© Yeni Arayış

İsrail, İran, Hizbullah, Hamas… Birkaç ilginç nokta

Nasrallah’ın öldürülmesi, Hizbullah’ın 40 yıllık kurucu kadrosundan dini/siyasi/askeri bir liderin kaybı değil sadece. Hatta diyebilirim ki Hamas lideri İsmail Heniyye’den de,İran Cumhurbaşkanı Reisi’den de, Suriye’de öldürülen onlarca Devrim Muhafızı generalinden de daha kritik bir kayıp İran ve “direniş ekseni” bileşenleri açısından. Nasrallah’ın kaybı belki Kasım Süleymani’nin kaybıyla mukayese edilebilir ancak.

İsrail ile İran arasındaki gerilim, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın suikastle öldürülmesi sonrası daha da tırmandı. İran’ın mukabil misilleme hamlesi sonrası gözler ABD-İsrail ikilisine çevrilmiş durumda. Bu yazıda, bu gerginlik etrafındaki bazı dikkat çekici noktalara işaret etmek istiyorum.

Hasan Nasrallah, 1979 Devrimi’nden beri –hatta öncesinde, Necef’teki sürgün yıllarından itibaren- bizzat Ayetullah Humeyni’nin yakınında olmuş, 1980’den sonra da Lübnan Şiileri nezdinde Humeyni ve velayet-i fakih’in temsilcisi görevinde bulunan çok kritik bir figürdü. Dolayısıyla Nasrallah’ın öldürülmesi, Hizbullah’ın 40 yıllık kurucu kadrosundan dini/siyasi/askeri bir liderin kaybı değil sadece.

Hatta diyebilirim ki Hamas lideri İsmail Heniyye’den de, İran Cumhurbaşkanı Reisi’den de, Suriye’de öldürülen onlarca Devrim Muhafızı generalinden de daha kritik bir kayıp İran ve “direniş ekseni” bileşenleri açısından. Nasrallah’ın kaybı belki 2020’deki Kasım Süleymani’nin kaybıyla mukayese edilebilir ancak.

Ayetullah olmasa da Hüccetülislam mevkiinde bir din adamıydı, Lübnan’ı oluşturan dini/etnik/mezhepsel cemaatler arasında saygı duyulan bir liderdi. Bilhassa 2006’da İsrail’e karşı gösterilen direnişteki belirleyici rolü, Lübnan’daki yurtsever cephede ve Ortadoğu’daki anti-emperyalist çevrelerde kendisine büyük itibar kazandırmıştı.

HÜCCETÜLİSLAM MEVKİİNDE BİR DİN ADAMIYDI

Nasrallah bir siyasi parti ve askeri örgütün lideri olmasının yanında aynı zamanda “siyah sarıklı bir seyyid” olarak da dikkat çekiyordu. Ayetullah olmasa da Hüccetülislam mevkiinde bir din adamıydı, Lübnan’ı oluşturan dini/etnik/mezhepsel cemaatler arasında saygı duyulan bir liderdi. Bilhassa 2006’da İsrail’e karşı gösterilen direnişteki belirleyicirolü, Lübnan’daki yurtsever cephede ve Ortadoğu’daki anti-emperyalist çevrelerde kendisine büyük itibar kazandırmıştı. Bu yönüyle Nasrallah’ın ömrünün son döneminde, yine Lübnan Şiilerinden olan ve 1978’de Libya’da tuhaf bir şekilde ortadan kaybolan [İmam[ Musa Sadr’ın Lübnan ve bölge ölçeğindeki itibarına yaklaşan bir konumu vardı. 

Bununla birlikte Nasrallah’ın ölümünün bölgedeki Müslüman topluluklar içinde herkesi üzdüğünü söyleyebilmek mümkün değil. Suriye İç Savaşı’nda oynadığı rol, “Şii Hilali” veya “direniş ekseni” bünyesindeki kritik konumu, dış destekli Sünni Suriye muhalefetinin Beşşar Esad’ı devirmeye çok yaklaştığı 2014-15 döneminde İran’ın ve Kasım Süleymani öncülüğündeki DMO-Kudüs Gücü’nün doğrudan koordinasyonuyla Hizbullah’ın sahaya inmesi ve İran’ın kara gücü olarak icra ettiği kanlı operasyonlar bazı çevrelerde bugün bile nefretle anılıyor. Bu açıdan Nasrallah’ın ölümünün ardından İdlib’de tatlı dağıtılması benzeri kutlamalar tepki çekse de buna neyin yol açtığını görmek çok zor değil.

Bazı çevrelerin sandığının aksine bu eleştirilerin “Siyonist Müslümanlar” veya “Amerikancı DAEŞ’çi teröristler”den geldiğini savunan kesimler açısından bu tür eleştirilerin şüphesiz bir kıymeti yok. Ancak bölgede ideolojik saiklerle ekilen nefret tohumlarının ve rövanş beklentisinin canlı dinamikleri bile —gören gözler ve rasyonel gerçekçiler için- bölgenin geleceği açısından alarm zillerini çaldırıyor. Yarın ilk fırsatta bu mezhepçi dinamikler yeniden devreye girecek ve rövanşist bir nefretle bölgeyi yeniden kan gölüne çevirecek.

Öte yandan İsrail’in bölgedeki başına buyruk ve uluslararası hukuku tanımayan saldırganlığına bir örnek olarak şu sahne bilhassa kaydedilmeye değer: Lübnan Dışişleri Bakanı Abdullah Buhabib, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ın öldürülmesinden hemen önce İsrail ile ateşkes anlaşmasında mutabık kalındığını söyledi. Buhabib'e göre, Lübnan Meclis Başkanı Berri, Hizbullah ile istişarelerde bulundu ve hem Washington hem de Paris anlaşmadan haberdar edildi. ABD, Netanyahu'nun kabulünü teyit etti, buna rağmen İsrail saldırıya devam etti ve Nasrallah bu anlaşmaya rağmen öldürüldü.

Dolayısıyla, Gazze’nin ardından bir başka cepheyi Lübnan’ın güneyini işgal etmeye yeltenerek açan İsrail’i bundan sonra neyin durdurabileceği konusunda uluslararası toplumda da ciddi bir umutsuzluk ve çaresizlik hâkim. Gazze’de ölü sayısı 50 bine yaklaşırken, Lübnan’da da ciddi bir sivil katliamına girişen Tel Aviv karşısında, geniş ve dirayetli bir uluslararası koalisyon meydana getirilemezse ABD’nin koşulsuz desteği sayesinde bölgede akan kanın durmayacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Yine ilginç şekilde, İran’ın İsrail’in saldırılarına karşı misillemede bulunması da bulunmaması da bazı çevrelerde tuhaf tepkiler doğuruyor. Örneğin ağır bir karşılık verecek olsa, “bölgeyi kan gölüne çevirdiği, Şii yayılmacılığı peşinde koştuğu” vb yorumlar yapılırken; zayıf bir karşılık vermesi ve son birkaç aydaki iki drone/füze misillemesinde yaptığı gibi stratejik davranması durumunda ise bu sefer “kâğıttan kaplan olduğu, İsrail ile danışıklı bir dövüş içinde bulunduğu, gücünün yetmediği ve kuru hamasetten başka bir şey bilmediği” yorumları yapılıyor İran için. İlginç olan, her ki zıt yorumun da hemen hemen aynı çevrelerden gelmesi, üstelik bu çevrelerin siyaseten desteklediği ülke/rejimler İsrail’e karşı teslimiyetçi davranıp tepki dahi göstermezken, İran ve müttefiklerinin verdiği sınırlı karşılığa her durumda eleştiri getirilmesi şüphesiz iyi niyetli değil. Zaten bölgede uzun zamandır iyi niyetle yapılan herhangi bir siyasi hamle de bulunmuyor. 

“Stratejik sabır” benzeri söylemlerle bu güçsüzlük ve zafiyet halinin perdelelendiğizannedilse de aslında Tahran’ın caydırıcılığının ciddi ölçüde zarar gördüğünü söylemek mübalağa olmayacaktır

TAHRAN’IN CAYDIRICILIĞI CİDDİ ÖLÇÜDE ZARAR GÖRDÜ

Bununla birlikte, İran’ın söylem ve retorik bazında “el yükseltmesi” ve sürekli üst perdeden tehdit etmesi, ancak icraat vakti gelince sert adımları bir türlü atmak istememesi de dikkat çekiyor. “Stratejik sabır” benzeri söylemlerle bu güçsüzlük ve zafiyet halinin perdelelendiği zannedilse de aslında Tahran’ın caydırıcılığının ciddi ölçüde zarar gördüğünü ve kuru hamasetten öteye gitmeyen söylemlerin geniş kitleler nezdinde inandırıcılığı da sorgulamaya başladığını söylemek mübalağa olmayacaktır.

Nihayetinde bölgedeki tüm taraflar, bir büyük karşılaşmaya hazırlanıyor. Belki nihai savaş olmayacak bu ama Ortadoğu’da yıllardır tehlikeli şekilde biriken düşmanlık dinamiklerinin her an bölgesel bir savaşa yol açması için tetikleyici bir kritik gelişme bekleniyor artık. Nasrallah suikastı –en azından şimdilik- o kritik gelişme değildi, ancak her an bir başka suikast ve saldırıyla İran’ın savaş sahasına çekilmesi ve “erken bir doğum”la askeri gücünün kırılması planından vazgeçilmediği anlaşılıyor. Lakin İran’ın son 20 yıldır bölgede giriştiği iddialı hamleler ve saha hakimiyeti arzusunun, bugünkü kırılgan dengenin ve tahrik/provokasyon döngüsünün ortaya çıkmasında başat etkenlerden biri olduğunu da hatırda tutmakta fayda var.

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER