© Yeni Arayış

Kıyılar ne kadar halkın?

Kıyılar ne kadar halkın?

İhale ile kiralanmayan kıyılarda neler oluyor? Özel işletmeciler işgal ediyor ve bu fiillerini meşrulaştırmak için ilgili kuruluşlara “işgaliye” ödüyor. Ya da kamunun elinde kaldığında da tahsislerle gene halka kapatılıyor. Bir de bakıyorsunuz geçmişte ulaşım, üretim, depolama, güvenlik... gibi kamu işlevlerini yerine getiren kıyı alanları “dinlenme tesisleri” oluvermiş. Ülkenin bütün kıyıları, müşterekleri işgal tehdidi altında. Muğla Belediye Başkanı Ahmet Aras “kıyılar belediyelere devredilsin, biz daha iyi yönetiriz” diye bir açıklama yapmış. Ona göre bir takım açıkgözler kıyıların “beleşe keyfini sürüyorlarmış.” Eğer kıyılar belediyelere devredilirse, onlar yetkilerini kullanarak bunu engelleyebilirlermiş. Belediyeler gelir elde edebilecekleri konuları diğer kamu kuruluşlarından daha iyi takip edebiliyorlarmış. "Aileden bir turizmci olan" Aras özetle "belediyeler bu işi, yani kıyıların ticarileştirilmesini diğer kamu kuruluşlarından çok daha iyi yaparlar. Merkezi yönetimin organlarının uzaktan hakim olamadıkları yerleri belediyeler kendi örgütleri, zabıtaları, plancıları ile daha iyi pazarlarlar" demeye getiriyor. Aras’ın söyledikleri sorunu bir yönüyle açık olarak ortaya koyan bir itiraf değil mi? Yerel yönetimlerin elbette ki kıyılar üzerinde söz sahibi olmaları her yönüyle tartışılması gereken önemli bir mesele. Bu açıklama gösteriyor ki kamu kurumları kıyıları korumakta değil ama pazarlamakta yarış halindeler. Başarı kıstasları ise kıyılardan kim daha iyi gelir elde edecek, her yerde görülen “beleşe kullanımları” kim, nasıl engelleyecek?  Ya da kıyıları kim daha çok ticarileştirecek? Görüldüğü gibi bildiğimiz kamu modeli bir taraftan kıyıları koruyormuş gibi yaparken aslında onları işgal edilecek boşluklar haline getiriyor. Bir taraftan kıyılar halka kapalıyken, ayrıcalıklılara, işgalcilere açık. Kıyılar aynı zamanda muazzam bir de eşitsizliğin de yaşandığı ve yeniden üretildiği yerler. Ne tuhaf bir çelişki değil mi? Anayasa “kıyılar halkındır” diyor, değil mi? Ama kıyıların durumuna baktığınızda ne görüyoruz? Neredeyse bütün kıyılar işgal altında! Yanı başımızdaki Adalar’dan birkaç örnek verelim: Büyükada’da özel işletmeler ve kulüpler tarafından kamuya kapatılmış bir dolu alan var. Denize erişmek istediğinizde, hiçbir hizmet almak istemeseniz de oldukça yüksek bir ücret ödemek zorundasınız. Heybeliada'nın “Çam Limanı” adı verilen eşsiz deniz kıyısı, bütün itirazlara rağmen Diyanet’e tahsis edildi.

KIYILAR İŞGAL EDİLECEK BOŞLUKLARA DÖNÜŞTÜ 

Kıyılar anayasal teminat altındalar. Tıpkı su, hava, deniz, gökyüzü gibi, kıyılar kimseye ait değiller. Anayasanın 43.Maddesine göre herkesin kıyılardan eşit ve serbestçe yararlanma hakkı bulunuyor. Bu maddede kıyılardan yararlanma ayrıca temel bir “insan hakkı” olarak tanımlanıyor. Kıyılar, tıpkı denizler, akarsular gibi hiçbir zaman özel mülkiyete konu olamayacak, herkesin kullanımına açık olması gereken müşterekler. Kıyılar yasalara göre ayrıca imara kapalı alanlar. Bu alanlarda dolgu ve setleme yapılarak ya da kıyı kenar çizgisinin deniz doldurularak genişletilmesi, üzerlerine inşaatlar yapılması yasalara aykırı. Kıyılara ulaşımı sağlayan yolların, patikaların, merdivenlerin kapatılması da aynı şekilde… Anayasa “kıyılar halkındır” diyor, değil mi? Ama kıyıların durumuna baktığınızda ne görüyoruz? Neredeyse bütün kıyılar işgal altında! Yanı başımızdaki Adalar’dan birkaç örnek verelim: Büyükada’da özel işletmeler ve kulüpler tarafından kamuya kapatılmış bir dolu alan var. Denize erişmek istediğinizde, hiçbir hizmet almak istemeseniz de oldukça yüksek bir ücret ödemek zorundasınız. Yolların uzantılarında bile. Heybeliada'nın “Çam Limanı” adı verilen eşsiz deniz kıyısı, bütün itirazlara rağmen Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından Diyanet’e tahsis edildi. Bu tahsislerde derin ilişkiler de gözlemleniyor. İlginç olan bu alanın hazırlanan planlarda statüsünün “park” olarak tanımlanması ve belediyeye ait olması. Gene Heybeliada’da yalnızca kıyı değil, iskeleye çok yakın bir plajın arkasındaki ormanlık alan da bir işletmeciye “mesire yeri” ilan edilerek, kiraya verildi. Adalar’ın birçok yerinde müşterek alanlara, kıyılara herkesin gözünün önünde inşaatlar, setlemeler, dolgular yapılıyor. Çevrelerine demir direkler dikiliyor, tel örgüler yerleştiriliyor.  Girişleri kontrol altına almak, daha fazla müşteri ağırlamak, daha çok gelir elde etmek için. Burgazada’daki halka açık olan “Martha koyu” adı verilen koy yıllardır süren itirazlara rağmen Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından kiralanmak üzere ihaleye çıkarıldı. Bunlar gibi daha bir dolu örnek var. Kıyılardaki planlama yetkisi belediyelerden alınmış ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Özel Çevre Koruma Alanı ilan edilmiş durumda. Kıyıları korumakla ilgili kamu kurumları, yönetimler sanki onları yok etmek, işgale açmak için çalışıyor. Avrupa ülkelerinde hizmet almadığınız takdirde bir kulübün, bir turizm tesisinin dahi kıyısını ücretsiz kullanabiliyorsunuz. Ayrıca belediyeler ücretsiz soyunma kabinleri, duşlarla donatıyorlar halka açık olan kıyıları. Onları bakımlı tutuyorlar.

PEKİ BELEDİYELER NE YAPIYOR?

Muğla Belediye Başkanı Aras “kıyılar belediyelere devredilsin” dedi, ya. Peki belediyelerin yönettiği alanlardaki kıyıların durumu nasıl? Büyükşehir Belediyesi Büyükada’da açtığı Beltur tesisleri ile övünüyor. İstanbullular tıpkı diğerleri gibi bu tesislerden yararlanmak için yüksek bir giriş ücreti ödemek zorundalar. Avrupa ülkelerinde hizmet almadığınız takdirde bir kulübün, bir turizm tesisinin dahi kıyısını ücretsiz kullanabiliyorsunuz. Ayrıca belediyeler ücretsiz soyunma kabinleri, duşlarla donatıyorlar halka açık olan kıyıları. Onları bakımlı tutuyorlar. Aslında “kıyı yönetimi” denen bir şey var, bütün Avrupa ülkelerinde. Yönetimler kıyılar için yönetim planı hazırlıyorlar. Ekolojik onarım programları, peyzajın korunması ve kullanım biçimlerine yönelik planlar hazırlıyorlar ve bunları “misyon odaklı” olarak adlandırılan yerel organlarla ve ortak bütçelerle yönetiyorlar. Örneğin Almanya’da merkezi yönetim, bölgesel yönetim, belediyeler bir bölgenin yönetilmesi için birlikte çalışıyorlar. Merkezi hükümetin ve bölgesel yönetimin ayırdıkları bütçeler yerel örgütlere aktarılıyor. Bu örgütler yerel halkın temsilcilerini içlerine alıyorlar. Mesire alanlarıyla ilgili ihaleyi düzenleyen yönetmeliği ve tebliği "yurdu güzelleştirmekten, ekolojiyi onarmaktan, halkın doğa bilgisini geliştirmek"ten falan söz ediyor. Ama bu amaçların gerçekleşmesi için ne yapıyor? Bir şirkete, çıkar amaçlı bir kuruluşa kiralıyor! Kamunun elindeki tek araç kiralama. Yani bakanlığın amacı önce gelir elde etmek.

BİR ÖRNEK: TARIM VE ORMAN BAKANLIĞI NASIL YÖNETİYOR?

Nasıl bu duruma geldiklerini anlamak için Tarım ve Orman Bakanlığı’nın 'mesire alanları’nı nasıl yönettiğine bir bakalım. Mesire alanlarıyla ilgili ihaleyi düzenleyen yönetmeliği ve tebliği "yurdu güzelleştirmekten, ekolojiyi onarmaktan, halkın doğa bilgisini geliştirmekten falan söz ediyor. Ama bu amaçların gerçekleşmesi için ne yapıyor? Bir şirkete, çıkar amaçlı bir kuruluşa kiralıyor! Kamunun elindeki tek araç kiralama. Yani bakanlığın amacı önce gelir elde etmek. Yönetmeliği okurken hayretler içinde kalıyorsunuz. Mesire yerleri "odun dışı üretim ve hizmetler" seksiyonuna bağlı. Demek ki bakanlığın birinci öncelikli işi ormanları pazarlamak. İkinci işi de doğal özellikleri nedeniyle koruma altındaki “mesire alanları’nı kiralamak.... Oysa bu alanların korunması için bırakın kiralanması, kıyılardan gelir elde etmesi değil, kamunun önceliğinin bu eşsiz özellikteki alanlar için bir politikasının olması ve bu işler için bir bütçe ayırması gerekmez mi? Kaldı ki Bakanlık birçok yerde de inanılmaz büyüklükte bütçeler harcıyor. Zannedersem kamuda müşterekleri ilgilendiren önemli bir yönetimsellik krizi var. Yönetmeliğin ve tebliğlerin bizzat kendileri hukuk ilkeleri ile çelişiyor. Bakanlığın kendi yönetmelik ve tebliğleri uluslararası sözleşmeler, AB müktesebatı hatta bizzat Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile tamamen ters yönde çalışıyor. Ülkenin bütün kıyıları, müşterekleri işgal tehdidi altında. Bu krizi yalnızca işgalcilerin niyetlerine bağlamak, yönetimlerin çıkar amaçlı uygulamalarının tezahürleri olarak düşünmek yanıltıcı ve eksik kalıyor. İşgal tehdidi altında olmasının nedeni yalnızca kötü niyetli işgalcilerin olması değil. Fiiliyatta ülkenin neredeyse bütün kıyılarında gözle görülen bir kriz var.

ÜLKENİN HALİNİ ANLAMAK İÇİN KIYILARA BAKMAK YETERLİ

Yönetim kararları da özelleştirilirse, politikaların da imhası anlamına gelmiyor mu? O zaman bağımsız kuruluşlar, girişimler sürece nasıl katılabilir, eğer tek katılma yöntemi kiralamak ise? Kamu kuruluşlarının imtiyazlı piyasa aktörleri gibi müşterek alanlarda tasarrufta bulundukları -veya ihalelerle işletmecilere verdiği- durumlarda düzenleyici ve kural koyucu olamadıkları görülüyor. Hukuki olarak kamu yönetimleri kıyılar ve müşterek alanlar için özel kuruluşlardan hizmet alabilir. Hizmet alabilmesi için de kendi işlevini yerine getirmesi gerekir. Nasıl kullanılacaklarına, nasıl yönetileceklerine, nelerin yapılacağına dair ilkelerin, koşulların, kararların belirlemesi koşulu ile. Kamu işlevleri ise özelleştirilemez. Dolayısıyla kamu yönetimleri ihaleler yapmadan önce kıyılarda nelerin yapılabileceklerini, bunların nasıl kullanılabileceklerini tanımlamak, ayrıca planlarını, projelerini hazırlamak ve bunları yönetmek, izlemek zorunda. Bu Anayasa'ya aykırı bir durum. Kıyıların sahibi yok. Daha doğrusu bildiğimiz kamu yönetimi modeliyle ne kadar kıyı varsa tehdit altında. Kıyılar doğal ve kültürel SİT alanı tabir edilen koruma bölgelerinde bile işgale, yağmaya açılan boşluklar gibi algılanıyor. İhale ile kiralanmayan kıyılarda neler oluyor? Özel işletmeciler işgal ediyor ve bu fiillerini meşrulaştırmak için ilgili kuruluşlara “işgaliye” ödüyor. Ya da kamunun elinde kaldığında da tahsislerle gene halka kapatılıyor. Bir de bakıyorsunuz geçmişte ulaşım, üretim, depolama, güvenlik... gibi kamu işlevlerini yerine getiren kıyı alanları “dinlenme tesisleri” oluvermiş. Ülkenin bütün kıyıları, müşterekleri işgal tehdidi altında. Bu krizi yalnızca işgalcilerin niyetlerine bağlamak, yönetimlerin çıkar amaçlı uygulamalarının tezahürleri olarak düşünmek yanıltıcı ve eksik kalıyor. İşgal tehdidi altında olmasının nedeni yalnızca kötü niyetli işgalcilerin olması değil. Fiiliyatta ülkenin neredeyse bütün kıyılarında gözle görülen bir kriz var. Asıl sorun fragmante olmuş, içi boş bürokratik bir mekanizma halini almış, sivil toplumu nasıl katılacağını öğrenememiş yönetimlerin kamusal nitelik üretememeleri ve kamusal alanları işgal edilecek boşluklara dönüştürmeleri. Ülkenin halini anlamak için kıyıların haline bakmak yeterli.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER