© Yeni Arayış

İstanbul Uluslararası Bienali nereye?

İstanbul Uluslararası Bienali nereye?

“18. Bienal Vakası”nda yaşanan sorunları öğrenebildiğimiz, tartışabildiğimiz için kendimizi şanslı hissetmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü asıl kamusal niteliğin olması gerektiği ve zorunlu olduğu yerde sürekli bir “sansür kültürü” hakim olduğu halde –ve çoğu zaman sesi çıkanlar ve hatta itiraz edenler bu imtiyazları kullananlar olduğu için- bu kriz fark edilmiyor bile. 2024 yılında açılacağı ilan edilen 18. İstanbul Uluslararası Bienali yapılamadı.  2025 yılına ertelendiği açıklandı. Geçmişte de çeşitli gerekçelerle ertelendiği olmuştu, ama bu defa bunun nedenleri bambaşka bir yerdeydi. Bu defaki ertelemenin nedeni dışarda değildi.  Bienal’in kendi içinde bir yönetimsel sorun yaşandı ve yapılamadı. Bu olay “18 Bienal Vakası” olarak adlandırıldı ve ülkenin sanat alanında yaşanan önemli bir krize işaret ettiği için tarihe geçti. Neydi bu “18 Bienal Vakası”?  Ortaya çıkan sorun bağımsız bir danışma kurulu –ki bu kurula “seçici kurul” da denebilir, çünkü aynen bu rolü oynuyor- tarafından seçilen Bienal küratörünün vakıf yönetimi tarafından değiştirilmesiydi. Hangi nedenlerle olursa olsun, böyle bir müdahalenin yapılması elbette ki büyük bir krize neden oldu. Ancak yaşanan kriz bununla da kalmadı. Yerine getirilen kişinin -her ne kadar danışma kurulunun bir seçici kurul hüviyeti olmadığı belirtilse de- danışma kurulundan, yani seçimi yapan organın içinde yer alan bir kişi olması krizi daha farklı bir boyuta taşıdı. Yaşanan bu olay -skandal da denebilir- kayıtlara “18. Bienal Vakası” olarak geçti. Vakıf yönetimi besbelli ki yaptığı müdahale sonrası yaşanan krizin bu boyutlara varacağını tahmin edememişti. Bienal’in 2024 yılında ve atanan yeni küratörle zamanında düzenleneceğini düşünüyordu.  Ancak öyle olmadı. Vakıf yönetimi büyük bir ihtimalle bu krizin bu yolla aşılacağını umuyordu. Ama beklendiği gibi olmadı.  Bienal’e davet edilen sanatçılardan bir bölümü işlerini geri çekti. Danışma kurulunun içinden de istifalar oldu. Vakıf yönetimi tarafından gerçekleştirilen bu müdahaleler büyük tepki çekti, eleştirilere neden oldu. Yıllardır beri Bienal’i başarıyla yöneten kişi de bu gelişmeler üzerine görevinden ayrıldı. Yaşanan bu gelişmeler üzerine vakıf yönetimi eleştirileri dikkatle dinlediklerini, yönetmelikte değişiklik yapacaklarını, çalışmaların sürdüğünü ve 2025’de daha iyi bir hazırlıkla gerçekleştireceklerini açıkladı. Buna karşılık vakıf yönetiminin açıklamalarının sanatçılar tarafından pek fazla ikna edici bulunmadığını söylemek mümkün. Bienal’de yaşanan kriz çok boyutlu bir soruna işaret ediyor. Bu olaydan sonra kamusal bir nitelik kazanmış ve bugüne kadar da başarılı olmuş uluslararası bir bienali yeniden rayına oturtmak elbette ki hiç kolay bir iş değil. Ortada epey bir zorluk var ve uğraşmak gerekiyor. İstanbul Bienali söylendiği gibi kamusal bir nitelik kazandı. Eleştiriler de hiç şüphesiz kişisel nedenlerle değil, bu niteliği korumaya yönelik. Bu nedenle vakıf yönetiminin önce Bienal’in özerkliğini yeniden tesis etmesi, buna da herkesi ikna etmesi gerekiyor. Bu krizin bir “kırılma noktası” olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Bugün sanat ortamında yalnızca Büyükşehir Belediyesi ve Kültür A.Ş. gibi kamu kuruluşları ya da sermayenin desteklediği “büyük oyuncular”, vakıflar, müzeler yok. Çok sayıda bağımsız sanat kuruluşu var ve bunlar bir araya gelerek “Buradan Nereye” başlığı altında bir tartışmalar dizisi başlattılar. Bu girişimin sermayenin kuruluşları ya da “büyük oyuncular” hakkında değil, kamu tarafının kültür ve sanat politikaları hakkında söylediklerinin önemli olduğunu düşünüyorum.  Karşımızda özel bir kuruluş olsa ve kendi sergisini ya da etkinliğini hazırlıyor olsaydı, bu tür bir sorunun, eleştirilerin, hatta tartışmaların bile olması mümkün değildi. Yönetimlerin müdahale etmesi sıradan bir durumdu. Oysa şimdi karşımızda her yönüyle muazzam bir kriz var. 

BİENAL’DE YAŞANAN SORUN BİR BUZDAĞININ GÖRÜNEN KISMI

Yaşadığımız son kırk yıllık süreçte, İstanbul’da sanat etkinlikleri ve düşünce üretimi alanı hayırseverlik alanına izole edildi. Büyük sermaye kuruluşları yalnızca var olan resmi kanunlar içinde yer alan kurumlara, sanatçılara destek vermekle kalmadılar. Yaratıcılık ve düşünce alanını etkinlikleri, yayınları ile desteklemeye başladılar. Böylece kamu tarafı bağımlı kültür, sanat ve düşünce üretimi alanları ile yolsuzluklara sahne olurken büyük sermayenin yarattığı “kamusal alan” özgürlüklerin sahnesi halini aldı. Kamunun kültür ve sanat kurumları bağımlı oldukları için Uluslararası İstanbul Bienali adeta bir çölün içindeki bir vaha gibi parladı.  Buna karşılık iktidarlar da basmakalıp kültür sanat ürünleriyle patronaj ilişkilerini, yolsuzlukları yeniden üretmek için güncel sanat ve tasarım etkinliklerini seçkinlerin, üst sınıfların bir uğraşı gibi göstermeyi başardılar. Böylece kültür ve sanat alanı da semptomatik bir okumaya ihtiyaç yaratan “sınıfsal” bir yarılmaya uğradı.      Her iki taraf da sanki gizli bir anlaşma yapmış gibi birbirlerinin alanına dokunmadılar. Böylece kitleler sıradan ve basmakalıp piyasa ürünlerine, şehircilik uygulamalarına maruz kalırken büyük sermayenin desteklediği etkinlikler, kurumlar pırıltılı işler yapmaya başladılar. Bu görüntünün aldatıcı olduğu, kamusal alanın bu şekilde yarılmasının kitleler açısından çelişkiler yarattığı fazla tartışılmadı.  Karşımızda özel bir kuruluş olsa ve kendi sergisini ya da etkinliğini hazırlıyor olsaydı, bu tür bir sorunun, eleştirilerin, hatta tartışmaların bile olması mümkün değildi. Yönetimlerin müdahale etmesi sıradan bir durumdu. Oysa şimdi karşımızda her yönüyle muazzam bir kriz var.  İstanbul Bienali özel alanda olsaydı böyle bir tartışma belki de olmayacaktı.  Belki de şöyle denecekti: “Vakıf özel bir kuruluş değil mi, istediğini yapabilir. Kimse onun işi kime ve nasıl verdiğine karışamaz!” Bir de bu olaya tersinden bakmayı deneyelim: Yöneticiler gene sanki kendi özel alanlarında iş yapar gibi kendileri karar verecekti. İstediklerini atayacaklardı. Seçici kurul bile olsa, onu da kendileri atayacaktı. Başka bir deyişle böyle bir olay bildiğimiz kamu alanında olsaydı, ne olacaktı? Kriz falan olmayacaktı! Kamusal alanda sanat, fikir üretimi “sansür kültürü” içinde olduğu için kriz yaşanmıyor Paradoksal olan şu: Kamusal alanda kamusal nitelik olmadığı için,  sanat, fikir üretimi sürekli “sansür kültürü” içinde olduğu için bu tür bir kriz yaşanmıyor. Bu kriz Bienal’in ve onun yarattığı düşünce ve yaratım ortamının “kamusal nitelik” kazanmış olması anlamına geliyor. Bu niteliğin özenle korunması ve geliştirilmesi sorumluluğu var.  Kamunun düşünce üretimine karışmaması. Kültürel alanı sekülerleştirmesi. Yolsuzluk kavramı ise kamu kişiliğinin özel alana taşmasına atfediliyor, çoğu zaman. Örneğin eski Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş örneğin siyasal misyonu gereği, milli değerleri temsil ettiğini düşündüğü için olmalı, Bienal’in küratörü üzerinde söz sahibi olmak istiyordu. Bütçesine bir katkıda bulunmadığı gibi, kamusal mekanların kullanımında bin bir dereden su getiriyordu.   Bu eleştirilerin dile getirilmesini yalnızca Bienal için değil, sanat ve fikir üretiminin bağımsızlaşması için bir kazanç olarak görüyorum.  Hatta şunu da ekleyeyim: “18. Bienal Vakası”nda yaşanan sorunları öğrenebildiğimiz, tartışabildiğimiz için kendimizi şanslı hissetmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü asıl kamusal niteliğin olması gerektiği ve zorunlu olduğu yerde sürekli bir “sansür kültürü” hakim olduğu halde –ve çoğu zaman sesi çıkanlar ve hatta itiraz edenler bu imtiyazları kullananlar olduğu için- bu kriz fark edilmiyor bile.  Bienal’e Büyükşehir Belediyesi ve Kültür (ve Turizm) Bakanlığı destek vermeli. Bu imkansız ama makul olan şey başarılırsa, yani bunun nasıl olabileceği üzerinde birlikte çalışılır, patronaj ilişkilerinin kurulmasının engellenmesi mümkün olursa İstanbul Bienali de hayırseverlik alanına kapatılmamış olur. Böylece güncel sanat kamusal alanla temas etmiş olur.

KAMUSAL NİTELİĞİ KORUMAK VE GELİŞTİRMEK İÇİN NE YAPILMALI?

Önce en imkansız olan ama en makul öneriyi söyleyeyim: Bienal’e Büyükşehir Belediyesi ve Kültür (ve Turizm) Bakanlığı destek vermeli. Bu imkansız ama makul olan şey başarılırsa, yani bunun nasıl olabileceği üzerinde birlikte çalışılır, patronaj ilişkilerinin kurulmasının engellenmesi mümkün olursa İstanbul Bienali de hayırseverlik alanına kapatılmamış olur. Böylece güncel sanat kamusal alanla temas etmiş olur. Dünyadaki örneklerde kamu yönetimleri sanatı sekülerleşmiş yöntemlerle destekliyor. Kamusal alanda kültür ve sanat sekülerleşmeli. İKSV’ye göre onlarca kat büyüklükte bütçesi olan Kültür AŞ özerkleştirilmeli. Bu şirketin kuruluş aşamasında bütçesi şehirdeki açık hava reklamlarıyla desteklendi. Bu kamu şirketi imtiyazlı bir tekel olmaktan çıkarılmalı. Büyükşehir’e  ve yerel belediyelere ait ne kadar kültür ve sanat merkezi, müze varsa bunların hepsi dünyadaki benzerleri gibi misyon odaklı bir yapılarla, sekülerleşmiş ilişkilerle yönetilmeli. Yönetimler ve sivil toplum bu konuda birlikte deneyim üretmeli. Fikir üretimine, planlama, tasarım gibi faaliyetlere kamusal nitelik kazandırılmalıdır. Kültür A.Ş., Bimtaş gibi şirketlerin imtiyazlı birer piyasa aktörü gibi hareket etmeleri hukuk normlarına göre yolsuzluktur, engellenmelidir. Ne yapılacağı bilinmeden hazırlanan, hakim konumunu kullanılarak, tekelci ilişkilerle, teknik şartnamelerle yapılan ihaleler yolsuzluktur. Örnekteki gibi: Büyükşehir önce ihale yapıyor. Sonra mimarlar ihaleyi alan kuruluş (müteahhit) altında çalışıyor. Yani Bimtaş gibi Büyükşehir şirketleri planlama ve projelendirme işleri yapmaları yolsuzluktur. Bunun alternatifi bu işlerin piyasaya bırakılması değildir. Bienal’de olduğu gibi özerk bir çerçevelendirici (seçici demiyorum) bir kurul oluşturulmalıdır. Bu konu da uluslararası köprüler kurularak ele alınması gereken bir deneyim geliştirme meselesidir.   Sonuç: Sanatçıların, fikir üreten kişilerin patronaj altına alınmaları en etkili sansür sistemidir. Bu sansür sisteminde kimseye “şunu söyleyemezsin, bunu yapamazsın” demeye gerek kalmaz.  Eğer iyi ilişkiler içinde olmazsanız cezalandırılacağınızı, iş bulamayacağınızı bilirsiniz ve ona göre düşüncelerinizi ve yapacaklarınızı kendiniz sınırlandırırsınız. Bu sansür sistemi iktidarları kimin hayatta kalacağına, kimin kalmayacağına karar verme yetkisi gibi bir güce sahip kılar. İnsanları sesi çıkabilecekler ve çıkamayacaklar olarak ayrıştırır, bu yüzden şiddet içerir. Böylece iktidarlar ellerini kana bulamadan da insanları imha etmenin yolunu bulmuş olurlar. Otoriter yönetimler böyle inşa edilir. Bu yüzden sanatçılar ve fikir üreticileri bağımsızlıklarını korumak için çeşitli yöntemler geliştirdiler, tarih boyunca.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER