© Yeni Arayış

Mehmet Görmez'in "Maneviyat Güvenliği" kavramına İran örneğinden bakış

Mehmet Görmez'in "Maneviyat Güvenliği" kavramına İran örneğinden bakış

İran’ın molla rejimi tam da Mehmet Görmez’in Türkiye’de yapılmasını talep ettiği gibi siyaseti ve hukuku “Maneviyat Güvenliği”ni sağlamak için devreye soktu. Peki, bunları yaparak başarı sağlanabilindi mi? İnsanlar İran’da daha mı dindar oldu ve maneviyatları güvence altına alınabilindi mi? Hayır, sonuç tam bir başarısızlık oldu. Geçtiğimiz günlerde Diamond Tema tartışmaları üzerine eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, HaberTürk televizyonunda Mehmet Akif Ersoy’un konuğu oldu. Görmez, programda Türkiye’nin manevi dünyasının tehlikede olduğunu değerlendirerek “Maneviyat Güvenliği” diye bir kavram ortaya attı ve özetle şunları söyledi: “Özellikle Batı dünyasında İslamofobik nefretin yaygınlaşmasından sonra seçilen en kötü yollardan bir tanesi İslam ümmetine peygamber üzerinden saldırmak, onun ailesi üzerinden saldırmak. Bundan dolayı diyorum ki, bir maneviyat güvenliği sorunu var. Sosyal medyada başlayan din tartışmaları, bilhassa bilişim ve iletişim devriminden sonra, bütün hayatın bütün alanlarını etkilediği gibi, tabii olarak bizim dini hayatımızı da etkiledi ve derinden de etkilemeye devam ediyor.” Mehmet Görmez, “Siyaset erbabının ve hukuk erbabının bu meseleyi (Maneviyat Güvenliği) ele alması gerekiyor” diyerek aslında çok tehlikeli bir talepte bulunarak siyaset kurumunun ve yargının bu meseleye müdahil olmasını istedi. Din; bireyler ile inandıkları tanrı arasında bireysel bir olgudur, inanmak veya inanmamak bireylerin kendi tercihleridir. Siyaset ve hukuk sadece bireylerin inanma veya inanmama özgürlüklerini teminat altına alabilir, bireylere inanç ve din dayatacak yaptırımlara ve düzenlemelere gidemez, gitmemeli. Ancak Mehmet Görmez, ortaya attığı “Maneviyat Güvenliği” kavramıyla Türkiye’de siyasal iktidarın din alanına girmesini, insanların dinini şekillendirmesini ve hukuk üzerinden bazı yaptırımlarla insanlara dini perspektife göre yaşamalarının bir nevi dayatılması gerektiğine işaret ediyor. Bugün Türkiye’ye bakıldığında; gerici dinci zihniyetin hem siyasal hem de destekçileri olan toplumsal kesimleriyle birlikte güçlenmesiyle toplumsal laik düzenin değişmesini istedikleri, toplumu yukarıdan aşağıya doğru baskılarla İslamileştirmeye çalıştıkları, İslam ve şeriat kurallarını inanç teorisinden çıkarıp gündelik pratik hayat düzenine uygulanabilir bir biçimde adapte etmeye çalıştıkları çok açık ortada. Müfredat değişiminden liseli kızların elbiselerinden dolayı mezuniyet törenine alınmamaları, cemaat, tarikat ve dini vakıflarla yapılan eğitim protokollerinden İslam’a yönelik eleştiri yapanların haklarında yargı tarafından soruşturma açılması ve yakalama kararı çıkarılması gibi pek çok örnek Türkiye’de yükselmekte olan İslami toplumsal mühendisliği ortaya koyuyor. Oysaki Anayasa’nın 4. maddesinde laiklik ilkesi, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez temel nitelikler arasında sayılmıştır. Yani anayasal olarak Türkiye laik bir devlettir ve dinin esaslarını gözeten bir devlet değildir. Tek bir din ve mezhep anlayışı üzerinden kurgulanan bir sistemde vatandaşların vicdan hürriyetinden söz edilemez. Yani; Mehmet Görmez’in talep ettiği gibi siyaset kurumu ve yargı bu alana dayatmacı bir perspektifle giremez.

GÖRMEZ’İN TALEP ETTİĞİ GİBİ BU ALANA DAYATMACI GİRİLEMEZ

Devletlerin resmî dini olmaz, olmamalıdır çünkü bir devletin çatısı altında pek çok farklı dine inanan veya herhangi bir dini inanca sahip olmayan yurttaşlar vardır. Tek bir din ve mezhep anlayışı üzerinden kurgulanan bir sistemde vatandaşların vicdan hürriyetinden söz edilemez. Yani; Mehmet Görmez’in talep ettiği gibi siyaset kurumu ve yargı bu alana dayatmacı bir perspektifle giremez. Bir devletin tek bir dinin esaslarına göre yönetilmesinin ne gibi toplumsal krizleri beraberinde getirdiğini şeriat kurallarına göre yönetilen ülkelerden görüyoruz. Bu ülkelerde hukukun ve toplumsal hayatın tüm kuralları tek tip bir dini perspektifle belirleniyor, herkese aynı inanca sahip olması dayatılıyor ve “öteki” olarak görülen hiçbir kesime hayat hakkı tanınmıyor. Şeyhlerin, mollaların, imamların ve dini önderlerin hâkim olduğu bu tip yönetimlerde “şeriatın kestiği parmak acımaz” zihniyetiyle insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, yaşam tarzı, giyim tarzı, yeme içme tarzı ve evrensel tüm hukuki ve insani normlar ayaklar altına alınıyor. Siyasetin ve hukuk sisteminin insanların dinine ve maneviyatına müdahil olduğunda ne gibi faciaların yaşanacağını İran örneğinden görmek mümkün. İran İslam Devrimi’nin kurucu önderi İmam Humeyni, 1979’da devrimden sonra sürgünden ülkeye dönünce yaptığı ilk konuşmada “Biz sizin maneviyatınızı, ruhaniyetinizi yükselteceğiz, sizi insanlık makamına eriştireceğiz” demişti. Yani; siyaset kurumunu ve yargı eliyle hukuki yaptırımları İran halkının inanç dünyasına sokmuş oldu. Peki, sonra ne oldu? Rejime karşı yapılan itirazları ve protestoları “Allah ve Resulüne karşı işlenmiş” saymaya başladılar. Maide Suresinin 33. Ayetini idamlara dayanak yaptılar ve kendilerine karşı yapılan her türlü eleştiriyi Yeryüzünde Fesat Yaymak (İfsad Fil-Arz) ve Muharebe (Allah ve Resulüne karşı savaş açmak) olarak değerlendirdiler ve buna dayanarak 45 yıldır muhaliflerini idam ediyorlar. İran İslami Ceza Kanunu’nun 500. Maddesi “Düzene karşı faaliyet” suçunu şu şekilde tanımlıyor: “İran İslam Cumhuriyeti düzeninin aleyhine, rejime karşı olan kurum, grup ve kişilerin lehine yapılacak olan her türlü faaliyet 3 ay ile 1 yıl hapisle cezalandırılır.” Yine İslami Ceza Kanunu’nun 610. Maddesi “Ulusal güvenliğe karşı gizli anlaşmalar ve toplanmalar” tanımıyla devlet aleyhine yapılan demokratik hak temelli toplanmalar dahi suç olarak görülüyor. Öte taraftan yine İslami Ceza Kanunu’nun 698. Maddesi “Yalan bilgi yayarak kamuoyunu negatif olarak etkilemek” tanımı ile devlet erkânına yönelik her nevi eleştiri ve faaliyet suç olarak tanımlanıyor. Yine İslami Ceza Kanunu’nun 508. Maddesinde “İran İslam Cumhuriyetine karşı düşman ülkelerle iş birliği” gibi 10 yıl hapis cezası öngören bir suç tanımı var. İran rejimi 45 yılda yaptığı toplumsal mühendisliğe rağmen, tüm siyasi ve yargı gücüne rağmen, tüm ekonomik gücüne rağmen insanları zorla İslamileştirmeyi başaramadığı gibi, karşısında çok büyük bir muhalif toplumsal kesimin oluşmasına sebep oldu.

İRAN REJİMİ 45 YILDA BAŞARAMADI

İran’ın molla rejimi tam da Mehmet Görmez’in Türkiye’de yapılmasını talep ettiği gibi siyaseti ve hukuku “Maneviyat Güvenliği”ni sağlamak için devreye soktu. Peki, bunları yaparak başarı sağlanabilindi mi? İnsanlar İran’da daha mı dindar oldu ve maneviyatları güvence altına alınabilindi mi? Hayır, sonuç tam bir başarısızlık oldu ve İran halkı arasında deizm, ateizm, agnostisizm aldı başını yürüdü. Yani; İran rejimi 45 yılda yaptığı toplumsal mühendisliğe rağmen, tüm siyasi ve yargı gücüne rağmen, tüm ekonomik gücüne rağmen insanları zorla İslamileştirmeyi başaramadığı gibi, karşısında çok büyük bir muhalif toplumsal kesimin oluşmasına sebep oldu. Otoriter ve totaliter iktidarlar zayıfladıkça, oy ve güç kaybettikçe topluma yönelik baskılarını ve tahakkümlerini arttırma yoluna giderler. Türkiye’de de şu an bu durum yaşanıyor. Bugün Türkiye özellikle siyasal iktidarın geldiği nokta bağlamında popülist bir inanç dayatması ve laik hayat tarzına müdahaleyle karşı karşıyadır. Sosyal medya mecraları üzerinden yürütülen “şeriat istemiyoruz” veya “yaşasın şeriat” kavgaları her gün karşımıza çıkıyor. Türkiye toplumu kutuplaştı; bir yanda dini tahakküm altına girmek isteyenler var, öte yandan seküler yaşam biçimini korumak isteyenler var. “Maneviyat Güvenliği” için illaki bir dini inanca sahip olmak ve yaratıcıya inanmak gerekmiyor, asgari insani melekelere sahip olmak bunun için yeterlidir. Herkesin dini inancına ve dinini yaşamak istemesine saygı duymak elzemdir ancak insanların inançsız olma veya farklı bir dine mensup olma kararlarına ve seküler bir hayat istemelerine de saygı duymak aynı derecede elzemdir. Hangi din ve inanç olduğu fark etmez; hâkim olan güç odakları sırf siyasal iktidar koltuklarını işgal ediyorlar diye kendi dinlerini ve inanç doktrinlerini tüm bir topluma dayatma hakkına sahip değiller, ellerindeki yargı sopasını kendi inançlarını empoze etmek için kullanamazlar. Son tahlilde; siyasetin ve yargının devreye girmesi maneviyat güvenliğini asla sağlayamaz, kimse zorla ve dayatmayla “cennete” sokulamaz…

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER