© Yeni Arayış

Karşılaştırmalı çalışmaların tuzakları

Hepimiz – hepimiz derken eksiksiz her birimiz demek istiyorum – olaylara ve geçmişe belli bir kimlik sahibi özneler olarak bakıyoruz. Bu öznel durumunun farkında olmayanlar trajik/komik durumlar yaratırlar. Farkında olmadan ve en iyi niyetle kimliklerinin yönlendirilmesini izlerler.

İslam Hristiyanlık’la hangi döneme ve aşamaya göre kıyaslanacak? Bu alanda farklı yaklaşımlar görülür. Birincisi, dinlerin (yazılı) metinlerine göre kıyaslanmasıdır. Başka bir yaklaşım “pratiğin” kıyaslanmasıdır, yani Hristiyanlık ve İslam adına yapılanlardır. Başka bir yöntem bu dinlerin en “ileri” veya en “geri” aşamalarıyla kıyaslanmalarıdır.

Karşılaştırmalı yaklaşım toplumsal olaylara anlam kazandırmanın en güvenli yoludur. Zaten başka türlü bir yaklaşım özcü (essentialist) anlayışın tuzağına düşmek olur. Olumlu, ileri, çağdaş, başarılı (ve bunların tersi) gibi sıfatlar ancak karşılaştırma ile anlam kazanırlar.  Tabii karşılaştırmanın da tuzakları var: Benzersiz durumlar veya ilgisiz zaman süreçlerini karşılaştırmak da anlamsızdır. Daha doğrusu böyle bir girişim keyfi ve çelişkili sonuçlara varabilir. Türkiye’nin şu anki durumunu ele alan her çalışma ise bu karşılaştırma, kıyas veya göreceli yaklaşımın değerlendirmesiyle karşı karşıya kalır. Ancak sorun olarak da şunlar geliyor ilk elde akla: 

Zaman ve aşama:Türkiye’nin (veya Türklerin) yaşadığı bir dönemi, diyelim “millileşme” aşamasını hangi toplum ve hele hangi dönemle karşılaştırmak gerekiyor? Bu alanda epey sıkıntılı sorunlar var. Batı dünyasında yaşanan bir toplumsal olay ile benzer sayılan bir olay Osmanlı/Türkiye ortamında bir veya iki yüzyıl sonra görüldüğünde bu iki olay karşılaştırılabilir mi? Yani bu zaman ve aşama farkı, olayı benzersiz ve dolayısıyla kıyaslanamaz kılmaz mı? Örneğin, 18’inci yüzyılda Batı’da yaşanan bir gelişme “ileri” ve “ufuk açıcı” sayılırken, benzer bir gelişme iki yüzyıl sonra “tutucu” ve “geç kalmış” bir gelişme sayılamaz mı? Bir önceki yazımda Magna Carta (1215) ile Sened-i İttifak’ı (1808) bir arada ele aldım. Ama bunlar benzer olaylar mıdır, karşılaştırılabilir mi? Çünkü 1215’deki “ileri” bir hareket, yüzyıllar sonrasında tekrarladığında artık “tutucu” bir olay sayılabilir. 1800 yıllar milliyetçiliğin kök salmaya başladığı, Fransız Devriminin yaşandığı yıllardır; Magna Carta gibi gelişmeler ise başka bir çağın olayı sayılmalıdır. 

Özellikle dinlerin ve etkilerinin kıyaslamasında bu yanlışlık çok sık yapılmaktadır. İslam Hristiyanlık’la hangi döneme ve aşamaya göre kıyaslanacak? Bu alanda farklı yaklaşımlar görülür. Birincisi, dinlerin (yazılı) metinlerine göre kıyaslanmasıdır. Başka bir yaklaşım “pratiğin” kıyaslanmasıdır, yani Hristiyanlık ve İslam adına yapılanlardır. Başka bir yöntem bu dinlerin en “ileri” veya en “geri” aşamalarıyla kıyaslanmalarıdır.  Daha önemlisi bu dinlerin ortaya çıkışlarının ve gelişmelerinin çok farklı zaman ve mekânlarda olduğudur. Ayrıca her iki din de pratik alanda önemli aşamalardan geçmişlerdir. Geçtikleri aşamalar göz önüne alındığında benzerlikler çok iken, vardıkları son durumların bakıldıklarında farklar büyük görülebilir. Tabii, bu alanda kalem oynatanlar istedikleri sonuca varmak için uygun gördükleri karşılaştırmaları yaptıklarını da görüyoruz! 

İkinci bir sorun benzerliklerin değil, farkların karşılaştırılması gereğidir. Çünkü insan toplulukları doğal olarak benzer. Aslında benzerlikler sonsuzdur. Aynı tarihî dönemde yaşayan insanlar çok benzer. Yakın coğrafî bölgelerde yaşayan insanlar da tabii ki birbirine daha da çok benzer. Bu benzerliklerin sıralanması aslında gereksizdir çünkü bize bir bilgi sağlamıyorlar, doğal olanı tekrarlıyorlar. Farklardır farklı grupları oluşturan. Farklı dinî, etnik, milli, ideolojik farklar (gruplaşmalar) varsa bunlar pek az fark yüzünden vardır. Bazen binlerce benzerliklere karşın tek bir farklılık farklı bir grubun – farklı bir kimliğin - oluşması için yeterli olabilir. Örneğin, aynı dili, dini, coğrafyayı, tarihi ve etnisiteyi paylaşan iki topluluk farklı mezhep yüzünden “ayrı” grup sayılabilir. 

Kıyaslanan durumların tarifinin ötesine gidip nedenlere varmak için ise – bu üçüncü sorundur – farkların ortaya çıkışının öncesine uzanmak gerekir. Örneğin, Rönesans’ın neden Batı Avrupa’da olduğunun araştırılması Rönesans’la değil öncesinden başlatılmalı. İki benzer durum neden farklılaştı sorunu araştırmayı nedenlere yöneltir, iki farklı durumun karşılaştırılması ise bir tarif olarak kalır.

Türkçenin bir özelliğidir, başka dillerde yoktur sanıyorum: “Fark” kelimesinden türetilen “fark etmek” şaşırtıcıdır! Fark etme (yani görmek, başka şeyler arasında seçebilmek) farka dayandırılmış oluyor. Gerçekten de öyle, fark olmasa başka bir isimle, başka özelliklere sahip başka bir şey fark edilemeyecek, hatta var olmayacak. Fark, ötekinin gözünde var olmanın biçimidir.*     

Kıyaslanan durumların tarifinin ötesine gidip nedenlere varmak için ise – bu üçüncü sorundur – farkların ortaya çıkışının öncesine uzanmak gerekir. Örneğin, Rönesans’ın neden Batı Avrupa’da olduğunun araştırılması Rönesans’la değil öncesinden başlatılmalı. İki benzer durum neden farklılaştı sorunu araştırmayı nedenlere yöneltir, iki farklı durumun karşılaştırılması ise bir tarif olarak kalır. Çağdaşlaşma ile ilgili gelişmeleri “çok öncelerde” aramanın nedeni budur. Millilik veya çağdaşlaşma gibi olayları 19’uncu yüzyıl gibi yakın tarihle açıkladığımızda dünya tarihçiliğinde egemen olan dinamikleri görmememize neden olur. “Neden?” sorusu da yanıtsız kalır. 

Ama bu tür sorunların ve tuzakların en önemlisi farkında olmadığımız kimlik sorunudur. Hepimiz – hepimiz derken eksiksiz her birimiz demek istiyorum – olaylara ve geçmişe belli bir kimlik sahibi özneler olarak bakıyoruz. Bu öznel durumunun farkında olmayanlar trajik/komik durumlar yaratırlar. Farkında olmadan ve en iyi niyetle kimliklerinin yönlendirilmesini izlerler. “Geçmişimiz”, “tarihimiz” veya “biz” kavramlarının berisinde bu kimlik her zaman vardır. Bu önlenemez; ama böyle bir etkinin var olabileceğinin bilincinde olmak ve ona göre sonuçlara eleştirel yaklaşmak olanaklıdır. Bu yolu izleyenler “dünya tarihçiliğine” daha yatkın olurlar; kimliklerine daha yatkın olanlar ise etnik yanlarına, dini inançlarına, ideolojilerine yakın kalarak daha “yerel” sonuçlara varırlar. 

Bu kimlik konusu bir paragrafla özetlenebilir ama örnekleri sonsuzdur. Bu yazıyı milli kimlikle ilgili Şerif Mardin’in birkaç cümlesiyle bitiriyorum.** Konu Niyazi Berkes’in Türk Düşününde Batı Sorunu kitabı. Ş. Mardin, Berkes’in metninde “genel izlenim olarak bir boşluk” gördüğünü yazar. Bu, metnin “her satırında görülen serzeniş havasıdır” (hunhar Batı), oysa diyor, “Tarihsel gelişmelerin serzenişle sentezleştirilebileceğine inanmıyorum”. Bu serzenişin iki yönü var: Biri “emperyalist baskılar” ötekisi ise “Osmanlının beceriksizliği”. Ve Ş. Mardin’in yargısı şöyle: “Türkiye’yi idare edenler ve aydınlar Batı karşısında devamlı olarak yanlış karar vermiş ve tedbir almış kimseler”. Batı olarak görülen, üst yapısı ve frenkçe yaşamdır. “Böylece sebep yerine netice üzerinde durulmuş oluyor”. Ş. Mardin’e göre sorun Osmanlı toplumunun “sivil toplum” denen yapıdan yoksun olması, temel sorun buydu. Sonunda Berkes “sorumlu avına” çıkar: Sorumlu kimi zaman “hunhar Batı”dır, kimi zaman “beceriksiz yöneticidir”. Oysa “Batı, sosyolojisinin toplum yapılarına baktığı zaman toplum mekanizmasını özerk bir mekanizma olarak ele alır. Dıştan etki yapan bir sorumlu yoktur”. 

Ve Ş. Mardin’in son yargısı şöyle: “Niyazi Berkes’e gelince serzenişi ve suçlu araması aslında Osmanlılarda bulunduğundan şikayet ettiği bir özelliğin kendi eserine yansıması galiba. Tarihe, otonomi bağışlamayan, tabii olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun iç yapısal zaaflarını aramaya yönelmeyen kişi, bir suçlu arayacaktır. Böylece en çok cumhuriyet aydını olmaya çalıştığımız zamanlar halen ne kadar Osmanlı olduğumuz ortaya çıkıyor”. Buna bir tek şey eklemek istiyorum: N. Berkes’in eksikliklerinin etnik kimliğinin dışa vuruşuyla açıklanabileceğine inanıyorum.
----------
* Farkları görmezsek “kar” deriz, ayrıntıları fark etmeye başlayınca yeni “şeyler” görmeye başlarız ve bunlara uygun kelimeler de üretiriz. Örneğin İngilizcede kar için şunları “fark etmişler”: 
- Kar tanelerine göre: Columns, dendrites, graupel, ground blizzard, lake-effect snow, needles, rimed snow, sleet.
- Yerde olan kar için: blowing snow, champagne powder, corn, cornice, crud, crust, depth hoar, finger drift, firm, heavy crud, ice, packed powder, packing snow, penitentes, pillow drift, powder, slush, snirt, snowdrift, surface hoar, spring snow, watermelon snow, wind snow, yukimarimo, zastrugi.

** Şerif Mardin. Türk Modernleşmesi, Makaleler 4, İstanbul, İletişim, 1991, s. 238-247.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER