Karaköy Camii neden yıkıldı, neden yeniden yapılıyor?
KENT“Sen Menderes’in cami yıktığını söyleyemezsin. Ona hakaret edemezsin. Camiyi İnönü yıktı” dedi. Ben de ona, elleri boğazıma sarılı bir şekilde “tarihi bir gerçeği değiştiremezsiniz, Menderes’in anısına saygısızlık yapmak gibi bir niyetim yok” diye bir cevap verdiğimi hatırlıyorum.
Mesele Karaköy Meydanı’nın simgesi haline gelmiş bir yapının, üstelik de mimari açıdan önemli bir caminin nedensiz yere yıkılması. Bu operasyonda bugün de olduğu gibi Karaköy meydanı için ne bir proje, ne de bir envanter çalışması bulunuyordu. İstanbul’un belki de en önemli cami örneklerinden biri olan bu yapı yıkıldığında tarihi eser olarak tescilli bile değildi.
Ünlü İtalyan mimar Raimondo d’Aronco’nun 1903 yılında tasarladığı ve 1958'de yok edilen Karaköy camii (Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi) “aslına uygun olarak” yeniden inşa ediliyormuş. Karaköy Meydanı’ndaki İstanbul’un modernleşme tarihi açısından eşsiz bir örnek olan bu caminin dönemin Başbakan'ı Menderes’in “Yıldırım Harekatı” olarak adlandırılan yıkımlarında yok olduğu biliniyor.
Aynı hizada bulunan komşu yapılar ayakta durduğuna göre yolun genişletilmesi için caminin ortadan kaldırılması gerekmiyor. Yapının yeri günümüze kadar bir boşluk olarak kalıyor.
Ayrıca bu yapının başına gelenler bununla bitmiyor. Cami yıkılmakla da kalmıyor, parçaları Kınalıada’ya götürülürken yolda kaybediliyor. Oysa sökülürken numaralanan parçaların Kınalıada’ya monte edileceği söyleniyor.
Caminin parçalarını bir daha kimse bulamıyor. Bu nedenle Karaköy Camisi bundan sonra "Kayıp Cami" olarak da adlandırılıyor. Ayrıca içindeki paha biçilmez eşyalar, avizesi de sırra kadem basıyor.
Bu önemli caminin yok oluşunun bugün hala gizemini koruduğu söylenebilir.
Soru şu: Bu mimarlık tarihi açısından önemli olan cami, bu anıtyapı neden yıkıldı?
Şimdi neden inşa ediliyor?
Karaköy camii neden yıktırıldı?
Mesele Karaköy Meydanı’nın simgesi haline gelmiş bir yapının, üstelik de mimari açıdan önemli bir caminin nedensiz yere yıkılması.
Ama gene de neden yıktırıldığı hakkında bir varsayım geliştirmek zor değil.
Bu operasyonda bugün de olduğu gibi Karaköy meydanı için ne bir proje, ne de bir envanter çalışması bulunuyordu. İstanbul’un belki de en önemli cami örneklerinden biri olan bu yapı yıkıldığında tarihi eser olarak tescilli bile değildi.
Hatta bu tür modern yapılar dönemin tarihselci inşa sorunsalı içinde kültür varlığı olarak kabul görmüyordu, dışlanıyordu. Karaköy Cami büyük ihtimalle hakim Yeni Osmanlıcı beğeniyi rahatsız ettiği -camiye benzemediği için- yok edildi. 2000’li yılların ortasında hazırlanan koruma planlarında -ideolojik olarak- bolca "ihya" yer aldığı için ve elbette ki kayıtlarda cami olarak geçtiği için inşa ediliyor!
Peki şimdi gene araçsal bir yaklaşımla caminin bir replikası inşa edilirse mesele açıklığa kavuşacak mı?
Böylesine önemli bir mimari değeri yok edenler bir hesap verdiler mi?
1958 yılındaki şehirde yaşanan bu yıkım felaketi sorgulandı mı?
Hayır. Hatta tam tersine. O sırada köşe başlarını tutmuş seçkinler, uzmanlar, aydınlar tarafından ayakta alkışlandı. Çünkü bu yıkımların arkasında şehri bir eşya gibi tasarlayabileceğini zanneden, iktidar imtiyazlarını kullanan bir zümre bulunuyordu.
Onlar bu yıkımları desteklediler. Tıpkı Dalan yıkımlarında olduğu gibi.
Peki şimdi bu önyargılar sona erdi, mesele enine boyuna tartışıldı ve mesele açıklığa kavuştu mu?
Şehri tasarlanacak bir eşya gibi gören bu karşı hafıza girişiminin yarattığı felaketler anlaşıldı ve Karaköy Camii bu yüzden mi inşa ediliyor?
Hayır, Karaköy Camii yalnızca "cami" olduğu için inşa ediliyor!
İdeoloji işte böyle bir şey.
Travmatik yıkım zihinsel tembellik ürettiği için neden yok ettiğini, yıktığını unuttu.
Şimdi gene aynı zihinsel tembellikle, bir cami olduğu için onu yeniden inşa etmek istiyor.
Tıpkı Tophane’de yola giden Harbiye Mektebi, Gezi'deki Taksim Kışlası gibi. Yüzleşme yaşandığı, yıkım sorgulandığı için, bir düşünsel zeminde paylaşıldığı sorgulandığı için değil yalnızca ideolojik nedenlerle, yalnızca cami olduğu için, araçsal bir bakışla “ihya” edilmeye çalışılıyor.
Caminin 1958 Menderes yıkımlarında kaybolduğunu söyledim. Gerçeği söyledim diye koruma planlarına ihya projeleri yerleştiren, caminin de yeniden inşa çalışmalarını başlatan belediye başkanından az kalsın dayak yiyordum.
Karaköy Camii’ni Menderes yıktırdı diyemezsin. İnönü yıktırdı!
Önemli bir çelişki de elbette ki bu caminin iktidara yakın birtakım çevrelerin iddia ettiği gibi İnönü döneminde değil -söylediğim gibi bugün nedeni anlaşılmayan bir şekilde- Menderes döneminde kaybedilmiş olması.
Karaköy Camii’nin yok edilişi “Tek Parti döneminde camileri yıktılar” tezi için uygun bir örnek değil.
Ama siyasal açıdan oldukça hassas bir konu olduğu muhakkak.
Caminin 1958 Menderes yıkımlarında kaybolduğunu söyledim. Gerçeği söyledim diye koruma planlarına ihya projeleri yerleştiren, caminin de yeniden inşa çalışmalarını başlatan belediye başkanından az kalsın dayak yiyordum. Bunu dediğim için onu aşağıladığımı zannederek bana çok kızdı. Yerinden fırladı, sanki beni dövecek gibi üzerime geldi. Boğazıma sarıldı. “Sen Menderes’in cami yıktığını söyleyemezsin. Ona hakaret edemezsin. Camiyi İnönü yıktı” dedi. Ben de ona, elleri boğazıma sarılı bir şekilde “tarihi bir gerçeği değiştiremezsiniz, Menderes’in anısına saygısızlık yapmak gibi bir niyetim yok” diye bir cevap verdiğimi hatırlıyorum.
Karaköy Camii’nin yıkımı mimarlık tarihi açısından modernleşmenin iki ayrı safhası, imparatorluktan ulus devlete geçişteki kırılmaya işaret ediyor.
Camiyi dönemin tanınmış İtalyan mimarı Raimondo D'Aronco tasarladığı biliniyor. Görüldüğü gibi “muhafazakar” olduğu söylenen 2. Abdülhamid’in “Müslüman mimar isterim” diye bir dayatması, kompleksi yok. Ama daha önemli bir vasfı var: O zaman İstanbul’un en önemli meydanlarından birindeki (herkesin gözünün önündeki) bu caminin tasarımını yenilikçi bir akımın temsilcisi bir mimara emanet ediyor. Üstelik tek örnek de bu yapı değil. Yıldız’daki Şeyh Zafir Türbesi ve Kütüphanesi, İstiklal’deki Botter Hanı... Besbelli ki diğer önerileri getiren mimarların buraya “oryantalist” ya da “Yeni Osmanlıcı” bir cami kondurmasını istemiyor.
D'Aronco da bugün hala tartıştığımız cami mimarisi konusuna beklendiği gibi yenilikçi (avangard) bir yorum getiriyor. Sekizgen, cephesinde hiçbir süsleme bulunmayan, kubbe yerine strüktürü belli eden bir çatı geometrisi, minarenin mimarisinden kentsel morfoloji içinde yer alışına kadar bildiğimiz oryantalist, neoklasik, ya da milli tarzdaki canlandırma örnekleriyle çelişen bir tasarım. Kısacası 2. Abdülhamit zamanında bile bugüne göre çok daha seküler bir alanda sanki mimarlık.
Bu nedenle D'Aronco'ya neden “modernist” yerine “modern” denebileceğini düşünüyorum, çünkü Art-Nouveau'nun dönemin üslup alıntıcılığına karşı çıkması, taklitçi sanayi üretimine karşı zanaatı dikkate alırken temsili sorunsallaştırması (ki Bauhaus'un da tasarım alanını üretimden ayrıştırması aynı zihniyetin devamı), süslemeye karşı yalınlığı gündeme getirmesi (özellikle Avusturya Secession Hareketi) uluslararası bir akım olması, sosyalistlerle ilişkisi, muhafazakar politikacıların saldırısına uğraması... kısaca böyle gibi geliyor bana. Zaten bu uygulama da basmakalıp taklitçiliğe teslim olmayan, doğaya dönüşü, yalınlığı konu alan akımın tipik olmayan bir örneği... (Avusturya Art-Nouveau'su ile ilişkili ama yalnızca biçimde değil.)
Tıpkı Yıldız'daki 2. Abdülhamit’in çok sevdiği kişi olan Şeyh Zafir'in modern mimarlık tarihinin bir örneğin olan türbesi ve kütüphanesi gibi. Elbette ki bunlar bir "üst-sınıf" deneyimleri idi, ama gene de özgürlükçü bir kamusal düzenin koşullarını anlamak için önemliydi.
Günümüzde de "Müslüman olmayan bir mimarın bir caminin ruhu yakalaması zor” diyen yöneticilere ters köşeye yatırmaktan gizli bir haz alıyor olabilirler. Bu çelişkinin belki de zihinsel bir potansiyeli harekete geçirme gücü olduğuna inanıyorlar.
Neden yıkıldığını bilmeyen, neden yaptığını da bilmez
Neden yıkıldı, neden yapılıyor? Bu iki tuhaflık yan yana gelince ortaya ilginç bir çelişki çıkıyor.
Kısaca "ihya" sorunsalı içindeki mimarlığın düşünsel sefaleti yanında bu hafıza kaybını öncelikle kendisine değil, kitlelere yönelik bir otoriterlik girişimi gibi geliyor bana.
Her dönem köşe başlarını tutan elit taklit yapılar inşa etmeye başladığı zaman yalnızca kendisini rahatsız eden bir eseri yıkmakla, kaybetmekle kalmadı.
Bu dönemle birlikte entelektüel üretim "bir üst sınıf pratiği olarak" dini alandan dışlandı. Camiler de (kamu yapıları da) mimarlığın alanı olmaktan çıktı. Bunun bir göstergesi ihya çalışmalarının tıpkı yıkımlar gibi sorgulama olmaksızın iş görmesi. Taklitçiliği sorgulayan bir düşüncenin belgesi olan önemli bir yapı, bu özelliğinden dolayı yıkılıyor ama aynı şekilde, düşünsel kalıplar ve işleyiş içinde bir taklit olarak yeniden inşa ediliyor. Böylece yapılışındaki entelektüel sorun ortadan kalktığında, mimarlık bir taklide dönüştüğünde iktidara bağımlı akıl için bir tehdit oluşturmuyor, taklidini yapmak bu seküler olmayan ilişki biçimi rahatsız için bir rahatsızlık yaratmıyor.
Buna ne denebilir? Hangi araçsal akılla yıktıysa aynısıyla yapmak!
Neden yıkıldığını bilmeyen, neden yaptığını da bilmez.
İlginizi Çekebilir