Kılıçdaroğlu mu, CHP mi?
SİYASET
Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman Kılıçdaroğlu’nun çıkışını, bu çıkışın kişisel olarak ima ettiklerinden çok asıl tartışılması gerekenin CHP ve onun geleceği olduğunu ifade ediyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun oyuncağı elinden alınmış veya kendisine verilen söz tutulmayarak aldatılmış çocuk edasıyla kızgın, kırgın, küskün, ağlamaklı tavırlarıyla bir televizyon kanalında yaptığı açıklamalar şaşırtıcı mıydı bilmem. Siyasete girdiği günden beri konuşmasında dikkatle koruyup sürdürdüğü ve kişiliği hakkında epey bilgi veren o garip vurgulamalara, tonlamalara bakılırsa, hayır. Ama, Türk siyasetinde o konuşmanın, daha doğrusu yakınmanın ve ilenmenin bir ilk olduğu muhakkak. Daha önce de siyasetçiler yenildi, makamlarından hatta partilerinden edildi ama vakurdular. Bu tutumla ilk kez karşılaştık. Çünkü inanmadığı şeyler söyleyen bir kişinin karşısındakini zorlama bir şekilde dile getirdiklerine inanmaya davet eden bir vurgudur.
İkincisi galiba Kılıçdaroğlu’nun eski tabirle ‘mümeyyiz vasfı’ anlattıklarının gerçeklerle olan ilişkisidir ki, son konuşmasında dile getirdiği hususlar gerçeği açıklıkla gösteriyor. Hayır, söylediği gibi olmadı, Kılıçdaroğlu, bu defa Cumhurbaşkanlığını delice bir tutkuyla istedi. Dahası, sabık CHP Genel Başkanı siyaset hayatında geldiği her yere sırtını dönmeyi bilen Ecevit olamadı, koltuğunu hırsla ve inatla sahiplenen Baykal oldu. Siyasal zekâsı yoktu. Oyun kurmayı bilmiyordu. Sadece karşı tarafın geliştirdiği kombinezonları tartışıyordu.
Kurultay değişimi de son seçim başarısı da ‘değişim’ kavramının vurgulanmasıyla gerçekleşti. Bahsettiğim şekilde olaylara geniş bir açıdan bakan herhangi bir siyasetçinin, doğru veya yanlış, hem değişim kavramını telaffuz edenlere hem de onu kullanarak başarı kazananlara şu sözleri söylemek gibi bir düşüncesi olabilir mi?
Birkaç kere de 1970’lerin siyasal jest ve tepkilerini içeren eylemlerde bulundu, örneğin Ankara’dan İstanbul’a yürüdü ama o siyasal oyun kurma yeteneğindeki kısıtlama nedeniyle arkasını getiremedi. Parti içi düzeni kendi lehine olacak şekilde berkitmeği başardı. Dar bir etnik-mezhepçi hizbe dayandı ve koltuğunu korudu, İmamoğlu-Özel koalisyonu kurulana değin. Son seçim yenilgisinden sonra bile ayrılmayı bilmedi. Yetmezmiş gibi şimdi kendisini görevden ayıranlara öfke dolu.
Daha ileri gitmeden önce bir tek noktaya değineyim. Kurultay değişimi de son seçim başarısı da ‘değişim’ kavramının vurgulanmasıyla gerçekleşti. Bahsettiğim şekilde olaylara geniş bir açıdan bakan herhangi bir siyasetçinin, doğru veya yanlış, hem değişim kavramını telaffuz edenlere hem de onu kullanarak başarı kazananlara şu sözleri söylemek gibi bir düşüncesi olabilir mi? Düz mantıkla bakılırsa Kılıçdaroğlu mevcut koşullarda ‘değişime’ karşı, başarıya tepkili demektir. Aklın almayacağı bir tutumdan söz ediyoruz. Ortada aynı düşünce doğrultusunda taktik nedenlerle sağlanmış bir başarı bulunmuyor, radikal strateji değişikliğine bağlı bir sonuçtan söz ediyoruz. İlerletilir ve geliştirilir veya kendi içine kapanıp boğulur, o ayrı bir konu ama de facto gerçek buyken eski genel başkanının’ hançerlendim’ demesi ancak Shakesperean bir pozisyondur. O zaman siyasetin en sabit kuralı anımsatılır kendisine: vae victis/veyl mağluplara.
Kılıçdaroğlu’nun bizzat kendisi 13 yıl yöneticilik yaptığı partiyi tanımıyor. Gerçekten de CHP-Kılıçdaroğlu ilişkisi o partinin hem düne ait hem geleceğe dönük bazı yapı özelliklerini anlamak bakımından çok önemli.
Kılıçdaroğlu, şimdi bu gerçeklerin hiçbirini görmeden, konuyu tamamen kişiselleştirerek, basit bir siyasal hırs derekesine taşıyarak yeni bir hata yapıyor. Bu hatanın onu daha fazla götüreceği bir yer yok. Kamuoyu da açıklamalarının ertesinde gösterdiği tepkiyle Kılıçdaoğlu’nu bundan sonra bir daha kımıldayamayacağı konumuna taşıdı ve çiviledi. Beni ilgilendiren onlar değil. Ben, Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarının ardında yukarıda yaptığım kısa analizin uzantısı olan siyaset sosyolojisine ait diğer faktörleri buluyorum. Kısacası, Kılıçdaroğlu’nun bizzat kendisi 13 yıl yöneticilik yaptığı partiyi tanımıyor. Gerçekten de CHP-Kılıçdaroğlu ilişkisi o partinin hem düne ait hem geleceğe dönük bazı yapı özelliklerini anlamak bakımından çok önemli.
Kılıçdaroğlu için bu sitelerde başka yazılar da yazdım ve CHP’yle ilgili çok önemli başarılarından da söz ettim. O başarıların başında ‘sembollerin suskunluğu’ ya da ‘susturulmuş semboller’ geliyor. CHP’nin kendi tarihselliğine sıkışmış, 1994 ama özellikle de 2002 sonrasında yaşanan muhafazakârlık gelişmeleri karşısında 1930’ları (hatta 1940’ları da) bir ‘asr-ı saadet olarak görüp, ona geri dönmek ‘tutkusuna’ (‘saplantısına’ da diyebiliriz) mukabil, Kılıçdaroğlu, büyük ölçüde kökenlerinden getirdiği bir bilinçle CHP’deki o kapanmayı kırmasını bilmiştir.
Kılıçdaroğlu’nun hangi koşullarda CHP’nin başına getirildiğini bilmiyoruz. Bu konuda tek açıklama Baykal dönemi Genel Sekreteri Önder Sav’dan geliyor. Sav, Çerkez kökenlidir ve CHP ile bu etnik grup arasındaki (aynı zamanda MİT ve Genelkurmay Başkanlığı arasındaki) ilişkiler malumdur. Baykal, bilinen şahsiyeti ve manevralarıyla daima bu kulvarda bulunmuş esasen su götürmez şekilde sağcı bir politikacı olduğundan Sav’ı dikkatle yanında, yakınında tutmayı başarmıştır. O ‘formasyonda’ bir politikacının Kılıçdaroğlu’nu ‘ben getirdim’ şeklindeki açıklaması pek inandırıcı değildir ama (şimdilik) veridir. Daha çok siyasal pratik düzeyinde anlam taşır.
Ortada başarısını bile kullanamayan bir Kılıçdaroğlu var. O yetersizliğin başlıca nedenini ise Murat Aksoy ‘anti-entellektüelizm’ olarak nitelendiriyor ki, doğrudur ama ‘ideolojik formasyon eksikliği’ demek de kabildir.
O kuşkumun kaynağında Kılıçdaroğlu ve eşlerinin göreve gelir gelmez yaptıkları açıklamalar, Dersim olayları hakkında söyledikleri, ailelerine dönük değerlendirmeler var. Tümü de Perşembeyi haber veren Çarşamba mahiyetindeydi. Her ikisi de Dersim olaylarından ve onu gerçekleştiren devletten yakınıyordu. (Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin Seyit Rıza hakkında söyledikleri ayrıca ele alınması gereken bir konudur ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Dersim Özrü’ de bir o kadar önemlidir ve hatırlanmalıdır.) Kılıçdaroğlu ailesi gelen tepkiler üstüne kısa sürede o çizgiyi bıraktı fakat Genel Başkan olarak konuyla ilgisini korudu. Sonunda olanlar oldu ve Kılıçdaroğlu başarılı ve çok takdir edilmesi gereken şekilde parti içindeki ‘ulusalcıları/devletçileri’ mahirane tasfiye etti.
Ardından, belirttiğim şekilde, CHP’nin donuk tarihselliğini Kürtlere (özellikle Tuncelilere) ve çok geniş ölçüde Alevilere açtı. Ne var ki, bahsettiğim o siyasal manevra kabiliyeti kısıtlaması, fiili olarak bu adımları atsa bile hamleleri geliştirip toplumsallaştırmadı. CHP’nin tarihsel yapı özelliği olan içe dönüklük bu defa Tunceli-Alevi hizipleri ekseninde cereyan etti ve yarattığı tepkiyle Karadeniz- Ege çizgisinde gelişen İmamoğlu-Özel açılımına zemin hazırladı. Kısacası, ortada başarısını bile kullanamayan bir Kılıçdaroğlu var. O yetersizliğin başlıca nedenini ise Murat Aksoy ‘anti-entellektüelizm’ olarak nitelendiriyor ki, doğrudur ama ‘ideolojik formasyon eksikliği’ demek de kabildir. Ayrıca bu işlerin karda yürüyüp iz belli etmemek mantığıyla yapılması da yanlıştır. Ama öyle oldu.
Aynı çizgide devam edersek Kılıçdaroğlu’nun kariyerinde iki hamlesi daha var. İlki, helalleşme yaklaşımı diğeri Altılı Masa.
Kılıçdaroğlu açık açık CB olmak istiyordu, o garabeti de özlemini gerçekleştirecek bir imkân olarak gördü ve kullandı. Altılı Masa bahsettiğim ‘eklektizmin’ uzantısıydı. Kendi kimliğini netleştirmeden CHP’yi neredeyse doğal bir koalisyonun büyük partisi konumuna oturtma kurgusuydu. İdeolojik bir zemini yoktu, olmadığı için bugün geriye o hareketten hiçbir şey kalmadı.
Helalleşme gibi İslami bir kavramla başlayan serüven esasında Gürsel Tekin-Deniz Baykal ikilisinin birkaç çarşaflı kadına rozet takmasıyla başlamıştır. Kılıçdaroğlu o izi sürdü, biraz daha genişletti ve İslami bir terimle (‘helalleşme’) bütünleştirdi. Hamlenin kendisi elbette doğrudur. O çıkışı Kılıçdaroğlu’nun yakın dönem CHP’sinin kötü mirasını silmek amacını taşıyordu. 28 Şubat öncesi ve sonrası, Baykal’ın adeta Genelkurmay’ın partisi haline getirdiği CHP’yi sivilleştirme girişimiydi. Ne var ki, Alevi-Dersim (maalesef ‘Kürt’ değil) ilişkisinde olduğu gibi bu da fazla renk vermeden ve köklü bir taban politikasına dönüştürülmeden başlatılan bir yaklaşım oldu ve ‘nedir bu CHP’ sorusunun kökleşmesine yol açtı. Kılıçdaroğlu’nun girdiği 14 seçimi yitirmesinin başlıca nedeni de budur: parti kimliğinin her doğru hamleyle biraz daha bulanıklaşması. Böyle bir yapı içinde daha fazla bir gelişme beklenemezdi.
O anlayışın yani eklektik bir CHP yaratma düşüncesinin son adımını Altılı Masa oluşturdu. Belirttiğim gibi kimse şimdi aykırı bir pozisyon oluşturma gayretine düşmesin, Kılıçdaroğlu açık açık CB olmak istiyordu, o garabeti de özlemini gerçekleştirecek bir imkân olarak gördü ve kullandı. Altılı Masa bahsettiğim ‘eklektizmin’ uzantısıydı. Kendi kimliğini netleştirmeden CHP’yi neredeyse doğal bir koalisyonun büyük partisi konumuna oturtma kurgusuydu. İdeolojik bir zemini yoktu, olmadığı için bugün geriye o hareketten hiçbir şey kalmadı. Tek bir amaç vardı, Erdoğan’ı alt etmek. Türkiye gibi yönetim geleneğini bilen bir toplumda CB’nin devleti altı imzayla yönetemeyeceğinin herkes ayırtındadır. O nedenle belirlenen amaç her şeye rağmen ciddi bir kitle topladı ama ötesine geçemedi. Tek kişilik bir partinin sadece masada oyu olsun diye içeride tutulmasından, Akşener’in çıkışını Kılıçdaroğlu’nun (kendi ifadesiyle) elan ‘anlayamamasına’ kadar uzanan çeşitli faktörler başarısızlık getirecekti, getirdi. Hepsinin üstüne de Kılıçdaroğlu’nun bizzat yarattığı güven sorunu geldi. Olmadık partilerle görüşmeler, taviz vermeler sonuca katkıda bulundu. O sonuç Kılıçdaroğlu ve Akşener’in, Karamollaoğlu’nun hatta şimdi ayakta duruyormuş gibi görünen diğer liderlerin ve partilerin de tasfiyesidir.
Türk siyasetinde ciddi bir telos çelişkisi var. Kitleler için telos iktidardır. GB’lar içinse önce parti içi iktidar sonra genel iktidar. Ve o meyanda da her GB bir tür yabancı dil veya okuma-yazma öğrenme mitolojisi içinde yaşıyor: önce grameri öğrenmek oradan dile geçmek veya önce harfleri öğrenmek oradan okuma yazmaya geçmek.
Verdiğim bu tablo birbirini besleyen ikili bir süreç açıyor. Birincisi Kılıçdaroğlu’nun yaptıkları ve yapamadıkları. Onlara değindim. Ama Kılıçdaroğlu’nun kişisel girişimleri, maharetleri veya başarısızlıkları olarak görülen olgular ve şimdi gelişen yeni açılım dahil olmak üzere partinin, CHP’nin konumu. Tersinden söyleyeyim, mesele Kılıçdaroğlu değil CHP’dir. Baykal gibi bir siyasetçiyi bile 18 yıl başında tutan CHP’de 13 yıl genel başkanlık yapan Kılıçdaroğlu’nun konumunu hep onun kimliği ve kişiliği, onun pratiği üstünden tartışıyoruz. Hiç CHP üstünden tartışmıyoruz ki, o da hayli dramatik bir pozisyon oluşturmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun yaptıkları doğru idiyse neden GB’dan uzaklaştırıldı yok eğer yanlış idiyse neden 13 yıl o görevde kaldı?
Birincisi, CHP’nin pozisyonuna bakınca Etienne de la Boetie’nin insan ister istemez Gönüllü Kulluk üstüne Söylev’indeki tekrarlamaktan bile çekindiği görüşünü hatırlıyor. İnsanlar kulluğu ister. Her şeyin bu ölçüde karanlık olması gerekmiyor. Fakat bu saptamadan yola çıkarak ciddi bir çelişkiden söz edebiliriz, CHP bağlamında. Galiba Türk siyasetinde ciddi bir telos çelişkisi var. Kitleler için telos iktidardır. GB’lar içinse önce parti içi iktidar sonra genel iktidar. Ve o meyanda da her GB bir tür yabancı dil veya okuma-yazma öğrenme mitolojisi içinde yaşıyor: önce grameri öğrenmek oradan dile geçmek veya önce harfleri öğrenmek oradan okuma yazmaya geçmek. Gestalt sonrasında her iki yöntem de yanlışlandı. Bütünün parçaları sakladığını biliyoruz.
CHP, ideolojisini ya belli mistifikasyonlarda ve anakronizmalarda arayan ya da tümden yitirmiş bir parti. Böyle olduğu içindir ki, ideolojik bariyerler eritilmiş, parti siyasal amaçlar uğruna eklektizm dediğim Makyevelizmi benimseyebilmiştir.
GB’lar da bu anlayışla önce parti içi iktidarı sağlamlaştırmak, kendileri için gerekli kadroları kurmak sonra genel ideolojik sorunla yönelmek istiyor. Buna ters Gestalt demek gerekir veya sürekli olarak bir başka nedenle eldeki olanağı ertelemek. Baykal da Kılıçdaroğlu da belirttiğim doğrultuda ilerledi. Kişisel hedeflerini ve iktidarlarını büyük iktidarın önünde tuttular. Galiba ideolojik bir çizginin yarattığı kadro hareketiyle iş başına gelen tek lider CHP’de Bülent Ecevit oldu. Onun tarihini 1957-1972 arasındaki ideolojik dönüşümler hazırladı. Ecevit bir entelektüel siyasetçi olarak o dönüşümü hazırlayan kişiydi, kitle gerekli özdeşleşmeyi kurdu ve onu partinin başına taşıdı. Söz konusu ideoloji şu veya bu şekilde aşınınca Ecevit’in iç iktidarı sarsıldı geriye sadece kişisel ve politikacı karizması kaldı.
Bu teleolojik problemin ayrıntısına girmeye gerek yok. Hele gönüllü kulluk ve parti içi eleştirel söylemin kanallarını tıkayan uygulamaları düşününce irdelemeler büsbütün anlamsız kalıyor. Yine de vurgulanması gereken bir gerçek var: CHP, ideolojisini ya belli mistifikasyonlarda ve anakronizmalarda arayan ya da tümden yitirmiş bir parti. Böyle olduğu içindir ki, ideolojik bariyerler eritilmiş, parti siyasal amaçlar uğruna eklektizm dediğim Makyevelizmi benimseyebilmiştir. MHP kökenli ve CHP’ye ne ilişkisinin olduğunu her an sormak gereken kişilerin partide CB adayı olarak anımsanması ve zorlanması insana düşünecek başka bir olasılık bırakmıyor. Kılıçdaroğlu o anlayışın mücessem ve müşahhas kişisiydi. Şimdi ‘hançerlendim’ diyerek anlamadığını belirttiği gerçeği kendi oportüniteleriyle yani telosuyla partinin, parti tabanının opsiyonları ve teleolojik yaklaşımı arasındaki farkta ararsa problemi bir nebze olsun kavrayabilir. O noktada da CHP’nin tabanla değil karmaşık devlet ve sınıf ilişkilerini düşünmesi gerekir.
Kılıçdaroğlu’nun eski de olsa, mağlup da olsa bir GB için çok hazin olan açıklamalarını onun perspektifinden dinlemek ve değerlendirmek ancak sınırlı anlamlar taşıyabilir. Konuyu CHP açısından ele almak gerekir. Aktörler siyaseti literatürde bir olanaktır ama çok sınırlıdır.
Tüm bunlardan sonra bir hakkı teslim edelim. Tam da belirttiğim nedenlerden ötürü Kılıçdaroğlu’nun başlattığı hareket CB seçiminde sonuç veremezdi. Çünkü insanlar o seçimi bir yönetişim seçimi olarak gördü. Bir tür yerel seçim olarak değerlendirdi CB seçimini. Nasıl yerel yönetim tercihlerinde şahıslar daha öne çıkarsa o seçimde de aynı refleksle hareket etti. Kim ne derse desin Türkiye mevcut yönetim tarzının bütün sorunlarını bilmesine rağmen lider seçerken onu yönetimle özdeşleştiren doğal bir muhafazakârlığa sahip. Erdoğan’a teveccühü o nedenledir. (Diğer nedenleri başka bir yazıda ele alacağım.) Yerel seçimleri ise ertelediği bir genel seçim olarak yaşadı ve CHP’ye oy verdiği kadar (şimdi kamuoyu araştırmaları daha açık gösteriyor) Ak Parti’ye vermedi. O noktada İmamoğlu-Özel ikilisinin ‘Türkiye ittifakı’ veya ‘kent bileşenleri’ gibi kavramları işlev yüklendi. Kısacası Ak Parti karşıtı kitle büyük ölçüde Altılı Masa idi. Seçimi onun bu şekilde sonuçlandırdığını söylemek yanlış olmaz. Altılı Masa, Kılıçdaroğlu’nun maharetiydi. O doğru ama kurgunun ve konumlandırmanın ne kadar yanlış olduğu da bir o kadar doğru ki, onun nedenini de başta ele aldığım siyasal zekâ, kombinezon kuramama gibi faktörlerde aramak gerekir.
Sonuç yerine şunu söyleyeyim: Kılıçdaroğlu’nun eski de olsa, mağlup da olsa bir GB için çok hazin olan açıklamalarını onun perspektifinden dinlemek ve değerlendirmek ancak sınırlı anlamlar taşıyabilir. Konuyu CHP açısından ele almak gerekir. Aktörler siyaseti literatürde bir olanaktır ama çok sınırlıdır. Temel olan sınıfsal ve tarihsel plandaki diyalektik ilişkilerdir. Bir GB kendisi öyle istediği için bir koltukta o kadar uzun süre kalamaz. Koşullar siyasi kimlikleri belirler. Demek ki, sorun CHP’dir. Onu da bir sonraki yazıda ele alacağım.