© Yeni Arayış

Kabileler ve aslanlar arasında

Kabileler ve aslanlar arasında

Aslan Parkı’nda hayvanlardan daha ilginç Alex diye bir adam var, ben böylesini görmedim. Adam aslanlarla nasıl laubali, görseniz aklınız şaşar. Alex eline alıyor bir çuval et, araçtan inip ahbaplarının yanına gider gibi aslanların arasına gidiyor. Ama siz aslanları görün, nasıl da mutlular Alex’i gördükleri için. Koskoca aslan ev kedisi gibi kendini sevdiriyor, Alex sarıldığı hayvanın sırtını sıvazlıyor. Afrika deyince gözümüzün önüne gelen vahşi ormanların içinde yaşayan ilkel kabile görüntüsünü düşünüyorum bir süredir. Bu öyle bir görüntü ki, ne yapacağını bilmeyen genç bir erkeğin bir çift şaşkın gözünden ibaret diyebilirim. Kıtanın sahilini kontrolü altına alan beyaz adam içerilere yürürken bu kabilelerle karşılaşıyor ve bu acayip olay karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen kabilenin erkeklerinden biri öylece bakakalıyor. Ve bu görüntü bizim bu karşılaşmadaki tarafımızı da belirtiyor. O kadar ilkeller ki medeniyete ihtiyaçları var. E biz Batılılar da çok medeni olduğumuza göre onlara yardım etmeliyiz. Bundan sonra bizim dediğimiz gibi çalışacak, bizim dediğimiz gibi yaşayacak, bizim usullerimize uygun davranacak ve böylece medeni birer birey olacaklar. Bu arada, deniz aşırı plantasyonlarda köle olarak çalıştırılmalarında da hiçbir mahsur yok, burada medeniyetsizce işler yapacaklarına en azından maliyetlerimizi düşürürler. Afrika’nın beş kabilesinin -Ndebele, Zulu, Xhosa, Sotho, Pedi- nasıl yaşadığını gösterebilmek için onların köylerinin küçük birer örneğini yan yana kurmuşlar.Böylece, rehber eşliğinde gezdiğiniz birkaç saat içinde beş kabilenin de nasıl yaşadığını hayal etme imkânına sahip oluyorsunuz.

AFRİKA’NIN BEŞ KABİLESİNİN YAŞADIĞI KÖYLERİN BİRER ÖRNEĞİ

Johannesburg’daki Lesedi Kabile Kampı’na giderken en büyük korkum o insanlara beyaz adamın birkaç yüz yıl önce baktığı gibi bakmaktı. Evet, artık bir “giriş ücreti” ödeniyor; evet, o insanlar o günkü gibi değiller, koşullar çok farklı, gene de insan kendini rahat hissetmiyor, bir zımpara geziniyor adeta bedeninde. Güney Afrika’nın beş kabilesi ülkenin farklı yerlerindeler ve onların hepsini doğal ortamlarında görmek en azından ciddi bir mesai gerektiriyor. Şu cümleye yazdıktan s onra biraz durdum, ne demek insanları “doğal ortamlarında” görmek? Bu terimi Sartre’ın “soylu vahşisi” gibi bozulmamışlığı yücelten bir anlamda kullanmadığım aşikar; insanın insana bunca yabancılaşması “doğal” mı acaba? Kendi kendimle çelişme pahasına söyleyeyim, doğru olmasa da doğal olabilir çünkü Afrika yerlisine “yamyam” demenin son derece sıradan görüldüğü bir ortamda yaşıyoruz. Yüksek lisans tezimi yazmak için radikal bir demokrat olan Reşat Nuri’nin bütün eserlerini okurken onun bile Afrikalılardan “yamyam” diye söz ettiğini görünce hayli şaşırmış ve bu şaşkınlığımı dipnotta belirtme ihtiyacı duymuştum. Lafı çok uzattım, artık bir an önce Lesedi’ye girmem lazım. Afrika’nın beş kabilesinin -Ndebele, Zulu, Xhosa, Sotho, Pedi- nasıl yaşadığını gösterebilmek için onların köylerinin küçük birer örneğini yan yana kurmuşlar. Böylece, rehber eşliğinde gezdiğiniz birkaç saat içinde beş kabilenin de nasıl yaşadığını hayal etme imkânına sahip oluyorsunuz. Tabii ki bir kabilenin “doğal ortamı” böyle değildir, bu turistik versiyonuna göre sayısız farklılıkları vardır ama gene de başlangıç seviyesi için güzel bir etkinlik. Ndebele ile başlayalım. Bunları diğerlerinden ayıran iki temel özellik sanatçılıkları ve gelinlerin başına gelenler. Yaptıkları duvar resim leri sayesinde, tabii ki böyle ciddiyetsiz işlerle ancak kadınlar uğraşır, diğer kabilelerden ayrışıyorlar. Kadınlar, yaptıkları şekiller ve kullandıkları renklerle iç dünyalarını da açığa çıkarmış oluyorlar. Bir diğer konu da evlilik meselesi. Şimdi baştan söyleyeyim, bu kabilelerde evlilik başlı başına bir mesele. Diyelim, Ndebelelerden biri, erkeklerin bir sebepten dışarda bulunduğu bir esnada köyü basıp kızlardan birini kaçırdı. Ne olacak? Eve kızı getirdi, oğlanın babası kızı gördü, koşup kabile şefine haber verdi, şef bu haberi her yere yaydı: “Kızı kayıp olan kimse merak etmesin, bizde, konuşmaya hazırız.” Ama müstakbel kayınvalide durur mu, ya kız kaçarsa? Böyle bir ihtimale karşı gelin hanımın ayaklarına biraz ağırlık bağlamanın ne sakıncası var? Bilakis, boşu boşuna kendisini yormamış olur. İyi de, ya kendisine bir işbirlikçi bulursa? Onun da çözümü basit, sağa sola bakmasını engellersek kimseyi bulamaz. Boynuna biraz -kıpırdayamayacak seviyeye gelene kadar- kolye takmak kâfi olacaktır. Eh, hâlâ kaçabiliyorsa, bu da onun bileceği şey. Kaçamayan kadınların hayat hikâyelerini ise “ijogolo” denen gelin önlüklerinden okuyabiliyormuşuz. Bu “ijogolo”ları Newark Sanat Müzesi’nde bulabilirmişiz, ama ben oraya gitmediğim için göremedim. Sürekli bir halka takılmasından boynu uzamış kadınlar, Afrika kabileleri deyince ilk akla gelen görüntülerden biri. Zulu köyünün kapısı kapalı, tepede, gözcü kulesinde bir asker var. Ezkaza elini kolunu sallaya sallaya içeri girdin, muhtemelen birkaç adım sonra mızrak, bıçak ya da herhangi bir delici âleti vücuduna saplamak suretiyle sana hoşgeldin diyecekler. Neyse, izin aldık, sağolsunlar kapıyı açtılar, köyün meydanına geldik.

ZULU KÖYÜ’NÜN GÖZCÜ KULESİNDE BİR ASKER VAR

İkinci kabilemiz Zulular. Bu Zulular yaman adamlar, Zulu gördün mü uzak duracaksın çünkü seni öldürdükten sonra “ne diyecektin acaba?” diye sorabilir. Zulu köyünün kapısı kapalı, tepede, gözcü kulesinde bir asker var. Ezkaza elini kolunu sallaya sallaya içeri girdin, muhtemelen birkaç adım sonra mızrak, bıçak ya da herhangi bir delici âleti vücuduna saplamak suretiyle sana hoşgeldin diyecekler. Neyse, izin aldık, sağolsunlar kapıyı açtılar, köyün meydanına geldik. Köyün ortasında üstü açık, etrafı çevrili bir ahır var. Bu ahır, Zuluların ineklerini sakladıkları yer. Bu ülkede inek çok önemli, hele bir de siyah oldu mu… Kim girecek de Zulu köyünün ortasına kadar inekleri çalıp gidecek? Kimde var o yürek? Kabilelerde evlilik meselesi karışık demiştim, biraz açayım. İneği olmayan adamın evlenme ihtimali yok ama bir adamın on ineği varsa, on kadın almasının önünde de bir engel yok. Yani, ne kadar inek o kadar hanım. Ama bunun usulü de ilk kadının rıza göstermesiymiş; ilk kadın rıza gösterirse iki-üç-beş-on, kaç ineğin varsa o kadar kadın alabiliyorsun. 19.yüzyılın ilk yarısında başa geçen Zulu Kralı, düşmanlarına saldırmak için mızrak kullanan babasının aslında bir korkak olduğuna kanaat getirip kabilesini bıçakla tanıştırmış. Ucuna deve kuşu tüyü bağlanan mızraklar hedefi ıskaladığında düşmanın cephanesini oluşturduğu için kaçmak gerekiyor; oysa, Shaka Zulu, kabilesini bıçak ve yakın dövüşle tanıştırdığı için Zulular yenilmez bir hal alıyorlar. Öyle ki, Zulular, ilkel silahlarıyla, modern bir ordunun sahip olacağı her şeye sahip olan Britanyalıları Isandlwana Muharebesi’nde mağlup etmeyi başarırlar. Zamanla, birçok kabile, Zululara boyun eğiyor, onların bir parçası oluyor. Beni gezdiren rehber de bir Zulu’ydu ve Zuluların hâlâ bile sebepsiz yere dövüştüklerini, birbirlerini bıçakladıklarını gösterdi -karnında bir kesik izi ile. Zuluların evlerinin kapılarını çok alçak yapmalarının iki sebebi var; birincisi ataya saygı, ikincisi de ne olur olmaz misafirin önce başı girsin diye. Evlilik Zulularda da büyük bir olay. Evlenen kadın inek derisinden -hayli ağır- bir etek giyiyor, başına da kırmızı bir şapka takıyor. Ama alyans yerine kullanılan bu şapkayı kadın hiçbir zaman başından çıkaramıyor, sadece, ayda belki bir kez yıkanmak istediğinde büyükannenin rızası olursa çıkarabiliyor. Peki, şapkalı kadın nasıl yatacak? O daha da büyük bir sorun çünkü yastık tahtadan! Gün içinde adamın kendine oturak olarak kullandığı tahta parçası gece oldu mu kadının yastığına dönüşüyor. Zuluların dansları da savaşı anlatıyor. Erkek savaştı ya da avlandı ama kadınlar neler olduğunu görmediler, bilmiyorlar, işte o yüzden, danslarıyla neler yaşadıklarını kadınlarına anlatıyorlar. Üçüncü kabilemiz, Nelson Mandela’yı çıkaran Xhosalar. Xhosaları diğer kabilelerden ayıran temel özellik eğitime verdikleri önem. Xhosaların evine girdiğimizde erkekler sola, kadınlar sağa oturacak çünkü kapı açıldığında erkekler koşarak savaşmaya gidebilir, kadınlar ise kapının arkasında saklanabilir.

MANDELA’YI ÇIKAN XHOSALAR’IN TEMEL ÖZELLİĞİ EĞİTİME VERDİKLERİ ÖNEM

Üçüncü kabilemiz, Nelson Mandela’yı çıkaran Xhosalar. Xhosaları diğer kabilelerden ayıran temel özellik eğitime verdikleri önem. Xhosaların evine girdiğimizde erkekler sola, kadınlar sağa oturacak çünkü kapı açıldığında erkekler koşarak savaşmaya gidebilir, kadınlar ise kapının arkasında saklanabilir. Geçerken belirteyim, bu evlerin damlarını yirmi-yirmibeş senede bir onarmaları gerekiyormuş ama bu tamamı doğal malzeme sayesinde sıcaklık hep istenen seviyede korunuyormuş.  Ama Xhosalıların bana en ilginç gelen özelliği, konuşmaları. Sesli harfler adeta boğazlarından bir patlamayla çıkıyor ve deneyen kimse, o boğaz yapısına sahip olmadığı için, bu sesleri çıkaramıyor. Bir Xhosa konuşurken arkada onlarca top patladığını hissedebiliyorsunuz. Xhosa dili misal Zuluların dilinden tamamen farklıymış; yani, aynı ülkedeki kabileler arasında bile dil çok ayrışmış. Xhosaların, uzun pipolara benzeyen, erkeklerin esrar kadınların tütün çektikleri birer kamışı var. Kadının kamışı uzun, erkeğinki kısa çünkü kadınlar bebeklerini sırtlarında taşıyorlar ve dumanın bebeklerine zarar vermesini istemiyorlar. Gene de bu hassasiyet sizi aldatmasın, zamanında topluca intihar etmiş bir kabile -tabii bu da aşırı hassasiyetin bir başka tezahürü olabilir. 1856’da Xhosalardan iki kız kuş yakalamak için bir nehir kenara gittiklerinde bir şey görürler ve o şey onlara bütün hayvanlarını öldürmelerini, ekinleri sürmemelerini, kilerdeki bütün yiyecekleri imha etmeleri gerektiğini söylemiş. Kızlar da dönünce bu sesin çağrısını anlatmışlar. Xhosalar kızların bu sözüne önce aldırış etmemişler ama sonra amcaları olan bir kâhin de kızlarla birlikte nehre gitmiş. Kâhin döndüğünde kendi hayvanını öldürmüş, onun geleceği görme yeteceğine güvenen kabile halkı da hayvanlarını öldürmeye, kileri saçmaya, ekinleri parçalamaya girişmiş. 1856’nın sonlarında, kâhin, kehanetin dolunayda gerçekleşeceğini söylemiş. Bütün kabile beklemiş ama ne düşmanlar yok edilmiş ne de gökten inekler ve yiyecekler yağmış. Kâhin yeni tarihler vermiş ama mucize yine gerçekleşmemiş, bunu da Tanrılara yeterince kurban verilmediğiyle açıklamış, az yaptıklarını, suçlu olduklarını, her şeyin yok edilmesi gerektiğini anlatmış. Bir müddet sonra, kâhin dahil, her on Xhosa’dan sekizi açlıktan ölmüş. Britanyalılar geldiğinde, yaban köpeklerinin bazı cesetleri parçalayarak yemekte olduğunu görmüşler. Gelelim Sotholara; bunlar aslında Lesotho denen yerde yaşıyor ve Sisotho konuşuyorlar. Dağlı adamlar oldukları için evleri ve kıyafetleri diğerlerinden farklı. Dağda rüzgâr çok sert olduğu için mutfaklarını -mutfak dediğimiz sadece ateş yanabilen bir yer- “artı” şeklinde inşa ediyorlar ve rüzgâr ne taraftan eserse tam karşı tarafı en korunaklı yer haline geliyor. Orada ateşi yakıp kadınlar yemek yapıyorlar çünkü erkeklerin konuşacak daha önemli konuları var. Zaten bütün kabilelerde görev tanımı çok belli: Kadınlar mutfakla, evle ve çocukla ilgilenecekler; erkekler ise avlanacak ve savaşacaklar. Zuluların belalı adamlar olduğunu söylemiştim, Sothoları da rahat bırakmamış, dağa kaçırmışlar. Ama Sotholar da tepeye çıktıklarında boş durmayıp aşağı kayaları yuvarlamışlar, böylece Zulular onları ele geçirememiş. Oğlanlar sünnet olduklarında otuz gün boyunca bir evde kalıp dua ediyorlar. Gündüzleri dışarı çıkmıyorlar hiç. Otuz gün sonra bu kez tek başlarına ormana gidiyor ve bir otuz gün orada yaşıyorlar. Bütün bu aşamaları başarıyla tamamlayan delikanlı rüştünü ispat etmiş bir şekilde “erkekler” ile birlikte toplanma alanında oturup kabilenin meselelerini tartışmaya hak kazanıyor. Zuluların aksine Sothoların kabilesi dışarıda çünkü bu Zuluların hiçbir acıması olmadığı için baskın yersek en azından inekleri alıp gitsinler yoksa hem inekleri alır hem de hepimizi öldürürler diye düşünmüşler. Sonuncu kabile ise Pediler. Bunlar İskoç eteği giyiyorlar. Yahu kabile adamı bırakın eteği tekstil ürününü nereden bulacak da giyecek, diye sorabilirsiniz. Britanya ordusu ile savaşacakken ön sırada etekli İskoçları görmüşler. Şef, kadına silah doğrultulamayacağına dair kabile yasasının savaşta da geçerli olduğunu söyleyince hiçbir şey yapmadan öylece beklemişler. Ne zaman ki etekliler erkek, arkada sıradakilerin ise tüfekli olduğunu anlamışlar, iş işten geçmiş. Başlarına geleni unutmamaları için kilt giymeye başlamışlar. Pediler, evlerini Amarula içkisinin yapıldığı “marula” bitkisinden inşa ediyorlarmış. Burada, itiraf ediyorum, ikram ettikleri tırtılın tadına da baktım… Kuru bir tırtıl, tuzlanmış, yani bir nevi tırtıl cipsi, ama protein açısından çok zengin. Böylece, Lesedi köyünü dolaşmış oluyoruz. Şimdi hediyelik eşyacıdan bir şeyler alıp karşıdaki Aslan Parkı’na gidelim çünkü safari kamyonuna binip Kalahari aslanlarının, beyaz aslanların, antilopların, devekuşlarının, yaban köpeklerinin ve çitaların arasında bir-iki saat geçireceğiz. Burası bir hayvanat bahçesi değil, hayvanlar kendi hallerinde yaşıyorlar. Ama Aslan Parkı’nda hayvanlardan daha ilginç Alex diye bir adam var, ben böylesini görmedim. Adam aslanlarla nasıl laubali, görseniz aklınız şaşar. Alex eline alıyor bir çuval et, araçtan inip ahbaplarının yanına gider gibi aslanların arasına gidiyor. Ama siz aslanları görün, nasıl da mutlular Alex’i gördükleri için. Koskoca aslan ev kedisi gibi kendini sevdiriyor, Alex sarıldığı hayvanın sırtını sıvazlıyor. Sonra etleri şişe geçiriyor, getirip kafese dayıyor. Aslan koşarak pençeleriyle kafese yapışıp etleri yemeğe başlayınca içerideki ziyaretçi ile aslanların arasında kafes hariç hiçbir mesafe kalmıyor. İnsan hakikaten heyecanlanıyor aslanla bu kadar yakınlaşınca. Aslan Parkı’nın bir başka tarafında ise zürafa besleyebiliyorsunuz. Ben bu zürafa kadar zarif hayvan bilmiyorum. Johannesburg’da zürafayı hem besledim hem okşadım, yetmedi bir de fotoğraf çektirdik. Sağ olsun, o da zarafetini hiç bozmadı, ne dediysem yaptı.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER