© Yeni Arayış

Mahkeme salonundan kamusal hafızaya, bir fotoğrafın söyleyemedikleri

İmamoğlu’nun Silivri Cezaevi’nden yansıyan bu fotoğrafı, AKP iktidarının uzun yıllardır hem baskı hem ideolojik aygıtlarını eşzamanlı olarak devreye soktuğu çok katmanlı bir siyasal gösterinin çıktısı olarak kabul edildiğinde, Türkiye’nin siyasal rejimi, yargı bağımsızlığı, demokratik direniş hafızası ve medya-iktidar ilişkileri üzerine gelecekte tartışmalara kaynaklık edecek niteliktedir.

Bu fotoğraf, sadece bir bireyin değil, bir ülkenin adalet arayışının ve hafızasının da sembolü haline gelme potansiyeli taşıyor. Yargı, medya ve hapishane üzerinden kurulan bu temsil, siyasal iktidarın muhalefet üzerindeki tahakkümünü görünür kılarken, muhalefetin bu baskıya karşı oluşturduğu sembolik direnişin de temelini oluşturma potansiyelindedir. 

Semboller ve fotoğraflar, siyasal iletişimin en etkili araçlarından biri olarak modern siyaset sahnesinde merkezi bir rol oynamaktadır. Semboller, ideolojileri, tarihsel anlatıları ve kolektif kimlikleri yoğun bir biçimde temsil ederken; fotoğraflar, bu temsilleri görsel hafızaya kazıyarak duygusal ve bilişsel etkileşim yaratır. 

Semboller ise siyasal kimliğin sabitleyici unsurlarıdır. Bayraklar, renkler, armalar ve sloganlar; bir siyasal hareketin değerlerini, ideolojik duruşunu ve tarihsel kökenlerini temsil eder. Bu semboller, toplumsal bellekte aidiyet hissi üretir ve siyasal mobilizasyonun duygusal zeminini hazırlar. Dolayısıyla hem semboller hem de fotoğraflar; siyaset kurumunun ya da siyasi aktörlerin sadece mesajlarını iletmek için değil, aynı zamanda kitleleri etkilemek, yönlendirmek ve harekete geçirmek için başvurduğu stratejik iletişim araçlarındandır.

Özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, bir liderin pozu, bir mitingdeki bayraklar, bir protesto anında çekilen kare ya da bir duruşma salonu görüntüsü siyasi tartışmaların yönünü belirleyebilecek güçte olabilmektedir.

Bir siyasal sembol olarak fotoğraf yalnızca olanı belgelemekle kalmaz, aynı zamanda siyasi gerçekliğin inşasında da aktif bir rol oynar. Bir olayın hangi açıdan, hangi bağlamla sunulduğu; kamuoyunun olaya dair algısını dönüştürebilir. 11 Nisan 2025’te Silivri Hapishanesi’ndeki duruşma salonundan kamuoyuna yansıyan fotoğraf, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin Cumhurbaşkanı Adayı Sayın Ekrem İmamoğlu’nun sanık kürsüsündeki duruşu, Türkiye’nin karmaşık siyasal iklimini, hukuk pratiğini ve derin toplumsal hafızasını yansıtan çarpıcı bir belge niteliği taşımaya adaydır.

Althusser, devletin egemen ideolojiyi sürdürmek için baskı aygıtları (polis, ordu, yargı, hapishane vb.) ve ideolojik aygıtlar (okul, aile, medya, sendika, din vb.) olmak üzere iki temel aygıt kullandığını öne sürer. Baskı aygıtları zor kullanarak, ideolojik aygıtlar ise bireyleri özne kılarak hâkim ideolojiyi yeniden üretir. İmamoğlu’nun duruşma görüntüsü, bu iki aygıtın iç içe geçtiği ve birbirini desteklediği bir sahne olarak değerlendirilebilir.  Foucault ise, iktidarın sadece baskı yoluyla değil, aynı zamanda bilgi, söylem ve disiplin mekanizmaları aracılığıyla da işlediğini savunur. Foucault’ya göre, modern devlet, bireyleri sürekli gözetim altında tutarak ve onları disipline ederek iktidarını pekiştirir. İmamoğlu’nun duruşma salonundaki görüntüsü, Foucault’nun Bentham’ın “panoptikon” kavramını hatırlatan bir şekilde, sürekli gözetim altında tutulan ve kamusal bir gösteriye dönüştürülen bir bireyin sembolik bir temsili olduğu kadar, İmamoğlu'nun salt bir nesne değil, aynı zamanda bu gösterinin içinde kendi duruşunu sergileyen bir özne olduğu, fotoğraftaki ifadesi veya bedensel duruşu, bu sembolik mücadele alanında kendi anlatısını kurma çabasının bir parçası olarak da okunabilir.

Başka bir yazıda ifade etmiştik, “bugün yaşanan durum, (siyasilerin, sanatçıların gözaltılar ve tutuklamalar sürecinde) Althusser’in tanımıyla “devletin baskı aygıtları”nın, mevcut iktidarın hegemonik düzenini sürdürmek adına devreye sokulmuş hali” diye. “Yargı, medya, güvenlik mekanizmaları ve hapishaneler yalnızca hukukun işleyişini değil, toplumsal rızayı inşa eden ideolojik süreçleri de baskı altına alıyor” diye de devam etmiştik. Bu bağlamda bugün de hapishane ve mahkeme salonları, siyasal iktidarın, siyasal şiddeti meşrulaştırma biçimlerinden biri olarak, rakiplerini ve siyasal muhalefeti bastırmak için de kullanılmaktadır. İmamoğlu’nun duruşma salonundaki görüntüsü, siyasal meşruiyetin yargı eliyle sınandığı ve sorgulandığı bir alana dönüşmüştür. AKP iktidarı, bu mekanizma aracılığıyla muhalefeti kriminalize etmekte, hukuk ise bu sürecin meşruiyet zeminini sağlamaktadır. Ancak, bu durum aynı zamanda hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusundaki şüpheleri artırarak, hukukun meşruiyet krizini derinleştirmektedir. 

İmamoğlu’nun Silivri Cezaevi’nden yansıyan bu fotoğrafı, AKP iktidarının uzun yıllardır hem baskı hem ideolojik aygıtlarını eşzamanlı olarak devreye soktuğu çok katmanlı bir siyasal gösterinin çıktısı olarak kabul edildiğinde, Türkiye’nin siyasal rejimi, yargı bağımsızlığı, demokratik direniş hafızası ve medya-iktidar ilişkileri üzerine gelecekte tartışmalara kaynaklık edecek niteliktedir.

Nelson Mandela’nın “Gerçek, er ya da geç ortaya çıkar; baskılar, karanlık ve hapishaneler onun önünü geçici olarak kesebilir, ama asla tamamen susturamaz...” sözü, bu bağlamda anlamlıdır. İmamoğlu’nun duruşma fotoğrafı, onun aday olmasını engellemek ve onu susturmak isteyen siyasal iradeye karşı halkın kolektif hafızasında bir direniş imgesine dönüşme potansiyelindedir. Elbette, sembollerin anlamı her zaman bir mücadele alanıdır ve bu potansiyelin ne ölçüde gerçekleşeceği, süregelen siyasi dinamiklere ve iktidarın bu imgeyi kendi anlatısı lehine yorumlama çabalarına da bağlı olacaktır. Bu bağlamda, hapishane ve mahkeme salonları, burada sadece bir baskı mekânı değil, aynı zamanda politik bir yeniden doğuş alanı olarak işlev görmektedir. Sembolik mücadele, bu tür mekânlarda iktidarın tahakkümüne karşı bir direniş biçimi olarak ortaya çıkar.

Duruşma salonunun dev ekranında yansıtılan İmamoğlu’nun görüntüsü, adaletin kamusal bir gösteriye dönüştürülmesini sağlamaktadır. Medya, bu fotoğrafı yayarak yargı sürecini kamusal bir performansa dönüştürürken, toplumsal kutuplaşmayı yeniden üretmektedir. Nitekim, iktidar yanlısı ve muhalif medya organlarının aynı fotoğrafı sunuş biçimleri ve kullandıkları çerçeveler arasındaki belirgin farklar, bu kutuplaşmanın medya aracılığıyla nasıl pekiştirildiğinin somut bir örneğidir. Bu fotoğraf dikotomik bir durumun da tezahürü olarak hem iktidarın caydırıcılık çabasını hem de muhalefetin direniş imgesi inşa etme gücünü göstermektedir.

Ayrıca bu sahne, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde derin yaralar açmış Ergenekon yargılamalarının yankılarını da akıllara getiriyor. Silivri’nin “soğuk” koridorlarında, benzer bir atmosferde yaşanan o yargılamalar, hukukun siyasi bir araç olarak kullanıldığı, delillerin tartışmalı olduğu ve birçok insanın uzun yıllar haksız yere hapsedildiği bir dönemi hatırlatıyor. İmamoğlu’nun duruşma görüntüsü, o günlerin travmasını yeniden canlandırırken, adaletin tecelli etmesi gerektiğine olan inancı da sorgulatıyor.

Bu nedenle bu fotoğraf, sadece bir bireyin değil, bir ülkenin adalet arayışının ve hafızasının da sembolü haline gelme potansiyeli taşıyor. Yargı, medya ve hapishane üzerinden kurulan bu temsil, siyasal iktidarın muhalefet üzerindeki tahakkümünü görünür kılarken, muhalefetin bu baskıya karşı oluşturduğu sembolik direnişin de temelini oluşturma potansiyelindedir.

İmamoğlu’nun Silivri Cezaevi’nden yansıyan bu fotoğrafı, AKP iktidarının uzun yıllardır hem baskı hem ideolojik aygıtlarını eşzamanlı olarak devreye soktuğu çok katmanlı bir siyasal gösterinin çıktısı olarak kabul edildiğinde, Türkiye’nin siyasal rejimi, yargı bağımsızlığı, demokratik direniş hafızası ve medya-iktidar ilişkileri üzerine gelecekte tartışmalara kaynaklık edecek niteliktedir.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER