© Yeni Arayış

Kim Haklı: Batı mı? Batı’nın hasımları mı?

Geçmişten gelen ve bugün hala çeşitli şekillerde yaşanan sorunların çözümü için etkili adımlar atılmadıkça bu sorunların daha da katmerleştiğinin ve özellikle Batı’ya duyulan öfkeyi kalıcı hale getirdiğinin altını çiziyor.

Burada bir parantez açıp Maalouf’un kitapta verdiği bir örnekten bahsetmek istiyorum: ABD Afganistan’da bulunduğu süre içinde harcadığı devasa miktarda bütçenin yüzde 98’ini askeri harcamalar vs. için kullanmıştı. Halbuki bunun küçük bir bölümünü bile okul, üniversite, hastane, fabrika vd. için harcamış olsaydı böyle bir modernleşme hamlesi, Talibanlaşmanın ve geriye dönüşün önünde ciddi bir engel olabilirdi.

Bu soru da, tarihin her döneminde tartışılan, kadim sorularından birisi olmaya aday bir soruartık. Bugün dünyanın neresine bakarsak bakalım insanların günlük yaşamda konuştukları konuların çok büyük bir bölümünün bir şekilde bu konuyla ilintili olduğunu görebiliyoruz. Özellikle son dönemlerde sıklıkla gündemde olan İsrail-Filistin, Rusya-Ukrayna, ABD-Çin, Avrupa Birliği-Göçmenler gibi konuların hepsinde de bir biçimde bu soru etrafında tartışmalar yürütülüyor. Ben de bu yazıda konuyla ilgili genel görüşlerimi ifade etmek ve aynı zamanda Amin Maalouf’un bu konu üzerine kaleme aldığı “Labirent: Batı ve Hasımları”* adlı kitabından söz etmek istiyorum.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da kavramlaştırmak, bir kavramı kullanırken ondan ne anladığımızı net bir şekilde ortaya koymak büyük önem taşıyor. Bu çerçevede “Batı” derken çoğumuzun aklına gelişmiş Avrupa ülkeleri ve ABD (belki biraz Kanada ve Avustralya da) akla geliyor. Buna karşın “Batı’nın hasımları” dediğimizde ise genel olarak Batı referanslı bir dünyada yaşadığımız (bu argümanın kendisi de ve eğer doğruysa nedenleri de ayrı bir tartışma konusu tabii) için Batı dünyası ile çelişki yaşayan herhangi bir ülke bu kapsama girebiliyor. Bu anlamda tartışmanın çerçevesini belirleyebilmek için güncel olan ve belirli bir büyüklüğe/etkiye sahip ülkeleri bu tanıma dahil etmek istedim. Dolayısıyla yazı genelinde “Batı” deyince Avrupa ülkeleri ve ABD’yi, “Batı’nın hasımları” ifadesi geçince de Batı ile rekabet halinde olan Çin, Rusya, Japonya gibi ülkeleri anlayabiliriz.

Dünyada genel olarak Batı’nın egemen olduğu; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, teknolojik olarak Batı’nın daha baskın olduğu uzun yıllar, on yıllar, yüzyıllar yaşandı ve hala yaşanıyor. Özellikle rönesans ve sanayi devrimi sonrasında Batı, artık silahların gücüyle olduğu kadar bilgi ve düşünce gücüyle de dünyada hüküm sürmeye başladı. Buna karşın diğer ülkeler çeşitli nedenlerle bu hıza ayak uyduramadılar ve geride kaldılar. Bu da onlarda Batı’ya düşmanlık ve aynı zamanda bir hayranlık, örselenmişlik, şaşkınlık, hayal kırıklığı, acizlik gibi birçok karmaşık ve çelişik duygunun iç içe geçmesine neden oldu.

Ancak özellikle yaşadığımız şu dönemde Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin ekonomik, sosyal, siyasal olarak birçok sorun yaşadığını, çeşitli alanlarda güç kaybettiğini ve bu anlamda bir tür gerilemenin içinde görüyoruz. Buna karşın zaten her zaman büyük bir güç olan Rusya’nın yanında son dönemde ekonomide ve özellikle teknolojide yaptıkları atılımlarla Çin, Japonya hatta Hindistan, Hong Kong gibi ülkelerin Batı ile yarışan -en azından onları belli alanlarda zorlayan- bir pozisyon kazanmaya başladıklarını biliyoruz. Bu anlamda “Batı artık ömrünü tamamladı mı?”, “Birincilik kürsüsü el değiştirip Çin, Japonya gibi ülkelere mi geçecek?”, “Dünya’yı artık eskinin örselenmişleri mi yönetecek?” gibi sorular daha çok sorulmaya başlandı.

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf, yukarıda adı geçen kitabında temel olarak Batı ülkeleri ile diğer ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerden söz ediyor ve bu sorulara yanıt bulmaya çalışıyor. Bunu yaparken ABD ile birlikte söz konusu ilişkiler kapsamında en önemli hasımlar olarak gördüğü Japonya, Rusya ve Çin’i mercek altına alıyor ve her bir ülkenin tarihsel gelişimini özetleyerek günümüz dünyasında bulunduğu yeri anlamlandırmaya çalışıyor. Ayrıca bunlar üzerinden geleceğe yönelik düşüncelerini belirtiyor ve insanlığı özellikle bazı konularda uyarıyor.

Maalouf, kitapta Japonya ile ilgili olarak verdiği kısa tarihçede 1867-1912 arasında Japon imparatoru olan Meiji döneminde Japonya’nın modernleşmeye başladığını ancak bu sürecin çok sürmediğini, daha sonra ise özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılmış ülkenin bilinçli bir modernleşme çabasına girdiğini belirtiyor. Özellikle savaş sonrası militarist eğilimlere son vererek askeri harcamaları en aza indirmesinin ülkeyi birkaç yıl içinde başka uluslara örnek olacak hale getirdiğini belirtiyor.

Aynı şekilde Soğuk Savaş döneminin diğer süper gücü Rusya’nın sadece bir ulusu veya ırkı değil, bütün dünyanın emekçilerini ve tüm ezilen halklarına karşı dev bir haksızlığa karşı mücadele etmeyi amaç edindiğini ve bir dönem de bunu başardığını hatırlatıyor. Buna karşın bu cennetin birkaç yıl içinde öğretinin katılığı, sistemin donmuşluğu, bürokrasi ve ölçüsüz yönetimler yüzünden cehenneme dönüştüğünü iddia ediyor.

Öte yandan Çin ile ilgili yaptığı kısa özette uzun süre kendisini dünyanın ortası olarak gören Çin’in tarihte çeşitli aşağılamalara maruz kaldığını ancak nihayet yoksulluk ve geri kalmışlıktan kurtulduğunu ve bugün için önemli bir güç merkezi haline geldiğini belirtiyor. Buna karşın Çin’in özellikle halkının yaşadığı haklar ve özgürlükler sorunu gibi bazı konularda sıkıntılar yaşadığını da biliyoruz.

Maalouf, kitapta ABD’ye daha geniş bir yer ayırıyor. Tüm eksikliklerine rağmen ABD’nin insanlık tarihinin en başarılı ülke deneyimlerinden birisi olduğunu düşünüyor ve özellikle de bu ülkenin çağdaş uygarlığa hem maddi hem entelektüel anlamda önemli katkılar yaptığını belirtiyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen ve yaşadığı yerlerdeki baskıdan, zulümden, sefaletten kaçmak isteyen ve beraberlerinde bilgilerini, yaratıcılıklarını, atılganlıklarını getiren milyonlarca insanın burada kendine yer bulduğunun altını çiziyor. Ayrıca ülkenin temel unsurlarından birisi olan ustaca kurulmuş, dengeli politik sistemine de büyük saygı duyduğunu belirtiyor.

Buna karşın ABD’nin ve onun temsil ettiği Batı dünyasının birçok konuda yanlış yaklaşımları nedeniyle dünyayı çeşitli sorunlara sürüklediğinin de altını çiziyor.

Örnek olarak ABD’nin çeşitli ülkelerde zaman zaman aydın ve ilerici güçleri değil tam tersine gerici güçleri desteklediğini belirtiyor. Yerel halklara, onları gerçekten modernleştirmeye çalışacak, gerçek demokrasi özlemlerini ciddiye alacak kadar saygı duymadıklarını ifade ediyor. Bu yaklaşımın sonunda Mısır, Afganistan, Latin Amerika ülkeleri gibi birçok örnekte daha modern ve ilerici olan kesimler başarısız olurken yerlerini radikal, mezhepçi, hoşgörüsüz, kimi zaman Batı’ya düşman, kimi zaman da onun iradesine boyun eğmiş ama hemen hepsi otoriter olan akımlara bıraktıklarını iddia ediyor.

Geçmişten gelen ve bugün hala çeşitli şekillerde yaşanan sorunların çözümü için etkili adımlar atılmadıkça bu sorunların daha da katmerleştiğinin ve özellikle Batı’ya duyulan öfkeyi kalıcı hale getirdiğinin altını çiziyor.

Bunun sonucu olarak ilerleme, kalkınma, demokrasi ve haysiyet özleminin sürekli ertelendiği talihsiz ülkelerde -kendi ülkesini de böyle tanımlıyor- büyüyenler arasında sayısız insanın umutsuzluğa, hınca, başkalarına ve kendine karşı kin duygusuna gömüldüğünü hatırlatıyor.

Orta Avrupa’dan Doğu Asya’ya kadar dünyanın pek çok bölgesinde-özellikle de Orta Doğu’da-Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan antlaşmaların ciddi ve kalıcı zararlara neden olduğunun altını çiziyor. Geçmişten gelen ve bugün hala çeşitli şekillerde yaşanan sorunların çözümü için etkili adımlar atılmadıkça bu sorunların daha da katmerleştiğinin ve özellikle Batı’ya duyulan öfkeyi kalıcı hale getirdiğinin altını çiziyor. 

Bunların yanında dünyanın geleceğe yönelik olarak da çok ciddi ve karmaşık sorunlarla(Nükleer tehlike, iklim değişikliği, genlerle oynama, yapay zekanın geleceği vb. gibi.) yüz yüze olduğunu hatırlatıyor. Bu ve benzeri sorunların çözümü için de dünyadaki güç sahibi toplumların bir araya gelerek sağlıklı bir şekilde tartışma yürütmeleri gerekiyor. Ancak günümüzde hüküm süren karşılıklı nefret ve genel güvensizlik atmosferinde bu konuların sorumluluk duygusuyla tartışılıp çözülmesinin de ne kadar güç olduğunu söylüyor. Bu anlamda biraz daha şeffaflığa, ihtiyata, dayanışmaya ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor.

Sonuç

Maalouf’un belirttiği gibi tarihin cilveleri, dünyanın bütün bölgelerinde kötü sonuçlanmış çatışmalar, kötü çizilmiş sınırlar, tam kapanmamış yaralar bıraktı. Ayrıca yaşadığımız savaşlar, yoksulluk, eşitsizlik gibi birçok sorun dünya için huzursuzluk kaynağı olmaya devam ediyor.

Bu açıdan Batı dünyasının şu anda zaten bir biçimde farkında olduğu ve sonuçlarından etkilendiği bu sorunları çözmek için diğer ülkelere gerçek anlamda yardımcı olması gerekiyor. Dünyanın geri kalanı sağlıklı, mutlu, adaletli, huzurlu bir ortamda yaşamadığı sürece Avrupa ve ABD’nin de rahat ve huzurlu olamayacağı çok açık. Batı dünyasının özellikle ABD’nin zaman zaman ülkelere “özgürlüğü ve demokrasiyi getirmek” için müdahalelerde bulunduğunu biliyoruz. Ancak bunların sadece kendi çıkarları doğrultusunda müdahaleler olmayıp gerçek anlamda o toplumların sağlık, mutluluk, huzur, adalet, özgürlük, hukuk arayışlarına yardımcı olacak şekilde katkı sağlamaları gerekir. Bu nedenle dünyanın her bölgesindeki çatışmaları önlemeyi ve refahı, temel özgürlükleri, hukukun üstünlüğünü bütün kıtalara yaymayı sağlayacak, samimi bir çaba içerisinde olmalılar. Aksi halde yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda yaptıkları her türlü müdahale, oralardaki sorunları daha da derinleştirmekte ve dönüp tekrar dünyanın ve kendilerinin başına bela olmaktadır.

Burada bir parantez açıp Maalouf’un kitapta verdiği bir örnekten bahsetmek istiyorum: ABD Afganistan’da bulunduğu süre içinde harcadığı devasa miktarda bütçenin yüzde 98’ini askeri harcamalar vs. için kullanmıştı. Halbuki bunun küçük bir bölümünü bile okul, üniversite, hastane, fabrika vd. için harcamış olsaydı böyle bir modernleşme hamlesi, Talibanlaşmanınve geriye dönüşün önünde ciddi bir engel olabilirdi. Bugün Afganistan, insanlık açısından en utanç verici bir süreci yaşıyor ve belki de dünyanın en gerici yönetiminin postallarının altında bulunuyor.

Buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz. ABD ve Avrupa Birliği, herhangi bir ülkeye yardım edeceklerse gerçekten oradaki toplumların kendi ülkelerinde refah içinde, mutlu, özgür bir şekilde yaşamalarına katkı sağlamaları gerekir. Aksi halde örneğin sınır ülkelerine verdikleri rüşvet vd. yöntemlerle bugün bir şekilde önleyebildikleri göç dalgasının zaman geçtikçe daha da büyümesi ve önlenemeyecek boyutlara gelmesi kaçınılmazdır.

Parantezi kapatıp tekrar konuya dönüyorum.

Batı dünyası bunları yaparken diğer ülkelerin (Asya, Afrika, Orta Doğu, vd.) artık içi boş bir “Batı” düşmanlığından vazgeçmeleri ve içinde bulundukları zor koşulların (yoksulluk, anti-demokratik uygulamalar, baskı, eşitsizlik, adaletsizlik vd.) Batı’dan çok kendi ülkelerindeki devlet yapılanmalarından ve iktidar sahiplerinden kaynaklandıklarını görmeleri gerekir. Örnek olarak bugün İran halkı ekonomik, sosyal, siyasal herhangi bir sorun yaşıyorsa, bu sorunların kaynağı emperyalist denilen ABD olduğu kadar -belki çok daha fazla- kendi ülkelerindeki insan onuruna yakışmayan, baskıcı, otoriter, gerici yönetimlerdir. Bu yönetimler, genellikle kendi iktidarlarını sürdürebilmek için “dış güçler” ve “büyük şeytan ABD” argümanını kullanıyorlar. Ancak -başka birçok göstergenin yanında- örneğin her gün onlarca vatandaşını bir nedenle idam eden bir ülkenin temel sorununun “dış güçler” değil, “iç güçler” ve “iktidardakiler” olduğu açıktır.

Bu tarz örnekleri çoğaltabiliriz. Bugün dünya üzerinde yoksulluk çeken, baskı gören, özgür olmayan, mutsuzluk yaşayan herhangi bir halk varsa oradaki temel sorunun kendi ülke yönetimleri olduğundan ancak bunu gizlemek için bir “dış güçler” masalı uydurulduğundan emin olabiliriz. Afganistan, Pakistan, Hindistan, Çin, Mısır, Rusya, Irak, İran, Suriye, Fas, Tunus, Cezayir, Özbekistan, vd. ülkeler (ve tabii Türkiye) halkları eğer yaşadıkları hayattan memnun değillerse, kendilerini mutlu, özgür hissetmiyorlarsa ve insan onuruna yakışır bir yaşam sürdüklerinden emin değillerse bunun temel nedeni Avrupa ya da Amerika değildir. Onların da belki etkisi olmakla birlikte asıl sorumluluğun kendi ülkelerindeki devlet sistemleri, yönetimler, iktidarlar, krallar, sultanlar, başbakanlar, meclisler vd. olduğundan emin olabilirler.

Konuyla ilgili Maalouf’un şu saptamasını özellikle buraya almak istedim:

“Tarih hakkındaki gözlemim bana, tavırlarını Batı’ya yönelik sistematik bir düşmanlığa dayandıranların genellikle barbarlığa, gericiliğe savrulduklarını ve sonunda acziyete düşüp kendi kendilerini cezalandırdıklarını öğretti.”

Diğer yandan Amin Maalouf, dünyada Batı dışındaki ülkelerinin yaşadığı sorunların en temel nedenlerinden birisi olarak da din ile ilişki konusu olduğunu belirtiyor ve şunları söylüyor:

"İster Hristiyan ister Müslüman ister Yahudi olsun, tek tanrılı geleneğe sahip ülkelerde, ayrıca Hinducu dünyada da bu ilişkinin giderek zararlı hale geldiği görülmektedir. Bunun en önemli nedeni din ile kimlik arasında kurulmuş olan sağlıksız bağdır."

Doğduğum ülke olan Lübnan’ın trajedisinin beni bu konuda daha duyarlı kıldığını inkâredecek değilim. Ama Nijerya, İrlanda, Hindistan, Afganistan, Bosna hatta ikinci vatanım olan Fransa’da da doğmuş olsaydım aynı sonuca varırdım. Kimlik taşkınlıkları, özellikle de ilahi bir referansa dayananlar, insan toplumunun çoğunu zehirlemekte ve durmadan da kötüye gitmektedir.

Din ile kimlik arasındaki ilişki konusunda da Arap-Müslüman dünyası başta olmak üzere insanlığın geri kalanının Doğu Asya’dan ve oralardaki seküler yaşamdan öğrenecekleri şeyler var.”

Bu anlamda Maalouf’un da belirttiği gibi kurumlaşmış ve özellikle devletlerin/iktidarların elinde birer aygıta dönmüş din kavramının o ülkelerdeki insanlar için herhangi bir huzur, mutluluk, barış ve özgürlük getirmediğinin de çok sayıda örneğini görüyoruz. Özellikle geri kalmış ülkelerde din olgusu da “dış güçler” ifadesi gibi var olan sorunların üzerini örtmek için kolaylıkla kullanılabilmektedir. Bu anlamda gerçekten dindar olan insanların bu durumun farkına varmaları ve bu oyunu bozma yönünde tavır almaları, hem kendilerine hem topluma hem ülkelerine hem de dünyaya karşı bir görev ve sorumluluk olarak önlerinde durmaktadır.

Yine Maalouf’un sözleri ve dilekleriyle bitireyim:

“Uzlaşmış bir dünyanın, kimsenin dışlanmadığı, paylaşılan bir evrenselliğin hayalini kuruyorum. Artık yetişkinliğe geçmiş, farklı bileşenleri hiç kimseyi aşağılamadan ve kimse tarafından aşağılanmadan verme ve alma, başkalarını etkileme ve onlardan etkilenme arzusu duyan bir insanlık düşü kuruyorum.”

*Labirent: Batı ve Hasımları, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları, Çev: Ali Berktay, 2024

Kapak görseli:

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER