© Yeni Arayış

Kocakarı ile Ömer

Kocakarı ile Ömer

Tuğrul Türkeş, Kavala’nın mahkumiyetindeki hukuksuzlukları da eleştiriyor ve özellikle Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi olarak sıklıkla karşılaştığı eleştirilerdeki haklılığı gözler önüne seriyordu. Dünkü grup toplantısında Devlet Bahçeli, isim vermeden Türkeş’i “Soros’çu Kavala’ya siyasi geleceğini bağlayanlar ne milliyetçilikten ne de milli onurumuzu muhafaza teriminden bahsedemezler” diyerek eleştirmişti. Bunun üzerine bir twit atan Tuğrul Türkeş ise sağ kültürde çokça okunan Mehmet Akif Ersoy’un “Kocakarı ile Ömer” şiirinden alıntılar yaparak yanıt verdi. MHP, MHP olalı herhalde böyle yönetici kadrosu görmemiştir. Geçen gün önüme düşen bir videoda, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’in İngilizce konuşmaları, bugünkü liderlerle mukayese ediliyor ve aradaki açık fark gündemleştiriliyordu. Gerçekten de yabancı dil bilgisi ile birlikte, meseleleri ele alış ve muhakeme bakımından da bundan otuz yıl önceki siyasetçilerle karşılaştırıldığında büyük bir entelektüel geri gidiş olduğu gözlense de, konu MHP olunca bu farkın uçurum olduğu kolaylıkla söylenebilir. Dünyaya büsbütün farklı pencerelerden baktığım Alpaslan Türkeş’in hem Kıbrıs hem silahlı kuvvetler kaynaklı İngilizce seviyesi ve meseleleri muhakeme tarzıyla bugünkü muadilleri karşılaştırıldığında, MHP açısından çok da üzülemediğim bir fark ortaya çıkıyor. Barış Terkoğlu’nun köşesinde okuduğumuz ve tam listesi verilen siyasetçiler, gazeteciler, hukukçular, araştırmacı/akademisyenler ile emekli polis ve askerler, MHP tarafından açıkça fişlenip hedef gösteriliyorlar. Devlet Bahçeli’nin de konuya ilişkin açıklamasında, “dosya elimizde, günü gelince eyleme geçilecek” sözlerinin başka türlü anlaşılabilmesine imkân yok. MHP’li yöneticilerin, özellikle gazeteci tehdidinden sorumlu bir Genel Başkan Yardımcısı’nın bu tarz çıkışlarına Türkiye alışmıştı, ancak bu düzeyde bir hedef gösterme, tehdit ve fişleme skandalı, aslında MHP’deki korkunun büyüklüğünü de ortaya koyuyor.

MHP’DEKİ KORKUNUN BÜYÜKLÜĞÜ

Bu farka, en son MHP avukatlarının öldürülen eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş davasına müdahil olmak üzere Ankara Ağır Ceza Mahkemesine verdikleri dilekçede, toplumun çeşitli kesimlerinden 154 kişinin ismini vererek mahkemeye çağırılmaları talebinde bulunmalarıyla tanık olduk. Cumhuriyet Gazetesi’nden Barış Terkoğlu’nun köşesinde okuduğumuz ve tam listesi verilen siyasetçiler, gazeteciler, hukukçular, araştırmacı/akademisyenler ile emekli polis ve askerler, mahkeme kanalıyla MHP tarafından açıkça fişlenip hedef gösteriliyorlar. Devlet Bahçeli’nin de konuya ilişkin açıklamasında, “dosya elimizde, günü gelince eyleme geçilecek” sözlerinin başka türlü anlaşılabilmesine imkân yok. MHP’li yöneticilerin, özellikle gazeteci tehdidinden sorumlu bir Genel Başkan Yardımcısı’nın bu tarz çıkışlarına Türkiye alışmıştı, ancak bu düzeyde bir hedef gösterme, tehdit ve fişleme skandalı, aslında MHP’deki korkunun büyüklüğünü de ortaya koyuyor. Elbette Sinan Ateş davasına yönelik bir çeşit “davayı boğma taktiği” söz konusu olan, ancak benim dikkat çekmek istediğim başka bir nokta var. Alpaslan Türkeş’in oğlu, AKP milletvekili Tuğrul Türkeş, son derece haklı bir yakınmayla geçtiğimiz hafta Osman Kavala başta olmak üzere Gezi Direnişi davası mahkumları üzerinden, ortaya konan yargı pratiğinin Batı çevrelerince yadırganmanın ötesinde, artık hukuk devleti ilkesine zarar verdiğini söyleyerek endişelerini dile getirmişti. Gelinen noktada, hukuk devletinin indirildiği seviyenin AKP milletvekillerinde bile endişe yaratması bakımından son derece ilginç bir dönem izliyoruz. Nitekim Tuğrul Türkeş, Kavala’nın mahkumiyetindeki hukuksuzlukları da eleştiriyor ve özellikle Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi olarak sıklıkla karşılaştığı eleştirilerdeki haklılığı gözler önüne seriyordu. Dünkü grup toplantısında Devlet Bahçeli, isim vermeden Türkeş’i “Soros’çu Kavala’ya siyasi geleceğini bağlayanlar ne milliyetçilikten ne de milli onurumuzu muhafaza teriminden bahsedemezler” diyerek eleştirmişti. Bunun üzerine bir twit atan Tuğrul Türkeş ise sağ kültürde çokça okunan Mehmet Akif Ersoy’un “Kocakarı ile Ömer” şiirinden alıntılar yaparak yanıt verdi. Benim değineceğim nokta da tam bu işte! Söz meclisten dışarı, kurtlar arasında böyle “hırlaşmalar” yaşanırken, acaba sayın Cumhurbaşkanı ne yapıyor? Bu atışmaları, kendi partisinden bir milletvekiliyle ortaklık yaptığı siyasi hareketin lider kadrosunun atışmasını, endişeyle mi yoksa ellerini ovuşturarak mı takip ediyor? Bilindiği üzere, “kurtlukta düşeni yemek kanundur.” Hatta öyle ki, dağda günlerce aç kalan kurtlar, yiyecek bir şey bulamayınca kendi etraflarında bir halka olacak şekilde dönerek ilk düşen bireye saldırma ve yeme davranışı gösteriyorlar, ki “düşersen yerler” anafikirli kanun da tam burada kendini gösteriyor. Öyle görünüyor ki, Dicle’nin kenarındaki kuzuları daha çok kurtlar kapacak ve Ömer yalnızca seyretmekte yetinecek. Halbuki 154 kişiden tek birinin bugünden itibaren burnu kanasa, hesabının tüm bu olan mafyalaşmaya gözlerini kapatan Ömer’den sorulması gerekiyor.

TEK BİRİNİN BURNU KANASA HESABIN ÖMER’DEN SORULMASI GEREKİYOR

Peki sayın Cumhurbaşkanı, kendi partisinden hukuk devletine sahip çıkan bir sese mi, yoksa “bu yollarda beraber yürüdüğü” partiye mi kulak veriyor? Mehmet Akif’in şiirindeki, öksüz ve yetim kalmış torunları için açlıktan taşları kaynatıp avutmaya çalışan, halife Ömer’e de kim olduğunu bilmeden sitem eden kocakarı, “o kadar meşgulsen ne demeye halife oldun” diyerek hesap soruyordu. Bizim Ömer ise, meşguliyetini kimseye fark ettirmese de durumdan memnun görünüyor. Halbuki bitme noktasına gelen hukuk devleti olmadan ekonominin düzelmeyeceğini, bunun için de hukuk dışı yöntemlerin bir kenara bırakılarak başta AİHM kararları olmak üzere mahkeme kararlarına uyulmasının bir zorunluluk olduğu başta Ekonomi ve Maliye Bakanı olmak üzere herkes tekrarlıyor ve buna son olarak kendi milletvekilleri de iştirak ediyorken, durumu yalnızca izlemek bir yana, eyleme geçmek mecburi hale geliyor. Geri gide gide Erdoğan’ın sırtının duvara değdiğini, artık kendi partisi de açıkça ortaya koyuyor. Öyle görünüyor ki, Dicle’nin kenarındaki kuzuları daha çok kurtlar kapacak ve Ömer yalnızca seyretmekte yetinecek. Halbuki 154 kişiden tek birinin bugünden itibaren burnu kanasa, hesabının tüm bu olan mafyalaşmaya gözlerini kapatan Ömer’den sorulması gerekiyor. Önümüzdeki günlerde ya Gezi davası konusunda gerçek ve adaletli bir yargılama pratiğine girişle hukuk devletine yeniden dönülmesinin adımları atılacak, ya da bütünüyle Türkiye bir Ortaçağ özlemindeki mafyaya teslim edilecek ve o Ortaçağ mafyası da ilk önce Ömer’den kurtulacak.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER