadece bir siyasi kayma olarak değerlendirmek oldukça yanlış olur. Bunu, aynı zamanda toplumun muhafazakârlar ve neofaşistler dışında kalan kesimlerinde endişe yaratan bir "ideolojik yakınlaşma" olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu bağlamda, muhafazakâr partilerin sürekli olarak aşırı sağcı söylemleri ve politikaları benimsemeleri ya da en azından onlara sempati duymaları, Avrupa’da yeni bir faşist dalganın önünü açabilecek tehlikeli sürece işaret ediyor.

Muhafazakârlar ve neofaşistler arasındaki ideolojik yakınlaşmanın esas olarak birkaç nedeni var. Bunların başında, aşırı sağın küreselleşme, göç ve çokkültürlülük gibi modern dünyanın muhatap olduğu sorunlara dair sunduğu "basit" ama bir o kadar da "çekici" çözümler geliyor. Buradan bakıldığında kıtada ortaya çıkan olumsuz gelişmeleri çözmek aşırı sağcı partiler için çok basit. "Ulusal kimliği koruma ve güçlendirme" vaadinde bulunarak, göçmenleri ve yabancıları toplumdaki sorunların başlıca sebebi olarak gösteriyorlar ve oluyor, bitiyor. Onlara göre tüm sorunların yegâne kaynağı göçmenler... Bu kadar basit. Bu tür söylemler, yerel halkın kaygılarını ve güvenlik endişelerini köpürtürken, muhafazakâr partilerin kucakladığı milliyetçi ve kimlikçi politikalarla örtüşüyor. Bu yaklaşım, iki politik akım arasındaki en elektrikli temas noktası. 

Bununla beraber, muhafazakâr partilerin bu söylemlere sempatik bakmasının bir diğer sebebi, seçmen ve oy kaygıları tabii olarak. Muhafazakâr partiler, neofaşist partilere kaçan seçmenlerini daha da faşistleşerek yeniden tavlamaya çalışıyorlar. Bunun için faşist söylemleri kullanmaları da aşırı sağcı partilere daha fazla oyun alanı açılmasını sağlıyor. Olan biten bu aslında. Kötü olan şu ki, muhafazakârların aşırı sağcı partilere sempatiyle yaklaşmasının en önemli sonuçlarından biri, aşırı sağın meşrulaştırılması oluyor. Aşırı sağ ideolojiler, 2. Dünya Savaşı sonrası demokrasilerinde genellikle marjinalize edildi ancak son yıllarda Avrupa’da bu partiler ana akım politik zemine sızarak büyük kazanımlar elde ettiler. Muhafazakâr partilerin bunların söylemlerini benimsemesi, aşırı sağcı fikirlerin daha geniş kitlelerce kabul görmesini kolaylaştırdı. Aşırı sağın bu derece normalleştirilmesi, Avrupa’nın gelecekte neofaşist bir dalgayla karşı karşıya kalma riskini artırıyor. Faşist yancısı muhafazakârlar yüzünden Avrupa’nın geleneksel siyasi yapıları erozyona uğruyor. Bu durum, Avrupa’da siyasal kutuplaşmanın artmasına ve merkez partilerin zayıflamasına yol açıyor.

Öte yandan, muhafazakâr partiler ve aşırı sağcılar arasındaki ilişki, Avrupa’nın siyasi geleceği açısından kritik bir dönemeçte bulunuyor. Muhafazakâr partilerin tabanlarında aşırı sağa duyulan güçlü sempati, Avrupa’nın demokratik yapısına yönelik ciddi tehdit oluşturuyor. Avrupa’da yeni bir faşist dalganın ortaya çıkıp çıkmayacağı sorusunun yanıtı, muhafazakâr partilerin aşırı sağcı söylemlerle daha ne kadar flört edeceğine ve toplumun ne ölçüde bu söylemlere karşı bağışıklık geliştireceğine bağlı. Aksi halde merkez siyasetin solunda konumlanan partilerde yaşanan aşırı sağın yükselişi karşısındaki tepkisizliğin ve şaşkınlığın sona ermesini beklemek en hafif tabirle "saflık" olacaktır.

Sonuç olarak, Avrupalıların neofaşizm ile mücadelede verim alabilmek için muhafazakârların aşırı sağcılar ile flörtleşmeyi bırakıp, demokrasiye sahip çıkmalarını beklemekten başka çareleri yok gibi görünüyor ama geleneksel faşist yancısı muhafazakârlardan örneğin bir seçim arifesinde böylesine erdemli bir davranış beklemek güzel bir hayâl olmaktan öteye geçmeyecektir. Faşizmin yeni yüzüyle ve yeniden, bir yönetim şekli olarak siyasi ajandalarda yerini almaya başladığı şu dönemde demokrasi yanlısı Almanların da buna hazırlıklı olmaları gerekiyor. Bazı kentlerin yerel parlamentolarında biraz mahçup bir şekilde olsa da başlayan muhafazakâr ve aşırı sağcıların işbirliğinin ulusal parlamentoya taşınmaması için bir neden var mı? Lütfen, "Almanya'da sistem buna izin vermez" falan tarzı bomboş zırvaları bir kenara bırakalım. Sistem bunu arzulamasa her gün gerek söylemleriyle gerekse eylemleriyle Anayasa'yı çiğneyip geçen, demokrasiyi tedavülden kaldıracağını açık şekilde belli eden faşist bir partinin hiçbir kısıtlama olmaksızın seçimlere katılmasına izin verilir miydi?

Nazi Almanyası'nı yaşayan Yahudi akademisyen Victor Klemperer'in "LTI Nasyonal Sosyalizmin Dili" adlı eserinde yer verdiği şu paragrafla bitirmek istiyorum yazıyı: "Alman tarihinin üç evresini yaşadım: Wilhelm devri, Weimar Cumhuriyeti ve Hitler devri. Cumhuriyet söze ve yazıya neredeyse intiharî bir serbestlik tanıdı; nasyonal sosyalistler kitapları ve gazetelerinde devletin bütün kurumlarına ve temel fikirlerine hicvin ve kışkırtıcı vaazın bütün araçlarıyla doludizgin saldırırken, sadece anayasamızın tanıdığı hakları kullandıklarını söyleyerek açıkça alay ediyorlardı..." Bugün de faşistler, rahatça "demokrasi var, konuşma özgürlüğü var" diyerek demokrasiye saldırmıyorlar mı demokrasiyi yok etmek için demokrasiyi kullanmıyorlar mı? Öyleyse ne değişti?

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER