Milliyetçiliğin stereotipleri
YORUM
Milliyetçiliğin stereotipleri
Araplara yönelik etnik ve kültürel ırkçı önyargıların günümüzdeki modern dışavurumları, kısmen Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-kimlik projesi içinde dışlayıcı bir ifade olarak anlaşılma eğilimindedir.
Batıdan doğuya kadar uzanan coğrafyaların tümüne bakıldığında, Batı modernitesinin tanımladığı rejimlerde dahil olmak üzere farklı seviyelerde de olsa etnik klişeler bugün hâlâ güncelliğini korumakta. Amerika Birleşik Devletleri siyahi vatandaşlarına karşı yükselen ırkçılık ve Avrupa’da1990’lardan beri kendini gösteren ve son on yılda daha da keskinleşen İslamofobi Batıdan örnek olarak verilebilir.
Türkiye’de de etnik, dini veya ırkçı temellere oturtulmuş klişelerin arasında Arap kimliğinin özellikle öne çıktığını gözlemlemek çok da zor olmasa gerek. Suudi Arabistan'ın Galatasaray-Fenerbahçe Süper Kupa finalinde 'Yurtta Sulh Cihanda Sulh' pankartı ve Atatürk tişörtlerine izin vermemesi nedeniyle maçın iptal edilmesi ardından sosyal medyada Araplara ve Arap olmaya dair pek çok atıf yer aldı. Öyle ki bu paylaşımlar 1916 Şeyh Hüseyin’in önderliğindeki Arapların Osmanlıya isyanından başlayarak, Arabistanlı Lawrence’dan, Arap çöllerinde savaşan Türk askerlerine Arapların yaptıkları zulümlere kadar tüm tarihsel anlatıları tekrar eder nitelikte, hatta Arapları bir etnik kimlik olarak hor görme halindeydi.
Benzer bir söylem yoğunluğu 2023 son aylarında İsrail-Filistin gündemine ilişkin bazı basın yayın organları ve sosyal medya hesaplarında yer alan "500 bin Filistinli’nin Türkiye'ye alınması söz konusu, hazırlıklar yapılıyor" haberinden sonrada ortaya çıktı. Haberin gündeme düşmesinin hemen ardından olası Filistinli “misafir” fikrine sosyal medyada üzerinde büyük tepki gelmişti. O dönemde yapılan anketlerinde desteklediği gibi halkın çoğunluğu Filistin davasını desteklemekle birlikte, iş daha fazla “Arap mülteciye” ev sahipliği yapmaya gelince bu genel halk için kırmızı çizgi gibi görünüyordu. Kamuoyundaki bu sert tepki hızla devletin söylemine de yansıdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, önce "Gazze'den en azından bir miktar Filistinliyi alabiliriz" diyerek çelişkili açıklamalarda bulundu.
Daha sonra ise Türkiye'nin Filistinlileri Filistin'den çıkarmaya niyeti olmadığını söyleyerek bu konudaki tartışmaları sonlandırdı. 2011 Arap ayaklanmalarını takip eden sürecin ardından ülkemize gelen Suriyeli akınının, Türk kamuoyunda derinlere yerleşmiş önyargıların sınırlarını yeniden canlandırdığını ve yerinden edilmiş bu gruplara karşı olumsuz bir kamusal refleks oluşturduğunu söylemek mümkün.
Bu refleksi sosyal medya platformlarındaki nefret söylemleri, ayrımcılık, ırkçılık ve ötekileştirmeyi yaymak amaçlı paylaşımlarda takip etmek gayet mümkün (ilgilenenler Yılmaz, Elmas & Eröz’ün 2023 yayınladıkları makalelerine bakabilir). Bilgi Üniversitesi Göç çalışmaları Merkezi ve German Marshall Fund ortaklığında 2020'de “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” adlı ankette, Türklerin “Arap” şeklinde tek bir monolit kavram olarak tanımlandırdıkları Suriyeli sığınmacıların varlığını hoş karşılamadıklarını ve onları Türkiye'nin ekonomik ve sosyal sorunları için günah keçisi olarak şeytanlaştırdıklarını göstermiştir.
Benzer şekilde, Deniz ve Daniş’in 2021 yılındaki çalışması iki yıllık bir süre boyunca ana akım gazetelerin eleştirel bir söylem analizi üzerinden, Suriyeli sığınmacıların, olayların altında yatan kaynaklara veya nedenlere bakılmaksızın, neredeyse her zaman “Araplıklarına” dair olumsuz çağrışımlarla temsil edildiğini ortaya koymuştur (Sert ve Daniş 2021, 204).
Gerek kendi yaptığım saha çalışmalarım gerekse hâlihazırda yürütülen akademik ve sosyal çalışmaların çoğu Türkiye'deki Suriyelilerin %50sinden fazlasının Suriye ve Türkiye'den başka bir ülkeye gitmek istediğini ortaya koymaktadır. Bunun sebebi, yalnızca hükümetin başarısız geçici koruma ve entegrasyon politikalarının ve ekonomik ortamda eşit olmayan bir şekilde dağılmış olan güvencesizliğin bir yan ürünü değildir. Bundan da öte hem geçici koruma altındaki hem de ev sahibi ülke konumundaki Türk toplumu arasındaki derinden kök salmış ideolojik, etnik ve dini mezhepçiliğin bir sonucudur.
Batının anlatımı üzerinden kendini Levant ve Kuzey Afrika’nın sömürgecisi olarak okumaya başlamış olan imparatorluk için Araplar, kefiyeleri ve geleneksel garplarıyla, yıpranmaya başlamış imparatorluğun ve sonrasında doğacak yeni Cumhuriyet'in muasır medeniyet olma yolundaki ötekisi olarak 20.yy.’a girmiştir.
Tüm bu veriler aslında, hâlihazırdaki koşullarda kültürel özelliklerin ve hedeflenen Ötekine yönelik algıların birbiriyle ittifak halinde işlediğini göstermektedir. Öyleki Stuwart Hall’a da atıfla gerek etnik gerek dini veya ırkçı kimlikler siyaset ve güç ilişkisi içerisinde devlet ideolojisinin bir yansıması olmakla beraber içinde bulunduğumuz seçim öncesi hayli siyasileşmiş dönemlerde birbiriyle rekabet halindeki siyasi partilerin açıklamalarında kendini halkın siyasi tercihlerini etkileyecek şekilde gösterebilmektedir.
Bu sosyal, ekonomik ve politik çatışmaların şekillenmesinde birinin diğerine ilişkin inşa edilmiş kümülatif algısı ve bu algının baskıdan kurtulup özgürleştirilmesi çoğulcu ve birleştirici bir siyasetin oluşabilmesi adına önemli rol oynar. Gelin görün ki hâlihazırdaki konjonktür bunun tam tersi bir yerde, “öteki”ye dair olanın siyasi polarizasyon içerisinde bir araç görevi gördüğüne işaret etmekte.
Dolayısıyla bu genel güncel atmosfer içerisinde, etnik ve kültürel kalıplarla şekillenmiş yargılara bir kez daha dikkat çekmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Daha basit bir değişle, daha çoğulcu, çok kültürlü bir topluma yönelik ulusal duygularla uzlaşmak için bu ulusal klişelerin kaynaklarını anlamanın önemli olduğuna kanısındayım.
Türk kimliği kendiyle olan ilişkisi içinde bugünde olmak üzere en derin çatışmalarından birini “Arap” ötekisiyle yaşıyor. Ancak bu tabii ki bu dünden bugüne oluşmuş bir durum değil.
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1516 Mercidabık savaşıyla Halep’de Memlüklüleri yenmesi ve arkasından 1517’de Kahire’ye girmesiyle Levant ve Mısır Osmanlı imparatorluğu topraklarına dahil olmuştur. İmparatorluğun sınırları içinde 4 asrı aşkın bir süre her iki toplum ortak bir tarihi paylaşmışlardır. Etnik olarak farklılıklarına rağmen her iki toplumu bağlayan en önemli bağ İslam olmuş, bu ortak dini kimlik Araplara imparatorluk toprakları içindeki diğer gayri-Müslüm etnik topluluklardan (milletlerden) farklı bir statü edinmesine sebep olmuştur. Ancak bu her iki grup arasındaki özellikle kültürel rekabetin önüne geçememiştir.
Bu süreçte, Tanzimat ya da bir diğer değişle modernleşme reformlarının başlangıcından (1839) itibaren, Avrupa'nın materyalizmi veya bir diğer değişle "modernliği" ile Osmanlı hükümet sisteminin özellikle 18. yy. sonlarında kendini göstermeye başlayan başarısızlıkları arasında bir dengenin sağlanması ikilemi, Babıali’nin Avrupalılara yakın kalma çabası içerisinde aynı zamanda onlarla rekabet etme ihtiyacını da beslemiştir.
Liberal düşüncenin gölgesinde bireyin kimliğiyle kurduğu ilişki ve bunun milliyetçilik / nasyonalist ideolojiyi alev makinası gibi tetiklendiği 18. yy.’dan itibaren gerek entelektüel bir sosyal sınıf olarak ortaya çıkan bürokratlar, gerekse de batıya kendini ispatlama çabasındaki saray “biz kimiz?” sorusuna cevap aramaya başlamış ve bu süreçte “emperyal ben” (ki daha sonraları milli kimlik içindeki ben) bu soruya cevabını modernlik etrafında tanımladığı yine Batı iz düşümlü (batıya karşı) bir arayış içinde şekillenmiştir.
Batının anlatımı üzerinden kendini Levant ve Kuzey Afrika’nın sömürgecisi olarak okumaya başlamış olan imparatorluk için Araplarsa, kefiyeleri ve geleneksel garplarıyla, yıpranmaya başlamış imparatorluğun ve sonrasında doğacak yeni Cumhuriyet'in muasır medeniyet olma yolundaki ötekisi olarak 20.yy.’a girmiştir.
Türk toplumunda da kimlik inşa süreçleri, daima siyasal değişim dinamiği olarak işlev görmüştür. Bu bağlamda belki birbiriyle içi içe geçmiş iki ana kavramın farkındalığında olmak önemli, etnisite ve milliyetçilik düşünüldüğünde.
Tarihin bu yönlerinin her birinin, diğerlerini görme biçimimizi bağlamsallaştırmada önemli bir rol oynamasına rağmen, buradaki amacım, esas olarak görsel Türk kitle kültürünün içinde uzun zamana yayılarak oluşmuş Arap klişelerinin ötekine dair kronolojisine önem içermektedir. Bir stereotipin/klişenin uzun bir süreye yayılmış dönüşümünü takip etmek asla kolay bir iş olmadığını söylemeliyim, özellikle de "Araplar" dendiğinde kimin kastedildiğini tam olarak tanımlayan bir durum söz konusu olmadığında.
Arap imajının Osmanlı-Türk tarihi ve kültürel belleğindeki serüveni, farklı diğer kimlikler arasındaki ilişkileri karşılaştırma gibi zorlu bir işi de yanında gerektirir. Bu bağlamda alternatif tarihsel kaynaklar olarak siyasi karikatürler, Osmanlı ve Türk popüler kültüründe tasavvur edilen bu kimlikleri görsel olarak deşifre etmenin bir yolunu sunmak açısından oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Litografinin matbaayla birleşmesiyle 18 yy. hayata geçen ve sembolizmi merkezine alan bu yeni dil, sosyal sınıfın kültürel öncelikleriyle kesişerek daha geniş çevrelere siyasi ve sosyal gündelik yorumları ulaştırmayı başaran bir teknik olmuştur. Benedict Anderson’ının “hayali topluluklar”ını ete kemiğe büründürmüştür.
Günümüzde milliyetçi popülist hükümetlerin yükselişi ve küresel bağlamda artan zorunlu göçlerle birlikte kimlik siyaseti sosyal, ekonomik ve siyasi çatışmaların şekillenmesinde tekrar önem kazandığı kaçınılmaz bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.
Türk toplumunda da kimlik inşa süreçleri, daima siyasal değişim dinamiği olarak işlev görmüştür. Bu bağlamda belki birbiriyle içi içe geçmiş iki ana kavramın farkındalığında olmak önemli, etnisite ve milliyetçilik düşünüldüğünde. Birincisi, kimliklerin kültürel tarihlerinde yerleşik olan şablon ile sosyal olarak inşa edilmiş kimlikler olduğu ve grup morfolojisi, grup avantajı veya dezavantajı, siyasi organizasyonlar ve kurumsal kurallar ve uluslararası etkileşimlerle değişime tâbi olduğunu varsayar. İkincisi ise, etnisitenin sadece bazı durumlarda politikleştirildiği, ancak bir taraftan da “milliyetçiliğin” ideolojik doğası gereği siyasi bir bileşeni olduğudur. Ulusal kimliği ve ulusal olmayan ötekisini ayıran etnik ve ırksal sınırlar çoğunlukla toplumun zihninde yer almaktadır. Öteki kavramı, benliğin varlığının ötekinin varlığını varsaydığı milliyetçi doktrinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Milliyetçilik ve ulusal kimlik söylemi, basit ve taraflı tanımıyla iç grup ile diğer topluluklara mensup olanlar, yani “ötekiler” arasındaki ayrımdır. Çoğu zaman etnisite ve milliyetçilik tartışmaları, ulus-devletin geleceği üzerine tartışmalar kılığında karşımıza çıksa bile, özünde kültürün görece homojenleşmesi ve ötekine karşı direnişi etrafında dönmektedir.
Stereotiplerin gücü Homi Bhabha’nın da ifade ettiği üzere, klişeleşmiş tipolojilerin genele indirgenmiş basitliğinin o stereotipin yanlış temsilinde değil, daha çok "anda tutuklanmış, sabitlenmiş temsil biçiminde" ikamet etmesinde bulur. Asyalılar şöyledir, siyahiler böyledir gibi.
Bu konuda illa ki Earnst Gellner'in milliyetçiliği, yalnızca devlet oluşumuna değil, aynı zamanda yüksek kültürlerin yaratılması ve bunların popüler ve halk kültürüyle değişen ilişkileri gibi belirli kültür dönüşümlerine de bağlı olacak bir fenomen olduğu yönündeki analizlerini hatırlamak gerekir. Bu kavram ve tanımların işleyişleri için kullanılan, bir nevi doğal sonucu toplumsal
stereotiplerdir. Türkiye’de “Arap ötekine” karşı inşa edilmiş algıların tekrar üretiminin ete kemiğe bürünmüş şekilde gözlemlediğimiz şu günlerde Arap stereotipinin farklı mecralarda gerek anlatısal gerekse görsel olarak gözlemlemek oldukça mümkün. Yukarda bahsettiğim temalar etrafında verilecek en güzel örnek de herhâlde karikatürist Emre Ulaş’ın 29 Aralık 2023’de Arabistan’da oynanması beklenen maç sonrası çizdiği karikatür.
Stereotipler çok güçlü olgulardır. Çünkü bir kez benimsendiklerinde yeni bilgilere dayalı olarak değiştirilmeleri çok zordur ve kültürel kodlar yoluyla nesilden nesle aktarılırlar. Stereotiplerin bu gücü Homi Bhabha’nın da ifade ettiği üzere, klişeleşmiş tipolojilerin genele indirgenmiş basitliğinin o stereotipin yanlış temsilinde değil, daha çok "anda tutuklanmış, sabitlenmiş temsil biçiminde" ikamet etmesinde bulur. Asyalılar şöyledir, siyahiler böyledir gibi.
Klişeleri oluşturan imgeler illaki yerel karşılaşmaların doğasına bağlı olarak içinde bulundukları siyasi süreçler etrafında sabitlenmiş normlarının etrafında değişiklikler gösterdiler. İmparatorluk altında önce kul, sonra Osmanlı vatandaşı olarak başladığı yolculukta Arapların ulusal ve gayri-ulusal klişelerine ve bir söylem biçimi olarak görsel temsillerine şekil veren klişeleri tamda böyle bir noktadan anlamak gayet mümkün.
Osmanlı yayılmacılığı, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Arapların toplumsal olarak alışıla gelmiş tipolojisini değiştirmeye başlamış, ancak toplumsal, siyasi ve entelektüel geçiş sürecindeki kritik dönüm noktaları, İmparatorluğun Kuzey'deki topraklarını kaybettiği Birinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelmiştir. Osmanlı tarihinin bu son dönemi, çok etnik unsurlu İmparatorluğun geri dönülmez çöküşü ve bölgesel olarak sınırlı, milliyetçilik dalgası içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin yükselişi ile özetlenebilir. Nitekim Ulaş’ın karikatüründeki Arap’ın elbisesi yerine hayvan derisi kullandığı örtünme biçimi okuyucunun alt benliğinde farkında bile olmadan taş devrine referans vermekte ve etnik olarak Araplığın batıdan kopuk geri kalmışlığını sembolik bir dille ifade etmektedir. Ahlaki değerlerinin Türk milleti karşısındaki pozisyonuysa üzerinde dolar işaretiyle ifade edilmiş para torbasıyla sembolleşmiştir. Türk sporcuların arkalarını dönmeleri ve mesajları aslında “Arap”lığın (ki burada Suudi Arabistan olmakla birlikte bir tümsellik de söz konusudur) ihtiva ettiği tüm değer(sizlik)lere Türk Milletinin arkasını dönmesini sembolize eder. Bir kere daha Gellner vari bir tavırla Türk milletinin Arap milleti üzerindeki üstünlüğünün altını çizer.
Toparlamak gerekirse, Araplara yönelik etnik ve kültürel ırkçı önyargıların günümüzdeki modern dışavurumları, kısmen Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-kimlik projesi içinde dışlayıcı bir ifade olarak anlaşılma eğilimindedir. Ancak, her ne kadar milliyetçi formülasyonlar bu algıları keskinleştirdiyse de Arap öteki tahayyülü bu basitleştirilmiş tarihsel veriymişçesine olgusallaştırılmış çıkarımın ötesinde daha derin ve çok boyutlu bir yolculuğa dayanmaktadır. Bu nedenle, Arapların ötekileşme hikayesinde tek, basit bir sonuç yoktur.
Bir kolaylık ve belki de aşinalık karışımından, Araplarla ilgili aynı görsel ve anlatısal unsurlar, siyasi karikatürlerde değilse bile, diğer popüler medya biçimlerinde halen dolaşmaya devam ediyor. Bir anlamda, Franz Fanon'un, bir Siyahi nereye giderse gitsin Siyah'tır şeklindeki üzücü ama gerçekçi değerlendirmesini -21. yüzyıl Türk tasavvuruna göre, bir Arap nereye giderse gitsin Arap’tır- olarak değiştirmemiz çok da konu dışı olmayacaktır.
İlkim Buke Okyar, Doç. Dr., Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi