Kent konseylerini yeniden tartışmanın zamanı gelmedi mi?
GENELYasalarla tanımlanmış yegane yerel katılım aracı olan kent konseyleri bugün ne durumda? Kuruluşlarındaki amaçları, imzalanan sözleşmelerdeki ve ulusal eylem planlarındaki öngörülen işlevleri yerine getiriyorlar mı? Kent konseyleri kuruluşlarındaki amaçlara ulaştılar mı? Dünyadaki örneklerle benzerlik taşıyorlar mi? Eğer taşımıyorlarsa bunun nedenleri neler? Nelerin yapılması gerekiyor?
Yerel seçimlerden üç ay sonra kent konseyleri seçimlerinin yapılması öngörülüyor, mevzuata göre.Kent konseyleri seçimlerinin yapılma tarihi geldi. Bu seçimlerden ilgili bir küçük çevre dışında belki çok kişinin haberi olmayacak. Haberleri olsa da nasıl bir işlevlerinin olduğunu büyük ihtimalle bilemeyecekler. Oysa kent konseyleri yasalarla tanımlanmış en önemli katılım araçları. Sivil alanın kamu ile ilişkilerini düzenleyen yapılar BM toplantılarında geliştirildi. 1992 yılında Rio’da düzenlenen BM Sürdürülebilir Gelişme ve 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen İnsan Yerleşimleri Konferansı küresel ve ulusal eylem planlarında yer alan kararlara ve Gündem 21 adı verilen ortak programa göre şekillendi. Türkiye’de de 90’lı yılların ortalarından itibaren platformlar şeklinde yerel yapılar, mahalle meclisleri kuruldu. 2005 yılında Yerel Yönetimler Yasası ile kent konseylerinin kurulması zorunlu hale getirildi. Türkiye’de bu yasayı hazırlayanlar yerel katılımın önemini vurgulayan siyasetçiler ve onların çevresindeki sivil toplumdan kişilerdi. Sivil toplumun güçlendirilmesinden söz ediyorlardı ve kent konseylerini bir yerel katılım aracı olarak tanımlıyorlardı.
Kent konseylerinin kurulma fikri nasıl oluştu?
Kent konseyleri oluşturma fikrinin 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Zirvesi’nde tartışılan ve alınan kararlardan kaynaklandığı söylenebilir. Sivil toplumun temsilcilerini belirleyerek siyasal süreçlere katılması küresel ve ulusal eylem planlarındaki kararlarda yer aldı. Ancak bu konu zaten çoktan Birleşmiş Milletler prosedürleri içinde yer alıyordu. Bir kere daha yeniden ve geniş bir çerçevede tanımlanmış oldu.
Birleşmiş Milletler’in New York’taki binasında sivil toplumun temsilcileri için özel toplantı salonları bulunuyor. İlginç olan şey ise sivil toplumun ülkelerin resmi heyetlerine temsilciler verebilmesi. Bazı ülkelerin resmi heyet üyelerinin çoğunluğunun sivil toplum temsilcilerinden oluştuğu görülüyor.
SİVİL TOPLUM, RESMİ HEYETLERE TEMSİLCİLER VEREBİLİYOR
Sivil toplum kuruluşları B.M. Genel Kurulu’nda oy hakkında sahip değiller. Ancak gözlemci bulundurabiliyor ve kararlarla ilgili hazırlık komitelerin toplantılarına temsilcileri aracılığıyla görüşlerini iletebiliyorlar. Birleşmiş Milletler’in New York’taki binasında sivil toplumun temsilcileri için özel toplantı salonları bulunuyor.
İlginç olan şey ise sivil toplumun ülkelerin resmi heyetlerine temsilciler verebilmesi. Bazı ülkelerin resmi heyet üyelerinin çoğunluğunun sivil toplum temsilcilerinden oluştuğu görülüyor. Türkiye’de de sivil toplum konferansı iki sene öncesinde (1994) örgütlendi. Uluslararası sivil toplumla ilişkiler geliştirdi ve İstanbul’da düzenlenecek olan Birleşmiş Milletler Zirvesi için “Evsahibi Komite” oluşturdu. Başlangıçta devlet bu girişimi engellemeye çalıştıysa da zirvenin boykot edilmesi tehlikesi karşısında uluslararası sivil toplumun da desteğini arkasına alan bu komitenin varlığını tanımak zorunda kaldı. Hatta tanımakla kalmadı, resmi heyete sivil toplumdan iki temsilcinin alınmasını kabul etti. New York’taki Türk Evi’nde toplanmaları için mekan tahsis etti.
Bu gelişmeden önce hükümetler ve belediyeler kendilerine yakın sivil toplum kuruluşlarını, kişileri toplayarak Birleşmiş Milletler toplantılarına ve zirvelerine götürüyorlardı. İnsan yerleşimleri konusunun o tarihlerde taşıdığı kritik koşullar ve konferansın İstanbul’da düzenlenecek olması bu ilişki biçimini değiştirdi.
İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti adaylığı. Girişimi sivil taraf başlattı ve adaylık başvuru dosyasını hazırladı. İstanbul’un seçilmesinde de inisiyatif başlangıçta sivillerin elindeydi.
İSTANBUL’UN AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ ADAYLIĞI VE SİVİL TOPLUM
İstanbul’da düzenlenen BM İnsan Yerleşimleri Zirvesi öncesinde sivil alanda yaşanan gelişmeler bir milattı
Böylece Birleşmiş Milletler zirvelerinde sivil tarafın, yani hükümet-dışı (gayrı-resmi) kuruluşların uluslararası normlara göre varlığının ve katılım haklarının tanınması Türkiye Devleti tarafından da kabul edilmiş oldu. Bu bir milat olarak görülebilir. Bunda 96 Zirvesi’nden iki yıl önce önce sivil tarafın bir araya gelerek Ev sahibi Komite’yi oluşturması, kadın, insan hakları, çevre kuruluşlarının bir araya gelerek kendi aralarındaki ilişkileri kendilerinin düzenlemesi ve uluslararası bağlar kurması etkili oldu. Bu bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir. Bu tarihten sonra örneğin yerel yönetimlerle yapılan hemşehri hukuku sözleşmeleri ile mahalle meclisleri oluşturdular, 99 felaketi sonrası örneğin sivil kuruluşlar devletin patronajında olmayan ağlar geliştirdiler ve oldukça da başarılı oldular. Başka örnekler de verilebilir. Örneğin İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti adaylığı. Girişimi sivil taraf başlattı ve adaylık başvuru dosyasını hazırladı. İstanbul’un seçilmesinde de inisiyatif başlangıçta sivillerin elindeydi. Merkezi yönetim bunu fark etti ve süreç içinde sivil tarafı dikey ilişkilere zorlayan bir strateji uygulayarak bu deneyimi denetimi altına almaya çalıştı. Sivil tarafın bir araya geldiği bir çok örnek var. Gezi de bir bakıma bu deneyimlerin bir sonucu olarak görülebilir. Siviller şehrin kamusal alanını korumak için harekete geçtiler. Çoğulcu, kucaklayıcı bir ortam oluşturdular. Ancak bu deneyim de çatışmayla sonlandırıldı.
Sivil alanın özerkliği demokratik gelişmeler açısından hayati önemde
Yerel alanda yaşanan bütün krizler de gösteriyor ki burada bir sorun var. Bu sorunu siyasetçilerin, iktidarların kendi başlarına çözmeleri mümkün değil. Bağımsız yapıların, sivil kuruluşların, kişilerin, mutlaka işin içinde olmaları gerekli. Öyleyse neden yönetimler sivil toplumu muhatap olarak almıyorlar? Bunun yönetimler açısından nedenleri belli. Sivil alanı kendilerinin temsil ettiğini düşünüyorlar. Bu nedenle tek tek, ya da gruplar halinde kimi zaman kendilerine yakın olanları muhatap alıyorlar. Ama bu sivil alanın kalıcı bir şekilde karar süreçlerinin içinde olması anlamına gelmiyor. Yönetimler kimleri muhatap alacaklarını, kimleri almayacaklarını belirleyerek sivil alanı patronajları altına almış oluyorlar.
Kent konseyleri gibi yasalarla tanımlanmış sivil alandaki işbirliği ve ağ oluşturma girişimleri bu nedenle önemli. Katılım ilkelerinin, yöntemlerinin normlara göre belirlenmesi gerekiyor. Bu normlar sözleşmelerle tanımlanmış durumda. Sivil tarafın temsilcileriyle karar süreçlerine katılımı Türkiye’nin imzalamış olduğu küresel ve ulusal eylem planlarında açık olarak yer alıyor. Demokratik ülkelerde sivil alan yeniliklerin, yaratıcılığın alanı olarak görülüyor. Sivil alanı geliştirmek için kamu fonları ayrılıyor, imkanları yaratılıyor. Devlet-sivil alan ilişkilerini, katılım biçimlerini düzenleyen mevzuat düzenlemeleri, ilkeler sekülerleşme açısından çok önemli. Kültür, sanat, çevre, insan hakları… her alandaki kamu projelerinde yerel yönetimler sivil alanla ilişkiler, ortaklıklar kuruyorlar. Dünyadaki başarılı örneklerde böyle bir karmaşa yaşanmıyor. Bağımsız uzmanlık yapıları ile kendi çıkarını temsil eden topluluklar birbirine karıştırılmıyorlar. Yerel halkın temsilcileri dikey ilişkilere zorlanmıyorlar.
Sivil alan siyasal alanın bir arka bahçesi olabilir mi?
Birleşmiş Milletler Zirvesi ve 99 felaketi sonrasındaki sivil alanın başarısını gören kimi yöneticiler bu meseleye bir çözüm getirmeye çabaladılar. Özellikle Beyoğlu gibi yerlerde oluşan platformları ve yaygınlaşan mahalle meclislerini dikkate alarak kent konseylerinin kurulmasını ulusal eylem planlarını ve imzalanan uluslararası sözleşmeleri dikkate alarak yasaları yerel yönetimler için zorunlu hale getirdiler. Amaç yerelde sivillerin yönetime katılımını sağlamaktı. Merkezi yönetimlerin konuları gibi siyasallaşmış gözükmediği için kent konseyleriyle ilgili mevzuatın düzenlenmesi bir itiraz görmedi.
Ancak öyle bir şekilde yapılandırıldı ki, yerel yönetimler etkili olmaya başladı. Konsey yapıları ya belediyelerin bir uzantısı gibi oluyor, ya da muhalif oldukları için sesleri kesiliyor, imkanları ellerinden alınıyordu. Böylece konseylerin belediyelerin denetiminde olmaları kanıksandı. Öyle ki belediyeler konsey başkanlarını kendileri atar oldular. Bunu da sivil alanda birbirleriyle dikey ilişkilerde yarışan topluluklar, kişiler kabul etmiş oldular. Böylece konseyler siyasal alanın bir uzantısı haline geldi. Bugün kent konseyleri yerel iktidarlarda hangi partiler varsa, biraz onların arka bahçeleri gibi.
Kullanılan kamusal imkanlar, muhataplık koşulları üzerindeki yetkileri, hatta kimlerin yönetici olacaklarına karar vermeleri siviller için bir varlık-yokluk meselesi halini alabiliyor. Neo-liberal öznelerin inşası yönetimlerin kimin sesinin çıkacağına, kimin çıkamayacağına karar verir hale gelmeleri, kimin hayatta kalacağına, kimin kalmayacağına karar vermek gibi bir güce sahip olmaları anlamına geliyor. Kent konseylerinin işlevi sivil alanın tanımlanması ile ilişkili. Kent konseyleri, kamu-özel ilişkilerinde sıklıkla rastlandığı gibi ikircikli bir işleve sahip: Yönetimlere yakın olmak, ahbap-çavuş ilişkileri geliştirmek, imtiyaz elde etmek için kullanılabiliyor.
Kent konseylerinin başkanlarının kimi zaman bir tür “atama” yöntemiyle yönetime geldikleri görülüyor, her ne kadar şekilde seçimler yapılsa da. Bu seçim yönteminin kendisi de tartışmaya muhtaç. Eğer başkanları yönetimle çok uyumlu değillerse, o zaman da pek dikkate alınmıyorlar, etkisizleştiriliyorlar. Kimi zaman da kent konseyleri sivil toplumun enerjisini harekete geçirmek yerine kendilerini temsil ettiklerinin yerine koyuyorlar. Kendileri görüşlerini sergileyerek, etkinlikler düzenleyerek, kamu imkanlarını kullanarak imtiyazlı bir konuma geliyorlar. Bu durumda kamusal niteliklerini kaybederek tıpkı bir STK gibi davranmaya başlıyorlar, hatta içlerine kapanıyorlar. Oysa dünyadaki örneklerde kent konseyleri kamu yönetimleri ile “arayüz” oluşturuyorlar, yaratıcı enerjiyi harekete geçirmek için katılım ilke ve esaslarını belirliyorlar. Yani kısaca kent konseyleri kendilerini temsil etmekle yükümlü değiller. Kent konseyleri gibi yapıların asıl amaçları katılım araçlarını, yöntemlerini geliştirmek.
Türkiye’de kent konseyleri günümüzün “neo-libero” koşullarına uygun araçlar halini aldılar. 1996 BM Zirvesi’nde ya da 99 felaketinde olduğu gibi ilkesel bir duruş, direnç sergileyemiyorlar. Kimi zaman belediyelere yakınlaşmak, imtiyazlar elde etmek, kendilerine kariyer yapmak isteyen insanların ve yöneticilerin kontrolüne girdikleri görülüyor. Türkiye’de kent konseylerinin amaçlarını, işlevlerini yerine getiremiyorlar.
TÜRKİYE’DE KENT KONSEYLERİ İŞLEVLERİNİ YERİNE GETİRİYOR MU?
Kent konseyleri günümüzün “neo-libero” koşullarına nasıl uyarlandılar?
Türkiye’de kent konseyleri günümüzün “neo-libero” koşullarına uygun araçlar halini aldılar. 1996 BM Zirvesi’nde ya da 99 felaketinde olduğu gibi ilkesel bir duruş, direnç sergileyemiyorlar. Kimi zaman belediyelere yakınlaşmak, imtiyazlar elde etmek, kendilerine kariyer yapmak isteyen insanların ve yöneticilerin kontrolüne girdikleri görülüyor. Türkiye’de kent konseylerinin amaçlarını, işlevlerini yerine getiremiyorlar. Bunun nedeninin sivil toplumla resmi toplumun iç içe geçmiş olmasında aranmasının gerektiğini düşünüyorum.
Kent konseyleri kimleri temsil ediyorlar? Halkı mı? Sivil toplum kuruluşlarını mı? Siyasetçiler kendilerini halkın temsilcileri olarak gördükleri için mi, kent konseyleri işlevsiz kalıyor? Sivil alan dendiğinde ne anlaşılıyor? Halkın temsilcileri mi? Yoksa bağımsız olarak fikir üreten, sivil toplumun bilgi ve fikir sahibi olmasını sağlayan kuruluşlar mı? Yoksa kamunun kendi kurduğu, ya da desteklediği kuruluşlar mı?Sivil alanın temsili meselesi de ayrıca öyle kolayca geçiştirilebilecek bir konu değil. Katılım meselesi çok yönlü çok boyutlu bir konu. Konseylerin katılım organı olarak çalışabilmeleri için yalnızca siyasal kuruluşların değil, meslek kuruluşlarının, üniversitelerin de kendi kamu yararlarını, çıkarlarını temsil etmek yerine kamusal nitelikli işlevlerini yerine getirmeleri gerekli.
Yasalarla tanımlanmış yegane yerel katılım aracı olan kent konseyleri bugün ne durumda? Kuruluşlarındaki amaçları, imzalanan sözleşmelerdeki ve ulusal eylem planlarındaki öngörülen işlevleri yerine getiriyorlar mı? Kent konseyleri kuruluşlarındaki amaçlara ulaştılar mı? Dünyadaki örneklerle benzerlik taşıyorlar mi? Eğer taşımıyorlarsa bunun nedenleri neler? Nelerin yapılması gerekiyor? Onlarca yıllık küresel ve yerel mücadeleler ile elde edilen bir hakkın, sivil toplumun elde ettiği önemli bir kazanımın günümüzde Türkiye’de nasıl kullanıldığını, ne durumda olduğunu, nasıl bir işlev gördüğünü tartışmanın zamanı gelmedi mi?
İlginizi Çekebilir