Milli ve İkircikli Batılılaşma
SİYASET“Gelişmemiş” bir toplum, somut olarak söylersek, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Endüstri devrimlerini yaşamamış bir toplum, genellikle “geriliği” pek çok alanda yaşar.
Türkiye’de milliyetçi hareket, Batı ile ikircikli bir ilişki içine girerek gelişti. Ne Batı’yı anladı ne de Batı’nın karşısında kendi konumunu. Hem “onlar gibi olalım” dendi, hem “biz farklıyız” ve “faklı kalmalıyız” tezi savunuldu. Osmanlılar döneminden beri Batı’ya kuşku ile bakıldı. Onlar gibi olunmak mı istendi, yoksa onları yenmek için onlar gibi davranmak mı?
Milli tarihçiliğin en ilginç yanı “vurdumduymazlığıdır” herhalde! Milli tarihçiler şunlardan rahatsız olmazlar ve şu alanların araştırılmasına ilgi duymazlar:
1-Savundukları tezlerin pek çok tarihçi tarafından onaylanmıyor olmaları
2- Hatta pek çok tanınmış tarihçinin tam ters tezler savunmaları
3- Tezlerinin yalnız kendi ülkeleri içinde geçerli olmaları
4- Çelişkili şeyler söylüyor olmaları...
Birilerinin “pişkinlik” bile diyebilecekleri bu davranış, milli bir tarihçi tarafından hiç de öyle algılanmaz. Ona göre yaptığı normaldir. Bu tutumunun açıklaması milliliğin özünde bulunur ve şöyle özetlenebilir: Dünyamız milletlerden oluşmasının nedeni, köklü ve temel farklılıklar içeren halk toplulukların varlığıdır. Bunlar öylesine farklıdır ki, farklı düşünmeleri de normaldir. Hatta bu milletler dünyası bir savaş alanında bulunur, altta kalan yok olur, iç ve dış düşmanlar uyumaz, vb. Ve bu düşmanların söyleyip yazdıkları tabii ki bizim dediklerimizle bir olamaz! Kaldı ki onlar ayrıca önyargılıdır!
Böylece “sizin dediklerinizi bir tek siz savunuyorsunuz” türünde bir eleştiri de defedilmiş oluyor. Yani milli tarihçilerin hem vicdanı rahattır hem de milli görevlerini yaptıkları için mutlu da olabilirler. Dünyaya açılmış kimseler ise bu alanda bazı çelişkileri görmeye başlarlar, milliliklerini aştıkları oranda ise dünya tarihçiliğine yaklaşırlar.
Bir ara bir iddiada bulunmuştum. “İki farklı milletin karşılıklı tarihi ile ilgili ve tarafsız bir dilde yazılmış iki paragraf verin, bunları hangi ülkenin tarihçisi tarafından yazıldığını söyleyebilirim” demiştim. Üç alan yazarın taraftarlığını ele verir: a) Seçtiği konu; b) savunduğu tez; c) kelime seçimi. Ender de olsa, bazen yazarın milliyeti belli olmuyorsa, dünyaya açılıyordur demektir.
Kelime seçiminden bir örnek vereyim. Tarafsızlık iddiası ile yazılan bir kitapta “bizim” ile “öteki” konusunda yapılanlar şu kelimelerle açıklandığını görmüştüm: Biz fethediyoruz, onlar istila ediyor; biz dilimizi sadeleştiriyoruz, onlar Türkçe kelimelerini reddediyor; biz sınırlarımızı genişletiyoruz, onlar topraklarımızı gasp ediyor; biz kimliğimizi araştırıyoruz, onlar kimlik krizi yaşıyor; bizi aşağılamak istediklerini görüyoruz, onlar aşağılandıklarını sanıyorlar. Kendi kendini yönetim sözü yalnız “bizim” için kullanılıyor. Bizden kimseler katledilirken “kıyımdan” söz ediliyor, ötekiler katledilirken sadece ölüyorlar. Tabii ki, bu kelime seçiminde kasıt yoktur; olan, milli kimliğin neden olduğu bilinç dışı bir seçimdir sadece.
Milli tarihçiliğin özü böylesine basit olabilir ama ifade biçimi farklılıklar sergiler. Örneğin okul kitapları küçük çocukların ve gençlerin anlayacakları biçimde yazılırlar; cümleler daha kısadır, kavramlar elden geldiğince sıradandır, örnekler bu yaş grupları için düşünülmüştür. Akademik tarihî metinler ise sözde “bilimseldir”, dip notlarla referanslar verilir, vb. Hatta yabancı dilde yazılan milli tezlere daha da özen gösterilir, bazı kelime seçimleri daha uluslararası standartlara yakın olmasına çalışılır. Okuyanların şoke olmamaları için. Tarihi romanlarda tarih tezleri edebiyata yaraşır bir dille savunulur: simgeler ile, amaca uygun olumlu (biz) ve olumsuz (ötekiler) karakterler yaratarak vb. Şiirlerde de bulabiliriz milli söylemi ve tarihî yorumları, özellikle “milli edebiyatta”.
İster okul kitabı, ister akademik, ister edebiyat metni olsun milli tarihçiliğin temelinde şunlar vardır:
1-Son tahlilde bizim taraf olumludur. Haktanırdır, uygardır, haklıdır, yaratıcıdır, güçlüdür, vatanperverdir vb. Karşı taraf ya kötülenir veya en azından “bizden” iyi değildir. Onun ahlakı tartışmalıdır, saldırgandır, hakkımızı yemiştir, yayılmacıdır, vb. – varsın “bizim” devlet dünya tarihinin en yayılmacı devletlerinden olsun. Bu alanda ırkçı görüşe de rastlanır: “Bizim fıtratımızda böyle şeyler yoktur!” diye!
2- Suç, eksiklik, kötü gidişat varsa nedenler “bizim” dışımızdadır: İç ve dış düşmanlar...
3- Kötü tarihî olaylar olmuşsa bir kaç savunma hattı oluşturulur. a) “Böyle bir olay olmamıştır” denir ve bu konunun suskunlukla geçiştirilmesine çalışılır; b) Bu sağlanamıyorsa, olayın önemi azaltılır, “abartıyorlar” denir; c) Bir sonraki savunma hattı “onlar başlattı” olabilir; veya d) o dönem konjonktür öyleydi denir; e) “Bu olay tarihimiz içinde bir istisna idi” de denebilir.
Bu “ilkeleri” sergilemeyen tarihçilik tabii ki milli sayılmaz. İşin kötüsü, milliyetçilerce “gayri milli”, ihanet, düşmanca davranış sayılır. Ve sorun gelip millilik taşımayan tarihçiye dayanır: Böyle bir ortamda kendi görüşünü nasıl dile getirecek? Bunu yapacak gücü nasıl bulacak, özellikle içinde yaşadığı toplum ağırlıklı olarak milliyetçi ise? Bu girişten sonra konumuz olan “Türkiye modernleşmede ve demokratikleşmede neden hızlı ilerleyemedi?” konusuna dönebiliriz.
“Gelişmemiş” bir toplum, somut olarak söylersek, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Endüstri devrimlerini yaşamamış bir toplum, genellikle “geriliği” pek çok alanda yaşar. Ekonomisi, teknolojisi, eğitimi, sağlık hizmetleri, demokrasisi, hukuku, sanatı, edebiyatı, aile düzeni, trafiği, hatta hayvanlara karşı davranışları, çöp toplama duyarlılığı gibi alanlar da “geri kalır”.
*
Türkiye’de milliyetçi hareket, Batı ile ikircikli bir ilişki içine girerek gelişti. Ne Batı’yı anladı ne de Batı’nın karşısında kendi konumunu. Hem “onlar gibi olalım” dendi, hem “biz farklıyız” ve “faklı kalmalıyız” tezi savunuldu. Osmanlılar döneminden beri Batı’ya kuşku ile bakıldı. Onlar gibi olunmak mı istendi, yoksa onları yenmek için onlar gibi davranmak mı? Böyle ikircikli yaklaşımların olmuş olduğu anlaşılmış mıdır? Bu ikircikli tutum bilinç düzeyine çıktı mı? Bu konuda Taner Timur şunları yazmıştı:
Bir kriz içinde bulunuyoruz ve bunu bir kültür krizi, bir kimlik sorunu olarak yaşıyoruz... Osmanlılar inanç insanlarıydı. Dünya görüşleri Kuran’a, Hadis’lere ve bunları yorumlayan metinlere dayanıyordu. Tarihleri boyunca kendi inançlarını paylaşmayan uluslara Dar-ül Küfr ve Dar-ül Harb gözüyle bakmışlardır. 19. yüzyılda Batı üstünlüğü çok net olarak ortaya çıktığı dönemde bile, Osmanlılar Batı’ya takdirle ve hatta hayranlıkla bakmış, fakat onu sevememişlerdir. Nasıl sevsinler ki? Batı da bu dönemde Osmanlıyı devamlı olarak savaş alanlarında yenmiş; diplomatik masalarda küçültmüş ve onun toprak bütünlüğünü koruduğu dönemlerde bile bunun geçici bir uzlaşma olduğunu daima hatırlatmaktan geri kalmamıştır. Böylece, Osmanlı, adete farkına varmadan bir süreç içinde, bir taraftan Batı’ya karşı antipati duymaya devam ederken, öte yanda batılı davranmaya, batılı gibi düşünmeye çalışmıştır.[1]
İkircikliği, “klasik” Türk milli metinlerinde, örneğin Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları’nda bulmak olanaklı.[2] Önce yazarın “geri kalmışlığın” nedenlerini nasıl açıkladığına bakalım:
Avrupa’da rönesans, reform, felsefi yenilik, romantizm gibi ahlak, din, ilim, estetik, sahalarında olan değişiklikler Ortaçağ hayatına son verdi. İslam aleminde bu değişiklikler vücuda gelmediği için, biz hâlâ Ortaçağdan kurtulamamışızdır ... Avrupa’da büyük şehirlerde sosyal kesafetin artması, iş bölümünü gerektirdi. İhtisas meslekleri ve mütehassıslar vücuda geldi. İhtisasla beraber, fertlerde, ferdi şahsiyet teşekkül etti. Ruhların esas bünyesi değişti. Bu esaslı değişikliklerden yeni ruha sahip, mantıkça, mefkürece eski insanlara benzemeyen yeni insanlar doğdu... Yeni hayat... her sahada ilerleme ve gelişmeler sağladı. Bilhassa büyük sanayii meydana getirerek, çağdaş medeniyetin çehresini şekillendirdi.
Doğu’da ise, sosyal kesafet bakımından ileri gitmiş büyük şehirler vücuda gelmemiştir. Mevcud büyük şehirler ise, nüfusça karışık oldukları gibi, kaynaşma vasıtalarından, bundan dolayı da manevi kesafetten mahrumdular (s. 61-62)
Metnin devamında Ruslar’ın, Deli Petro’nun uyguladığı “cebri yenilikle” medeniyet alanında ilerlediklerini okuyoruz. Yani medeniyet Batı’da kentleşme ile mümkün olmuştur. Gelişmenin ikinci koşulu ise nüfusun “karışık” olmaması, ve “kaynaşma vasıtalarının” var olması. Bu yorumdan, ilk yapılması gerekenlerin arasında, akla büyük kentler kurmak ve nüfuzun karışık olmasına son vermek geliyor.
Ziya Gökalp’e göre Batı’dan medeniyet alınacak ama hars (milli kültür) alınmayacak. Medeniyet ise uluslararasıdır, “ferdi iradelerle vücuda gelen sosyal hadiselerin bütünüdür” denmekte. Bu “hadiseler” şunlarmış: Dine ait bilgiler, ahlaka, hukuka, güzel sanatlara iktisada aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait bilgiler. (s. 31) (Sahi, geride ne kalıyor?) Hatta bunlar alınırken Doğu’daki medeniyetle senteze de yeltenmemek gerekmiş. Çünkü “iki zıt medeniyet yan yana yaşayamazlar, birbirini bozmaya sebep olurlar. Mesela Batı’nın muzikî tekniği ile Doğu’nun muzikî tekniği ile uzlaşamaz”. Ve Türkçülüğün vazifesi şöyle algılanıyor:
Batı medeniyetinin her yerde Doğu medeniyetinin yerine geçmesi tabii bir kanun olunca, Türkiye’de de böyle olması zaruri idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün vazifesi, bir taraftan yalnız halk arasında kalmış olan Türk kültürünü arayıp bulmak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir surette alarak milli kültüre aşılmaktır” (s. 45).
Neyin aranıp bulunacağı pek anlaşılmıyor ama daha kötüsü, Batı medeniyetine hemen girilmemesi de gerekiyor: “Batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak milli kültürümüzü ortaya çıkarmamız gerekir” (s. 45). Şimdi kritik soru şu: Kültürümüz bulunmuş mu? Bulunmamışsa veya tam bulunmamışsa, Batı medeniyetine girmemiz doğru olur mu? Bu medeniyete ne zaman girmemiz gerekiyor? “İkircikli Batılılaşma” ile böyle karmaşık görüşleri kastediyorum! Ayrıca hars (kültür) ile ne demek istediği de pek açık değil.
Sunni Türkler Osmanlı milli kültür bakımından Osmanlı emperyalizmine bağlanmadılar. Bunlar kendi kendilerine milli bir kültür yaparak, Osmanlı medeniyetine karşı tamamiyle kayıtsız kaldılar.” (s. 39).
Ve kültür konusu işlenirken bir sürpriz! Medeniyetin özellikleri olarak sıralanmış olan bazı alanlar, şimdi Türk kültürü olarak ele alınıyor: “Türkün dili nasıl sade ise, din, ahlak, güzellik, siyaset, iktisat, aile hayatları da hep sade ve samimimidir.” (s. 41).
Bu kitapta başka ilginç tezler de var. Arapların Bizans’ın medeniyetini takip ettikleri, Türkler’in ise Müslüman olunca Doğu medeniyetine girmiş olduğu savunuluyor. Halk ise Osmanlı medeniyetini değil, kendi öz milli kültürünü izlemiş. Ama bu tezler konumuzla doğrudan ilişkili değil.
Cumhuriyet döneminde milli proje olarak sunulan Türkçülük ve Batılılaşma böyle savunuldu: Tutarsız, ama daha önemlisi Batı’ya karşı ve Batılılaşma karşısında kararsız. Şu istenen “Batı medeniyeti” alınırken, “kültürümüzün zarar göreceği” anlayışı veya fobisi nereden kaynaklandı ve neye dayanıyor? Bütün Avrupa milletlerinin, hatta bütün dünyada, her coğrafî bölge kendine özgü hayat biçimini izlerken, ve onlar kültürlerini kaybetmezken, “kültürümüz yok olacak” kaygısı nasıl çıktı ortaya? Bu kaygının geri planında neler var? Bu tepkiler ve sonuçları anlaşılmış mıdır? Bu güvensiz “halkbilim” sağlıklı sonuçlar doğurabilir miydi? Batılılaşama ve “gelişme” olabilir miydi? Türkçülüğün Esasları kitabı bu soruları getirdi akla. Taner Timur’un “kültür krizi yaşıyoruz” demesi bunlarla ilgili olmalı.
Aslında, Batı Reform yaptığı için gelişmedi, gelişmeler Reform hareketini doğurdu. Batı’daki Reform, toplum içinde oluşmuş bir eğilimin resmiyete dönüşmesi olarak görülmesi gerekiyor. Doğal olarak bu “resmiyet” yeni bir dinamiği de devreye koymuştur: Artık yeni arayışların önündeki engeller kalkmış olmakta. Ama bunu söylemek başka, “din yüzünden gelişme sağlanmadı” demek başkadır.
François Georgeon’un “ulusçu akımın bünyesinde birinci derecede rol oynamış kişilerden biri” ve “Türk tarihinin genel hatlarının belirlemesine katkıda bulunan ve 1932’de ilk Türk Tarih Kongresinde başkanlık eden”[3] Yusuf Akçura’nın, Osmanlı ve Türk toplumunun Batı’nın karşısında yaşadıklarını nasıl yorumladığına bakalım.
Osmanlı Devletinin Dağılma Devri başlıklı kitabının hemen başında geri kalmışlığın ve Batı’nın karşısında zor durumda kalınmasının nedenleri dört sayfada ve 22 maddede özetleniyor.[4] Maddeleri birleştirip bir kez daha özetliyorum; günümüz Türkçesini de kullanarak:
1 – Hristiyan Batı’da Reform ve Rönesans yaşandı ancak “Müslüman Osmanlı camiası farklı din ve dil kullandığından” bu harekete katılmadı.
2- Batı, keşiflerle maddi olarak, ama fikir alanında da zenginleşirken Osmanlılar bundan yoksun kaldı.
3- Osmanlı devleti kontrol edemediği çok geniş topraklara yayılmıştı ve halkı da farklı din, dil sahibi “kavimlerden” oluşuyordu.
4- Savaşlar, yenilgiler yüzünden artık gelir sağlamıyor, yalnız zarara neden oluyordu.
5- Kapitülasyonlar ekonomiye zarar verdi; ve bu alanda “ecnebi devletler Hristiyan tebaayı itaatsizliğe teşvik etti”.
6- İstanbul Rum Patriği ve Fenerli Rum Beyleri “Osmanlı menfaatine münafi” (karşıt) tutum sergilediler.
7- Zaten sıkıntılar içinde bulunan toplumda, dış güçlerin kışkırtmalarıyla ayrılıkçı (milli) hareketler arttı.
8- “İslam şeriatının zaman ve mekana göre terakki ve tekamül” etmediğinden ülke içindeki “kavimleri idareden aciz kalındı”. Kanunların uygulanmaması hoşnutsuzluk yarattı.
9. Okullar ve medreseler şeriata göre çalıştıkları için Batı’daki, “dinî alâkadan” uzaklaşan eğitimle yarışamadı.
10. Batı endüstrileştikçe sermayesiyle Osmanlıyı zora soktu. “İçtimai hayatın ruhu olan” sermaye ve sanayi sahasında, Doğu Batı’nın çok gerisinde kaldı.
Bu on maddeye dayanarak geri kalmışlığın “nedenlerini” iki temel gruba ayırabiliriz. A) Batı’nın yaptıkları, B) Doğu’nun yapamadıkları. Batı’nın yaptıkları Rönesans, Reform, Keşifler, Endüstrileşme gibi hareketlerdir. Batı’da maddi ve fikrî zenginlik de sağlanmıştı. Eğitim de din alanının dışında gelişti. İlginç olan, bunların neden Batı’da olduğu açıklanmıyor. Buna karşılık, Doğu’da (Osmanlı devletinde) yapılmayanlar sıralanırken “nedenlerden” de söz edilmektedir; dolayısıyla nelerin yapılması gerektiği de çıkıyor ortaya.
Osmanlı Devleti’nde üç alan sorunlu görülüyor:
a) Batı’dan farklı dil ve din izlendiği için, din (ve şeriat) gelişmediği için ve din yüzünden yetersiz kalan eğitim yüzünden Osmanlı geri kalmıştır.
b) Geri kaldığı için savaşlarda yenilmeye başlamış, toprak ve gelir kaybetmiş, halk huzursuz olmuş, kontrol edilemeyen yöreler baş kaldırmaya başlamıştır.
c) Bir de dış ve iç düşmanlar var. Bunlar iç düşmanları kışkırtan Rusya ve Fransa’dır; iç düşman ise Patrikhane ve Fenerli Rumlar’dır.
Dinin temel bir sorun olarak ele alındığını 1931 yılında yazılmış okul kitabında da görmüştük. Zaten o kitabın yazarları arasında Yusuf Akçura da vardır. Bu on yılda, yani Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, geri kalmışlığın temel nedeninin din olduğu görüşü “devlet katında”, yani okul kitaplarında ve resmi ideolojide egemendir. Ancak din ile ne kastedildiği pek açık değildir. Yani sorun İslam’ın kendisi mi, yoksa dinin gelişmesini engelleyen “tutuculuk” mu? Ama önemli olan çevrenin “Hristiyan Batı ve Müslüman Osmanlı” olarak algılandığıdır.
Bu konuda bir hatırlatmayı tekrarlamakta yarar vardır. “Gelişmemiş” bir toplum, somut olarak söylersek, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Endüstri devrimlerini yaşamamış bir toplum, genellikle “geriliği” pek çok alanda yaşar. Ekonomisi, teknolojisi, eğitimi, sağlık hizmetleri, demokrasisi, hukuku, sanatı, edebiyatı, aile düzeni, trafiği, hatta hayvanlara karşı davranışları, çöp toplama duyarlılığı gibi alanlar da “geri kalır”. Din de bu ortamda kendi payına düşen “geriliği” yaşar. Aslında, Batı Reform yaptığı için gelişmedi, gelişmeler Reform hareketini doğurdu. Batı’daki Reform, toplum içinde oluşmuş bir eğilimin resmiyete dönüşmesi olarak görülmesi gerekiyor. Doğal olarak bu “resmiyet” yeni bir dinamiği de devreye koymuştur: Artık yeni arayışların önündeki engeller kalkmış olmakta. Ama bunu söylemek başka, “din yüzünden gelişme sağlanmadı” demek başkadır.
Dine karşı olmak ve “laikliği” bu biçimde algılamak Batı’da da bir süre Pozitivizm olarak yaşanmıştı. Şükrü Hanioğlu’nun bu akımın Mustafa Kemal dönemlerinde nasıl yaşandığını anlattığı metnini Türkçeye çevirerek aktarıyorum:[5]
Mustafa Kemal’in, bilimin imparatorluğun bütün eksikliklerini halledecek bir çözüm olduğuna inanan entelektüel (educated) bir sınıfa ait olduğu bilinmeden, uyguladığı politikaları anlamak olanaklı değildir... [Bu inanca göre] kaba (vulgar) materializm zengin, rasyonel, dinci olmayan (irreligious) çağdaş toplum için şarttı… 19. yüzyılın son yıllarında John William Draper’in Din ile Bilim Arasında Çatışma (Conflict between Religion and Science) adlı çalışması Türkçeye çevrilince Osmanlı İmpartorluğu’nda best-seller olması rastlantı değildi... Mustafa Kemal daha sonraları Draper’in [başka bir kitabını] okuduğunu biliyoruz. (s. 49-51.)
İkinci Meşrutiyet’in Batıcıları … geleneği reddeden bilimselci bir topluma inanmışlardı; bu ütopik modernite için “enternasyonal bir medeniyete” candan bel bağlamışlardı… Yani, Atatürk tarafından yürütülen radikal değişiklikler, Osmanlının yakın tarihinden bir kopuştan çok, bir devamıydı. (s. 226-227).
Cumhuriyet döneminde Çağdaşlaşma ve Batılılaşma girişimleri böyle bir fikrî altyapı üzerinde yürütüldü. “Türkiye neden gelişmedi?” sorunun cevabı, toplumu bütün katmanlarıyla anlaşılmasıyla cevaplandırılır. Okul kitaplarından ve resmi milli tarihçilikten sonra, sıra, Batı kavramının, dönemin edebiyat metinlerine nasıl yansıdığına bakmak.
**
[1] Timur, Taner. Osmanlı Kimliği, İstanbul: Hil Yayınları, 1986, s. 14 ve 16.
[2] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı,1990. Özgün metnin imlasını değiştirmedim.
[3] Georgeon François. Türk Milliyetçiliğin Kökenleri, Yusuf Akçura (1876-1935), Ankara: Yurt Yayınları, 1986, s. 7 ve 106.
[4] Akçura, Yusuf. Osmanlı Devletinin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. asırlarda), Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1988 (İlk baskı 1940), s. 6-9.
[5] Hanioğlu, Şükrü. Atatürk, An İntellectual Biograhy, Princeton Unicvercity Press, 2011.
İlginizi Çekebilir