© Yeni Arayış

İsrail-Hamas savaşı ve Batı

İsrail-Hamas savaşının “Medeniyetler Çatışması” olarak yorumlanması iki nedenden kaynaklanıyor. Nedenlerden biri, Filistin’li Araplar’ın Osmanlı (Doğu), Yahudilerin ise (Batı) kültürleri içinde, farklı toplumlarda evrimleşmiş olmasına karşın birlikte yaşıyor olmanın getirdiği kültürel çatışma, bir diğeri ise Batı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda Yahudileri “Yurt” için Filistin’e yönlendirme kararını verebilme gücünü kullanırken bugün de aynı yönde ve kararlılıkla sürdürmesidir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun (Osmanlı) dağılmasından sonra Orta Doğu’daki en başat sorun, “Yahudi yurdu” ile başlayan sürecin sonunda kurulan İsrail Devleti (İsrail) ile Filistinli Araplar arasındaki çatışma ortamıdır. Günümüzde İsrail-Hamas savaşı olarak süren çatışma, üçüncü dünya savaşını tetikleyebilecek, Doğu’nun antisemitik ve İslamcı ideolojilerin bayraktarlığında Batı’ya karşı, iki kültür arasındaki bir savaş olarak, “Medeniyetler Çatışması”nın başlangıcı olarak yorumlanıyor. 

İsrail-Hamas savaşı, iki toplumun birbirlerine karşı tarihi ve kültürel kökenleri olan bir “düşmanlık”tan değil, tersine sonradan ve Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’yla yıkılışından sonra oluşan yapay bir “düşmanlık”tan kaynaklanıyor. Yahudiler ve Araplar 19. uncu yüzyıla kadar, birbirlerinin yaşamını etkileyecek düzeyde, güncel kültürlerini oluşturan hiçbir evrimsel süreci birlikte geçirmemiştir. Son bir yüzyıldır daha önce dünyada bir başka benzeri yaşanmamış şekilde, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, birlikte yaşamaya çalışan iki halktır.

İsrail-Hamas savaşının “Medeniyetler Çatışması” olarak yorumlanması iki nedenden kaynaklanıyor. Nedenlerden biri, Filistin’li Araplar’ın Osmanlı (Doğu), Yahudilerin ise (Batı) kültürleri içinde, farklı toplumlarda evrimleşmiş olmasına karşın birlikte yaşıyor olmanın getirdiği kültürel çatışma, bir diğeri ise Batı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda Yahudileri “Yurt” için Filistin’e yönlendirme kararını verebilme gücünü kullanırken bugün de aynı yönde ve kararlılıkla sürdürmesidir.

Merkantilizm ve sonrasında gelişen kapitalizm, Yahudilerin kaderini, Osmanlı’da (Doğu) yaşananlar ve Batı’da (Batı) yaşayanlar olarak iki yönde farklılaştırdı.

Abdülhamid, Hertzl’in “koloni” önerisini kabul etmedi. İmparatorluğun her yerinde çiftlikler kurabileceklerini ama Filistin’deki kolonileşmenin “Devlet içinde devlet” oluşturacağını ve “Yahudilerle Araplar arasında husumete neden olacağını” öne sürerek kabul etmedi.

YAHUDİLERİN OSMANLI’DA YURT ARAYIŞLARI

Osmanlı’da Yahudi karşıtlığı yerine “dostluk” vardı. İmparatorluk olan Osmanlı, çok “millet”li bir toplumdu. Her milletin ferdi, Padişah’ın bir teb’asıydı. Batı Yahudileri kovarken, Osmanlı Padişahı onları kendi kulu olarak kabul etti (1492, Fatih). Zamanla gelişerek kurumsallaşan “kul” hukuku Osmanlı yıkılana kadar da devam etti. Yahudileri diğer “kullar”dan ayıran, onların özellikle 18 ve 19.uncu yüzyıllarda Batı’yla kurdukları ticaret, finans, teknik ve sosyal alanlardaki yakın ilişkileriydi. Osmanlı’nın kapitülasyonlarla dönen dış ticaretine ve savaşa bağlı, üretemeyen ekonomisi, Batı’da kapitalizm geliştikçe zayıflayarak ve sonunda tümüyle borçla yaşayan bir yapıya dönüştü (Duyun-u Umumiye, 1881).

Dünyadaki Yahudi kuruluşlarının “Yahudi Yurdu” arayışları ile Osmanlı’nın borç yükü altında ezilişi, dünya kapitalist sisteminin aynı döneminde ortaya çıktı. “Yurt” (Siyon) kavramını ortaya atan Theodor Hertzl, o dönemin padişahı Abdülhamid’den tüm Osmanlı İmparatorluğun borçlarını Yahudi kuruluşlarının üstlenmesi karşılığında Filistin’de Yahudi kolonizasyona izin vermesini istedi. Yahudilerin kuracağı ticari ve sanayi işyerlerinin Osmanlı ekonomisini canlanacağını öne sürdü.

Abdülhamid, Hertzl’in “koloni” önerisini kabul etmedi. İmparatorluğun her yerinde çiftlikler kurabileceklerini ama Filistin’deki kolonileşmenin “Devlet içinde devlet” oluşturacağını ve “Yahudilerle Araplar arasında husumete neden olacağını” öne sürerek kabul etmedi. Abdülhamid döneminde “mevzuata uygun” olarak kurulan 33 koloni ile sonradan kurulan 9 koloni, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kolonileşmelerin de çekirdeğini oluşturdu.

Shakespeare’in Venedik Taciri’ne de yansıyan merkantilist dönemin Yahudi karşıtlığı, milli devletleri 19. yüzyılda oluşan antisemitik ideolojilerle besleyerek sonunda Yahudileri yok etme yarışına dönüştü (1892 ve sonrası).

YAHUDİLERİN BATI’DA YURT ARAYIŞLARI

Merkantilizmle birlikte gelişmeye başlayan burjuva sınıfı Yahudileri engizisyon mahkemelerinin uyduruk suçlamalarıyla ezdi, sağ kalanlarını doğup büyüdükleri topraklardan göçe zorladı. Shakespeare’in Venedik Taciri’ne de yansıyan merkantilist dönemin Yahudi karşıtlığı, milli devletleri 19. yüzyılda oluşan antisemitik ideolojilerle besleyerek sonunda Yahudileri yok etme yarışına dönüştü (1892 ve sonrası).

Bu baskılar nedeniyle, Yahudilerin Filistin’de Yurt arayışları Osmanlı’da olduğu gibi İngiltere, Fransa ve Almanya’da da sürüyordu. Batı’nın sanayi ve özellikle sermaye piyasası gelişmiş olan bu ülke yönetimleri, Osmanlı’nın kabul etmediği Yahudilerin ekonomik ve politik gücünden yararlanmak istiyordu. 

Örneğin İngiltere, 19. yüzyılın ortalarında, Fransa’nın korumasında Osmanlı’ya karşı yürüyen Kavalalı’ya karşı Osmanlı’yı desteklemek için, “Yahudi Filistini” davasını savunmuş ve onları konsolosluk korumasına almıştı. 20. yüzyılın başında, Siyonizmin kurucusu Herztl’in çabasıyla bazı İngiliz politikacılar Yahudiler için, Kıbrıs, Sina-El-Ariş (1902, J. Chamberlain), Uganda (1903, J. Chamberlain) ve yeniden Sina-El-Ariş (1906, Lloyd George) gibi yerleri yurt olarak İngiliz kabinelerine önermişse de kabul edilmemişti.

Yahudilerin yurt arayışı aynı zamanda İngiltere ile Almanya arasındaki rekabet konularından da biriydi. Almanya’da Baron M. Hirsch’in kurucusu ve başkanı olduğu Yahudi Kolonizasyon Derneği aynı dönemde Arjantin’de bir “yurt” bile kurmuştu. 600.000 hektardan fazla arazide kurulan kolonilerde kadınlar, tarım arazilerinde çalışıyor ve bu işi sürdürecek çocukları eğitiyordu. 1920'ye gelindiğinde Arjantin'de 150.000'den fazla Yahudi yaşıyordu.

Balfour Deklarasyonu (Ekim 1917) İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un, Lordlar kamarası üyesi ve Yahudi banker olan J. Rothschild’a, Yahudilerin “Milli Yurt” arayışına verdiği destek sözüdür: “Kraliyet hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.”

BALFOUR DEKLARASYONU

Yahudileri “yurt” arayışına, Osmanlı’yı borçlarına çare, Batı’yı politik güç ve savaşın finansmanı için para ve “müttefik” arayışına yönlendiren bu sürecin sonunda, Birinci Dünya Savaşın’ın Filistin cephesinin en sıcak günlerinde Balfour Deklarasyonu yayınlandı (1917).

Balfour Deklarasyonu (Ekim 1917) İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un, Lordlar kamarası üyesi ve Yahudi banker olan J. Rothschild’a, Yahudilerin “Milli Yurt” arayışına verdiği destek sözüdür: “Kraliyet hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır.” İngiltere bu söz ile, Rusya ve Doğu Avrupa ükelerinde baskı gören Yahudilerin Almanya’ya verdiği desteği müttefiklere yönlendirmeyi ve Amerika’dakilerle Osmanlı’daki Yahudilerin de finansal ve politik desteğini sağlamayı amaçlamıştı.

“Yahudi Yurdu” olarak öngörülen Kutsal Topraklar, Sykes-Picot Anlaşmasında Şeria Nehrinin batısında kalan, sınırları açıkça belirlenmemiş ve uluslararası yönetime bırakılacak bir bölgeydi. Fransızlar için bu bölge Hayfa, Galilei ve Necef çölüyle sınırlıydı. Bu belirsizliğe uygun olarak Fransız hükümeti deklarasyonu, zafer İngiltere’ye bağlı olduğu için, Yahudilere “davanıza sempati ile bakıyoruz” gibi belirsiz bir açıklama ile, ABD Başkanı Wilson da (sanki) “ezilen Yahudilerin durumunu düşünüyormuş gibi, Siyonist amaçlara bir sempati” ile değerlendirdi.

Filistin’de Yahudi Yurdu kurma önerisi bir Evangelist olan Başbakan Lloyd George’’dan geldi. Önerinin en büyük destekçisi İngiliz ve Hollandalı göçmenlerin kurduğu Apartheit rejiminin temelini oluşturan Evangelist ve Yahudi kültürüyle yetişmiş, Boer savaşında İngiliz saflarında Apharteit rejimi için savaşmış, Güney Afrika Bakanı General Smuts’tu.

BALFOUR DEKLARASYONU KARARI, İNGİLTERE VE ARAPLAR

Abdülhamid’in “Devlet içinde devlet olur” diye kendi iktidarını zayıflatabileceği için tehlikeli gördüğü kolonileşme (Yahudi Yurdu) isteğini Batı tersine “Yahudi Yurdu” sözü vererek Yahudilerin dünyadaki siyasi ve ekonomik gücünü Doğu’ya karşı stratejik destek olarak kullandı. Gene Abdülhamid’in “Yahudilerle Araplar arasında husumete neden olur” diye düşündüğü kolonileşmenin, Batı kültürü içinde yetişmiş Yahudilerin kuracağı çiftliklerin sağlayacağı ekonomik fayda ve refahın, “husumet” değil dostluğu geliştireceğini düşündü. 

Filistin’de Yahudi Yurdu kurma önerisi bir Evangelist olan Başbakan Lloyd George’’dan geldi. Önerinin en büyük destekçisi İngiliz ve Hollandalı göçmenlerin kurduğu Apartheit rejiminin temelini oluşturan Evangelist ve Yahudi kültürüyle yetişmiş, Boer savaşında İngiliz saflarında Apharteit rejimi için savaşmış, Güney Afrika Bakanı General Smuts’tu. Belki de bugün Güney Afrika’nın Lahey Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı açtığı “Soykırım davası”nın bilinç altında, Smuts’a karşı duyulan öfkenin gölgesi vardır. Lloyd Geoge ve Smuts’a göre Filistin, İngiltere için Mezopotamya ile birlikte Mısır’dan Hindistan’a kara yolu sağlayan, Afrika ile Asya’yı birleştiren stratejik bir bölgeydi. Süveyş Kanalı’ndan geçen yolun güvenliğini de dolaylı olarak etkiliyordu. Ayrıca savaş sonrasında Ortadoğu’nun Almanlarla Türklerin etkisinde kalma olasılığına karşı Filistin’de Yahudi milliyetçiliğinin (Siyonizm) desteklenmesi gerekiyordu.

Milliyetçilik ve Mekke Şerifi Hüseyin (Araplar)

Batı’daki milli devletleri ortaya çıkaran süreçler Doğu’da yaşanmadı. Doğu’da 19. yüzyıldan başlayarak Balkan devletlerini kuran milliyetçi ayaklanmaların ortak özelliği, Batı’nın “Milliyetçi” ideolojisiyle desteklenen etkin sosyal ve ekonomik elit bir güce dayanmasıdır. Oysa İngiltere’yle işbirliği yapan Arapların ne ideolojileri, ne de sosyal ve ekonomik gücü olan elit bir gruptu; kabilelerden oluşan toplumdu. “Arap milliyetçiliği”nin geliştiği Suriye ve Mısır’daki elitlerin ise savaşı belirleyecek etkin bir gücü yoktu.

Osmanlı’ya karşı savaşırken açacakları, bugün Filistin ve Ürdün’ün kullandığı bayrağı bile İngilizler kurgulayıp şekillendirmişti.

Hüseyin'in iktidar hırsındaki değişimin ne ayaklanma öncesinde ne de sonrasında Arap milliyetçiliği ile bir ilgisi vardı. Müslümanlara yaptığı duyuruları da milliyetçi fikirlerden yoksundu. İsyanın haklılığını geleneksel Müslüman siyasi teorilerine dayandırıyordu. Kral olduktan sonra kendisi için kullandığı "milliyetçi" ve "vatansever" gibi sıfatlar, geleneksel Müslüman söylemlerle meşrulaştırıldığında bile nasıl uygulanacakları belirsizdi. Aslında Hüseyin'in temel amacı, emirliğine yakın Arap komşuları üzerindeki üstünlüğünün güvence altına alınmasıydı. Kendi devleti içinde İngiliz ayrıcalığını kabul edebilir, hatta Fransızların Suriye'nin bir kısmında Arap devletinden dışlanma iddiasına bile katlanabilirdi, ancak Arap komşuları üzerinde hegemonya kurma çabalarından vazgeçemezdi.

Batı, Balfour öncesinde Arapların ne düşündüğü önemsemedi. Filistin’nin Sykes Picot anlaşmasıyla "Uluslararası Özel Yönetim bölgesi" (Kutsal Topraklar) olarak belirlendiği şimdiki Ürdün Kralı’nın dedesi olan Mekke Şerifi Hüseyin’e ancak anlaşma sonrasında, savaş sırasında anlatıldı. İngiltere’nin Kahire Bürosu yazışmalara ve Arap Bülteni’nde çıkan yazılarına bakılısa, şimdiki Mekke Şerifi Hüseyin ve onunla kurulan ilişkiler üzerine Batılıların yaptığı değerlendirmelere bakılırsa Arap bağımsızlığı için savaşan bir lider olmaktan çok uzak biri olduğunun bilindiğini göstermektedir:

- Hüseyin’in isteklerini kabul eder görünüp, sahte paralara benzer sözler veriliyordu...

- Kahire tarafından verilen sözlere kaygılanmayın. Bunların hepsi hayali şatolardır...

- Elimden geldiği kadar belirsiz konuştum...

- Bir yandan savaştan sonra Arapların bağımsızlığa kavuşacaklarını kabul ediyor, bir taraftan da   yönetim için İngiliz danışmanlara gereksinim duyacaklarını söylüyordu...

- Bölgede kurulacak hükümetlerden ya da kesin sınırlara ilişkin taahhütten kaçınmıştı...

Böyle bir ortamda, “Milliyetçi, vatansever, bağımsızlık için hayatını veren”(!) Allenby’nin destek kuvveti kabilelerin lideri Emir Hüseyin ve oğlu Faysal’la yapılan işbirliği, adeta çöl kumuna yazılmış bir anlaşmaya dayanıyordu: Anlaşmanın bir tarafında amaçları kesin ve ne yapacağını bilen müttefikler (Batı), diğer tarafında ise ayakları yere basmayan, yerelliği aşmayan egemenlik hırsı İngiltere’den aldığı altınlarla beslenen liderlerinin arkasında milliyetçilikle ilgisi olmayan  kabile savaşçısı Araplar (Doğu) vardı.

Müttefikler Araplar’ın ayağının yere basmadığını biliyor, Araplar ise bilmiyordu.  Bu farklılık, rüzgara göre yer değiştiren kum tepeleri gibi geleceği belirsizleştiriyor ve uyuşmazlıkların temelini oluşturuyordu.

Churchill’in amacı savaş öncesindeki anlaşmaların uygulanması ve o sırada süren Yahudi-Arap çatışmalarına çözüm bulmaktı. Balfour deklarasyonun’dan beklenenin tersine, Filistin’de barış yerine çatışmacı bir ortam oluştu.  Çatışmaların şiddeti o günlerde bile İngilizlerin beklemediği kadar fazlaydı.

CHURCHILL, ARAPLAR VE YAHUDİLER

İngiltere, savaş sonrasında kabinenin Orta Doğu politikası ile Filistin politikasını eşgüdümlemek için askeri ve sivil tüm uygulamalarda yetkili olarak Sömürge Bakanı Churcill’i görevlendirdi.

Churchill’in amacı savaş öncesindeki anlaşmaların uygulanması ve o sırada süren Yahudi-Arap çatışmalarına çözüm bulmaktı. Balfour deklarasyonun’dan beklenenin tersine, Filistin’de barış yerine çatışmacı bir ortam oluştu.  Çatışmaların şiddeti o günlerde bile İngilizlerin beklemediği kadar fazlaydı. Arapların ve Yahudilerin yönetime güveni her gün daha da azalıyordu. Çatışmaların temelinde Arapların Yahudi göçünün kendi varlıklarını tehdit edeceği endişesi vardı.

Araplar, Hayfa’daki ilk kongrede (1921) Churchill’e endişelerinin giderilmesini ve Balfour deklarasyonun uygulanmamasını isteyen 1200 kelimelik bir muhtıra verdi. Muhtırayla Araplar Churchill’den adeta zamanın okunu geriye çevirmesini, saatleri geri almasını istiyordu:

“Birincisi: Yahudiler için Ulusal Yurt ilkesi kaldırılsın.

İkincisi: Savaştan önce Filistin'de var olan Filistin halkı tarafından seçilen bir Parlamento'ya karşı sorumlu olacak bir Ulusal Hükümet kurulsun.

Üçüncüsü: Ulusal Hükümet kurulana kadar Yahudi göçüne bir son verilsin.

Dördüncüsü: Savaştan önceki yasalar ve yönetmelikler uygulanmaya devam etsin ve İngiliz işgalinden sonra hazırlanan diğer tüm yasalar iptal edilsin ve Ulusal Hükümet kurulana kadar yeni yasalar yaratılmasın.

Beşincisi: Filistin kardeş devletlerinden ayrılmamalıdır.”

Muhtıra ayrıca, eğer “Bizi İngilizler anlamazsa, diğer güçler anlar; Ruslar hatta Almanlar bir gün  çağrımızı duyar gelir.” gibi tehditler içeriyordu. Gerçekten de Araplar İkinci Dünya Savaşı sırasnda Almanlarla, sonra Sovyetlerle, bugün de Ruslarla ama her dönemde “Batı” karşıtı siyasi oluşumlarla işbirliğine girdi.

Churchill’in Arap muhtırasına yanıtı, Filistin konusunda Batı’nın bugün de kullandığı görüşlerin temeliydi. Zaferi Batı kazanmıştı, Osmanlı yönetimine özlem gerçek dışıydı. Araplar Yahudilerin ekonomik deneyleriden yararlanmalıydı:

“Balfour deklarasyonu. Müttefik Devletler tarafından onaylanmıştır; ve bu deklarasyon, savaş devam ederken, zafer ve yenilginin belirsiz olduğu bir zamanda yapıldı. Savaş'ın bitmesiyle artık kesinleşen bir  gerçeklik oldu.

Türkleri deviren, bu bölgeleri özgürleştiren Filistinli Araplar değil, Britanya ordularıdır. Bu görevin yerine getirilmesi için, hayatlarını ve kanlarını veren tüm Britanya İmparatorluğu askerleri çok büyük fedakarlıklarda bulunmuştur. Bunun dünya için, Yahudiler için ve Britanya İmparatorluğu için... Filistin'de yaşayan Araplar için de iyi olacağını düşünüyoruz.

Muhtıra, Türk yönetimi altındaki Filistin'deki hoş durumun altın bir resmini çiziyor: Herkes istediğini yapıyordu; vergilendirme hafifti; adalet hızlı ve tarafsızdı; ticaret, alışveriş, eğitim, sanatlar herşey gelişmişti. Harika resimin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Öyleyse Araplar bu cennette neden isyan etti?

Filistin'e Yahudi göçü ancak yasal yollarla kendilerne bir yer edinip geçimlerini sağladıklarnda gerçekleşecektir. Yahudi kolonilerinin yaptığı kumlu atıkların nasıl geri kazanıldığını ve yerlerine nasıl gelişen çiftlikler ve portakal bahçelerinin ekilmesi gibi çalışmaları kendi gözlerinizle görüyorsunuz. Ayrıca dışarıdan gelen, Filistin'in genel refahının artırılmasına adanmış olan fonlar, sizi Siyonist harekete karşı akıllıca ve hoşgörülü bir bakış açısı benimsemeye yöneltmesi gereken nedenlerden biridir (özet çeviri).”

Hayfa kongresinde Churchill’e muhtıra veren Arap heyetine ve daha sonra da Londra’da 1921-1922 yıllarındaki heyetlere başkanlık yapan, Kudüs’ün önde gelen ailelerinden Musa Kazım Paşa Al-Huseyni, Yahudilere toprak satışının sınırlandırılmasını hatta yasaklanmasını savunuyor olmasına karşın Yahudilere en çok toprak satan seçkinlerin başında geliyordu.

YAHUDİLERE TOPRAK SATIŞININ YASALLIĞI VE ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ

Churchill’in Araplarla Londra, Kahire, Gazze, Hayfa ve Kudüs’te yaptığı görüşmeler Arap-Yahudi gerginliğini azaltmadı. Araplar, Yahudilere Osmanlı döneminden beri satılan topraklarda kurulan kolonilerin, verimli üretim birimleri olarak Filistin’de sosyal ve ekonomik yönden kendilerinden çok daha etkin bir yapıda olduğunu deneyimliyor, ayaklarının altından toraklarının kaydığını hissediyor, Filistin’in politik ve toplumsal yapısında azalan etkinlikleri öfkeye dönüşüyordu. Arapların o günlerden bu yana “Yahudiler topraklarımızı zorla elimizden aldı, topraklarımızı işgal etti” söylemi çatışmaların hala en önemli gerekçesini oluşturuyor. 

Oysa, Churchill’in dediği gibi, Filistin’i Yahudiler değil İngilizler işgal etmiş, Araplar da onlara yardımcı olmuştu. Koloniler, zorla değil Manda yönetiminin yasalarına uygun olarak satın alınan topraklarda kurulmuştu. Yahudi ulusal yurdu, “Majesteleri Hükümeti”nin, yani İngiltere’nin Orta Doğu'daki stratejik çıkarlarını korumaya çalıştığı uygulamalar bütününün (context) bir parçasıydı. O “context” Arap’lara göre değil, Arapların Osmanlıya karşı işbirliği yaptığı İngiltere’nin, çıkarlarına göre belirleniyordu; İngiltere’nin Mısır'daki varlığını sürdürmek, Süveyş Kanalı'na ve Doğu'ya erişimi güvence altına almak, Lübnan ve Suriye'deki Fransız emellerinin güneye kaymasını önlemek ve Akdeniz'i Irak'ın petrol sahalarına bağlayan bir kara köprüsü yapmak gibi verilen kararların her biri o “context”in bir parçasıydı.

Kaldı ki, ne savaş öncesinde ne de sonrasında Araplarda o toprakları ne “vatan” yapacak siyasi bir görüş ne de siyasi bir güç vardı. “Filistin toprağına” asıl sahip çıkması gereken büyük toprak sahipleri ve Osmanlı döneminde yöneticilik yaparken toprak sahibi olan aileler ise topraklara sahip çıkmak bir yana, değerinin üzerinde yüksek fiyatlarla kendi topraklarını satıyordu. Örneğin, Hayfa kongresinde Churchill’e muhtıra veren Arap heyetine ve daha sonra da Londra’da 1921-1922 yıllarındaki heyetlere başkanlık yapan, Kudüs’ün önde gelen ailelerinden Musa Kazım Paşa Al-Huseyni, Yahudilere toprak satışının sınırlandırılmasını hatta yasaklanmasını savunuyor olmasına karşın Yahudilere en çok toprak satan seçkinlerin başında geliyordu.

Bu satış eğilimi öyle güçlüydü ki, zaman zaman satılan toprakların miktarı Yahudilerin satın alma kapasitesinin üzerine çıkıyordu. Araplar, Yahudiler ve İngilizler arasında aşırı gerginlik olduğu zamanlarda ya da Yahudi Ulusal Fonu’nun ciddi para sıkıntısı çektiği zamanlarda bile çok sayıda satış teklifi geliyordu. Örneğin 1937 Aralık ayında, Arap isyanının ortasında, Yahudi Ulusal Fonu'na Arap satıcılar 200.000 - 300.000 dönüm teklif etmişti.

Toprak sahipliği, Arap elitlerinin birçoğu için İngiliz varlığı ve Yahudi yerleşimi tarafından yavaş yavaş sınırlanan siyasi ayrıcalıklarının sonuncusuydu. Toprak satışları yoluyla sermaye edinimi, kişinin azalan sosyal ve ekonomik statüsünü geçici de olsa korumasının bir aracı haline gelmişti. Arap elitlerinin kişisel çıkarları, Filistin’in (olmayan) ortak çıkarlarını gölgede bırakıyordu. Toprak edinmek, satın almak, satmak ve spekülasyon yapmak artık bir davranış normuydu; toprak satışlarının yabancılaşmaya neden olup olmadığı ve bu yabancılaşmanın kişisel utanç, rezalet ve pişmanlık yaratıp yaratmadığı tartışmalarıyla birlikte, toprak satışlarına aracılık veya satış ilişkisi, siyasi muhalifleri veya sapkın aile üyelerini suçlamak için geçerli ve tekrar eden bir araç haline gelmişti.

Sonuç

Tüm dünyaya Osmanlı’nın çöküş dönemi günlerinden bugüne kalan en büyük miras, Osmanlı’nın 600 yıllık İmparatorluk bilinci ile Abdülhamid’in Yahudilerin kolonileşmesine karşı tutumuna gerekçesi olan “Devlet içinde devlet olur” ve “Yahudi düşmanlığı yaratır, fesat çıkarır” görüşlerinin nasihat içeren öngörüsüdür.

Ne var ki, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun (Doğu) o öngörüyü savunacak gücü kalmamıştı. Savaşı “müttefikler” (Batı) kazanmıştı. Artık güç Batı’daydı. Churchill’in Hayfa Konferansı’nda Araplara açıklıkla söyledikleri tümüyle Batı’nın iktidar anlayışına göre şekillenmş “akılcı” gerçekliklerdi. Artık Arapları Allenby’nin ordusuyla Filistin’e doğru savaşırken, gayrete getiren altınlar yoktu. Batı’nın savaş öncesinde verdiği sözler tutul(a)mayacaktı. Şam’a doğru Liman Von Sanders komutasındaki 4.üncü Ordu’yu kovalarken kurdukları Fransızlar’ın olmadığı bir “Suriye Kırallığı” hayali soluklaşıp yok oluyor, Batı’nın kurgulayıp şekillendirdiği Filistin bayrağı artık sonu gelmeyecek çatışmalar için açılıyordu.

Batı’nın çıkarlarına göre Batı aklıyla kurgulanan çözümler, Araplar için çözümsüzlük getiriyor, Batı’nın akılcılığını algılayamıyor, Araplar umuda dayalı hayallerinin gerçek olmadığını görüyor, artık kendi sorunlarını ve o sorunların çözümleriyle birlikte kendilerinin değil, Batı’nın belirlediğini fark ediyorlardı. Osmanlı döneminde hoşnut olmadıkları yaşamları onlara şimdi sanki cennet gibi geliyordu.  Çözümsüzlüğün, pişmanlığın, gerçek dışılığın, getirdiği hayal kırıkları öfkeli ideolojilere dönüşüyor bir sonraki savaşta NAZİ’lere, sonrasında Sovyetlere, Rusya’ya ve “Hamas”a bağladıkları umutları tükenene kadar silahlanıyor, Orta Doğu’da sonu gelmeyecek çatışmaların tarafı oluyorlardı.

---

Kaynakça

- Ali Arslan (Prof. Dr.), 2023, Yahudilerin Filistine Sakince İskanı, İskenderiye Kitap.

- Daniel Chirot, Karen Barkey, 1983, States in Search of Legitimacy, (Makale).

- David Fromkin, 2018, Barışa Son Veren Barış, Epsilon Yayınevi, 7.Baskı.

- Ernest Dawn, 1973, From Ottomanism to Arabism Essays on the Origins of Arab Nationalism, C.,

- Hasan Çetin, 2024, "Yurt" arayan Yahudiler Filistin'de, (Makale).

https://www.yeniarayis.com/haber/yurt-arayan-yahudiler-filistinde-4967 (2024-09-21 de görüldü).

- Kennet W. Stein,1987, The Land Question in Palestine, 1917-1939, The University of North Carolina Press

- Martin Gilbert, 2015, Winston S. Churchill: Volume IV, World in Torment, At The Colonial Office, 1921–1922. (Part Three III), 32 Visit to Jarusalem, Hillsdale College Press, Rosetta Books.

- Peter Richerson, Morten H. Christiansen,  2012, Cultural Evolution, MIT Press Cambridge London.

 

 

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER