İstanbul’u bırakalım bir “yabancı” planlasın… Hatta yönetsin!
KENT
İstanbul’u bırakalım bir “yabancı” planlasın… Hatta yönetsin!
Mimar, şehir plancısı, sanatçı… ne olursa olsun ille de “Türk olsun” dediğinizde iktidar alanının içinde yer aldığını anlıyorsunuz. Milliyetçilik işte böyle ters görüntü veren bir şey. Yalnızca milliyeti tanımlamıyor aynı zamanda iktidarın bir uzvu hâline getiriyor. Böylece o alan bağımsız düşünceye kapatılıyor. Şehir planlama kamusal niteliğini kaybediyor, kamu gücünü kendi özeline taşıyan kişilerin eline geçiyor.
Yıllar önce şaka olsun diye “İstanbul’u yabancılar planlasın” deyivermiştim.
Sonra da saymıştım: Fransızlar, İngilizler, Hollandalılar, İtalyanlar, İspanyollar, Japonlar… Kimler olursa.
Nasıl bir tepki aldığımı tahmin ediverin:
Vay hain!
Sözlerimin nasıl anlaşıldığını da tahmin etmeye çalışayım:
Buradaki plancılar çok yetersiz. Planlama işinden hiç anlamıyorlar. Bu yüzden şehir planlama işleri yabancılara verilsin!
Oysa alegorik ifadenin belki sorunu daha iyi ifade etmeye yardımcı olabileceğini, meselenin üzerinde belki insanları daha fazla düşündürebileceğini tahmin ediyordum.
Nasıl olsa ben dedim diye öyle olacak değil. Ama farklı deneyimlerle köprüler kurmak da galiba hiç fena bir fikir değildi.
Nitekim nesneleştirici, şiddet içeren, kitleleri bunun karşısında "imar arzulayan" kölelere dönüştüren, sürekli ters görüntü veren, akılcılaştırma fırsatlarını sağlıyormuş gibi yaparken lağveden bir planlama pratiğine tabi olmayı sorgulamaya çalışıyordum.
Derdim mesela Japonya’daki yerle temas kuran, karşılıklı öğrenmeye dayanan risk azaltma deneyimlerinin buradaki insanlar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bildiğini zanneden, tepeden buyuran ve bu yaptığıyla da karşıtını, hile ve kurnazlıkları motive eden, iktidar bağımlısı, sekülerleşmemiş şehir planlama pratiklerinden farkının altını çizmekti, yalnızca.
Ayrıca bu ülkelerdeki sembolik sınıfların, uzmanların nasıl şehirlere yaklaştığını görmek de hiç fena olmazdı, herhâlde.
Baktım şakacıktan söylediğim şeye insanlar itibar ediyorlar, bana “vay hain” ya da “bizi satan şerefsiz” diyerek ciddiye alıyorlar, düşman muamelesi yapıyorlar, kendime güvenim attı.
Oysa benim bu öneriyi getirmenin nedeni çok başkaydı:
Buradaki plancılar, mimarlar falan çok yetersiz oldukları için değil. Bugün Floransa’da en değerli anıtı mesela bir “yabancı”nın restore ettiğini görüyorsunuz. İtalya’da mimar veya restoratör olmadığı için mi?
Demek ki profesyonel alandaki açıklık meselesinin işaret ettiği mesele çok farklı.
İstanbul’u yabancılar planlasın. Hatta bir pilot deneyim olarak Adalar’ı bir Hollandalı Belediye Başkanı yönetsin!
Eski belediye başkanlarından biri (Kadir Topbaş) İstanbul Uluslararası Sanat Bienali’nin küratörünün “Türk olması gerektiğini” söylemişti, tam da o sene rahmetli Fulya Erdemci bu görevi üstlenmişken. Ne demek istediği aslında gayet açıktı. Kültür A.Ş.’nin genel müdürü gibi kendisi atamak istiyordu, Bienal’in yöneticisini.
Abdülhamit’ten Atatürk’e ülkenin neredeyse bütün yöneticileri benim bu dediğimi yapmış ya da yapmaya çalışmış. Yabancı bilim insanlarını, uzmanlarını İstanbul’a davet etmişler. Onlara belediyelerden sağlık kuruluşlarına, üniversitelerden silahlı kuvvetlere kadar her yerde sorumluluk vermişler.
Yaşadığım Adalar ilçesinde de belediye başkanı olacak kişinin “Adalı” olması gerektiğini söylüyordu, tanıdığım birçok kişi. Kulağa da çok hoş geliyordu, doğrusu. Adalar’ın sorunlarını bilen, insanlarını tanıyan bir kişi olmasını kim istemez?
Burada da benim muzırlığım tuttu. Hele bir de “Adalı”nın ne anlama geldiğini biraz daha yakından görünce. Şimdiki Belediye Başkanı Erdem Gül beyefendi de bu yüzden atanmamış mıydı, tepeden? Bu yüzden bir samimi sözlerin kimi zaman da kendi kendisini sömürgeleştiren bir arzuya işaret ettiği gibi bir hisse kapıldım.
Nasıl olsa beni kimsenin dinleyeceği yok. Bu yüzden “Adalar’a Hollandalı bir belediye başkanı olsun” deyiverdim. Baktım hiç de fena olmayacak, bir de Adalı bir Hollandalı’yı hayal ettiğimi söyledim.
Dedim ya, ben öyle istedim diye öyle olacak değil. Ama gene de farklı deneyimlerle köprüler, ilişkiler kurmak, onların nasıl yaptıklarını da öğrenmeye çalışmak galiba hiç fena bir fikir değil.
Abdülhamit’ten Atatürk’e ülkenin neredeyse bütün yöneticileri benim bu dediğimi yapmış ya da yapmaya çalışmış. Yabancı bilim insanlarını, uzmanlarını İstanbul’a davet etmişler. Onlara belediyelerden sağlık kuruluşlarına, üniversitelerden silahlı kuvvetlere kadar her yerde sorumluluk vermişler. İstanbul ne de olsa bir imparatorluk başşehri. “Kötü olsun da gene de bizim olsun” diye bir dertleri yok. Ayrıca iyi bir yönetici, halkının da iyiliği için ne gerekiyorsa onu yapar. Halkının kamu-özel karışımı, oligarşik ilişkilerle rehin alınmasını istemez.
Şehirlerin neoliberal koşullara, yağmalara direnç kazanması, sömürgeleştirilmemesi için bilgi üretiminin bağımsızlaşması vazgeçilemeyecek en temel ilke.
Mesela mimar, şehir plancısı, sanatçı… ne olursa olsun ille de “Türk olsun” dediğinizde iktidar alanının içinde yer aldığını anlıyorsunuz. Milliyetçilik işte böyle ters görüntü veren bir şey. Yalnızca milliyeti tanımlamıyor aynı zamanda iktidarın bir uzvu hâline getiriyor. Böylece o alan bağımsız düşünceye kapatılıyor. Şehir planlama kamusal niteliğini kaybediyor, kamu gücünü kendi özeline taşıyan kişilerin eline geçiyor.
Çoğunlukla da kamusal alanı alanı kapatanlar kamu kurumlarının adını kullanan, imkanları ile kariyer yapan, kamu gücüyle rıza imal eden, kamuya ait bilgileri kamuya satan uzmanlık çevreleri.
Bu kamusal niteliği ortadan kaldıran bir çelişki ama kamu adına kendi özellerini temsil ediyorlar. Bu da kamusal niteliğin imhasıyla, kural koyma vasfının ortadan kalkmasıyla sonuçlanıyor. Şehirler yağmaya açılıyor, şehir halkı rehin alınıyor.
İşte böyle oksimoron bir durum yaratıyor, iktidarla örtüşerek tekelci konumlarını milliyetçilik kisvesi ile muhafaza etmeye çalışan, kamu kuruluşlarının, şirketlerinin gücünü kullanan “sekülerleşmemiş”, iktidar bağımlısı uzmanlar… Şehirlerin neoliberal koşullara, yağmalara direnç kazanması, sömürgeleştirilmemesi için bilgi üretiminin bağımsızlaşması vazgeçilemeyecek en temel ilke.
Kamu gücünü kullanarak rıza imal etmeleri falan... Ama bu canlı olana ve olmayana uygulanan şiddet şehirler için sanki cinayet işlemek gibi... Antroposentrik dediğimiz şiddetin ve onun karşısındaki kural tanımazlığın arkasında bu karanlık düğüm noktaları var.