İlimden emekli olan akademisyen üniversitelerden de emekli edilmelidir
EĞİTİMBir yükseköğretim kurumunun en önemli vasıflarından birisi kendi öğretim üyesini yetiştirmesidir. Tarihimizde orta ve yükseköğretimin kurumsal olarak sistemleştirildiği Büyük Selçuklu Devleti’nde Sultan Alpaslan döneminde Vezir Nizamülmülk’ün gayretleriyle 1066’da kurulan Nizamiye Medreselerinde kendi öğretim elemanını yetişme dönemine girilmişti.
Üniversite ve fakültelerin özerk olduğu dönemlerde bir öğretim üyesinin ilmi yetersizliği, fakülte reisi/dekanın teklifi ile fakülte meclis/genel kurulunun komisyonlar vasıtasıyla tesbit edilir ve en sonunda üniversite divanı/senatosunu kararı ile kesinleştirilerek üniversiteden uzaklaştırılırdı. Bunun için en güzel örneklerden birisi 1930-1931 yılında yaşanmıştı.
İnsanlığın refahına katkı ve hakikati bulmada en önemli kurum olan üniversiteler, Yükseköğretim Kanunu’na göre de; “ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kurumlar”dır. Doğal olarak üniversitelerden beklenen bu görevleri yerine getirebilmeleri için, öğretim üyelerinin hem iyi bir araştırıcı hem iyi bir öğretici hem iyi bir yazar hem de çeşitli niteliklerde tezahür edebilecek danışman olmalarını zaruri kılmaktadır. Üniversitelerin maddi imkânlara sahip olması önemli olmakla beraber, üniversitelerin olmazsa olmazı en önemli unsuru akademik kadrosudur. Akademisyenlerin kendi alanlarında araştırma yapmaları, bilimsel gelişmeleri incelemeleri, yeni elde edilen verilere göre öğrencilere ders vermeleri, yaptıkları çalışmaları bilimsel makaleler, konferanslar, sempozyumlar ve sair yollarla paylaşmaları şarttır.
Üniversitelerin kalitesi ve gücünü belirlemede ölçü esasında öğretim üyelerinin kalitesidir. Zira Üniversite akademisyenleri, ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmekte en büyük role sahiptir. Akademisyenler mezuniyet tezi, Yüksek Lisans ve Doktora programları vasıtasıyla yeni araştırmacı ve akademisyenleri yetiştirmekle de görevlidir. Hakiki akademisyen kadrosuna sahip bir üniversite, eğitim-öğretim, araştırma ve topluma hizmet ile hem bulunduğu ülkeye hem de tüm insanlığa büyük fayda temin edecek potansiyele haiz olabilir.
Bir yükseköğretim kurumunun en önemli vasıflarından birisi kendi öğretim üyesini yetiştirmesidir. Tarihimizde orta ve yükseköğretimin kurumsal olarak sistemleştirildiği Büyük Selçuklu Devleti’nde Sultan Alpaslan döneminde Vezir Nizamülmülk’ün gayretleriyle 1066’da kurulan Nizamiye Medreselerinde kendi öğretim elemanını yetişme dönemine girilmişti. Bir ülke yeterli ilim adamına sahip değilse bunu ya başka ülkelerde yetişmesini sağlar veyahut ta ilim adamı transfer eder. Bu transfer ve yetiştirme her dönemde uygulanmıştır.
Mesala Timur, 1402’de Bursa’da karşılaştığı meşhur âlim Şemseddin Cezerî'yi Semerkand’a götürmüştü. Fâtih Sultan Mehmed döneminin meşhur âlimlerinden Ali Kuşçu'nun İstanbul’a gelmesini sağlamıştı. Rus Çarı Michael(1613-1645) zamanında da Oxford ve Cambridge Üniversitelerine öğrenciler gönderilmiş, Almanya, Hollanda ve İskoçya’dan bilim adamı getirilmişti. Çar Büyük(Deli) Petro 1724 yılında Rusya Bilimler Akademisi kurduğunda burada ders vermek üzere Batı Avrupa’dan bilginlere görev vermişti. 1845’de Osmanlı Devleti’nde Avrupaî tarzda yükseköğretim kurumu açılması kararlaştırılınca iki talebe 1857'de Paris'e gönderilmişti. Japonya’da Meiji(1867-1912)hükümeti ülkede reforma başlarken, toplam 42 öğrenciyi ABD ve çeşitli Avrupa ülkelerinde eğitime göndererek başlamıştı. Günümüzde en iyi üniversiteler sahip olan ABD, Çin Halk Cumhuriyeti dâhil dünyadaki akademisyenleri cezbeden bir ülkedir.
Türkiye’de üniversite ve akademisyen sayısı yükselirken nitelik veya niteliğin devamı problemi çözülememiştir. Sayısal olarak hem üniversite hem de akademisyen sayısı artmış fakat nitelik bakımından gerekli gelişme sağlanamamıştır. Sayısal artışlar ile üniversitelerin kalitesi arasında bir paralellik oluşmamıştır.
NİTELİK BAKIMINDAN GEREKLİ GELİŞME SAĞLANAMAMIŞTIR
Türkiye, akademisyen yetiştirmek için Tanzimat’tan beri Avrupa’ya öğrenci göndermeye devam etmiş bazen de II. Meşrutiyet ve 1930’larda olduğu gibi Avrupa’dan akademisyen transferi gerçekleştirmişti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üniversite sayısı artırılırken akademisyen yetiştirmeye de gayret edilmiştir. YÖK’e göre 13.11.2024 tarihinde Türkiye’deki akademisyen sayısı 37719 Profesörü, 25198 Doçent, 44293 Doktor Öğretim Üyesi, 36357 Öğretim Görevlisi, 40508 Araştırma Görevlisi olmak üzere 184075 öğretim üye ve elamanı vardır. Türkiye’de üniversite ve akademisyen sayısı yükselirken nitelik veya niteliğin devamı problemi çözülememiştir. Sayısal olarak hem üniversite hem de akademisyen sayısı artmış fakat nitelik bakımından gerekli gelişme sağlanamamıştır. Sayısal artışlar ile üniversitelerin kalitesi arasında bir paralellik oluşmamıştır. Bunun en önemli sebebi akademisyenlerin yapma mecburiyetinde oldukları akademik çalışmalarının hem sayısal ham de nitelik olarak denetimi yapılmamasıdır.
Akademisyen yetiştirme ve temin etme yanında bunların devamlı üretim yapmalarını temin etmek te şarttır. Her ülke kendine göre akademisyenlerin üretim yapmasını sağlamak için çözümler oluşturmuştur. Bunlar yerinde denetim, merkezi denetim ve başarı-başarısızlık üzerinden denetim şeklinde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de üniversite ve fakültelerin özerk olduğu dönemde yerinde denetim ilkesi benimsenirken 1981’deki Yükseköğretim Kanunu ile merkezi denetime geçilmiş ve halen bu tarz devam etmektedir.
Üniversite ve fakültelerin özerk olduğu dönemlerde bir öğretim üyesinin ilmi yetersizliği, fakülte reisi/dekanın teklifi ile fakülte meclis/genel kurulunun komisyonlar vasıtasıyla tesbit edilir ve en sonunda üniversite divanı/senatosunu kararı ile kesinleştirilerek üniversiteden uzaklaştırılırdı. Bunun için en güzel örneklerden birisi 1930-1931 yılında yaşanmıştı. Müderris Kemal Cenab Bey, yayınlanma aşamasındaki fizyoloji kitabındaki hataları eleştirmesi üzerine eseri tercüme eden Muallim/Doçent Rasim Ali Bey hakkında Tıp Fakültesi Meclisi beş kişilik bir komisyon kurarak konuyu inceletmişti. Rasim Ali Bey’in ilmi bakımdan yetersiz olduğu tespiti üzerine Tıp Fakültesi Meclisi tarafından öğretim üyeliğine son verilmesini kararlaştırmış ve İstanbul Üniversitesi Divanı da bunu onaylamıştı. Maarif Vekâleti’nin Rasim Ali'nin tekrar göreve başlamasını İstanbul Üniversitesi’nden istemesine rağmen Tıp Fakültesi Meclisi bu isteği yürüklüğe koymamıştı. Bu uygulama özerk yapının hüküm sürdüğü 1946-1981 arasında da devam esas itibariyle ettirilmişti.
1981’de Yükseköğretim Kanunu ile üniversite ve fakültelerin özerkliklerine son verilmiş, sadece YÖK özerk hale getirilmiş ve üniversiteler ile akademisyenlerin denetlenmesi görevi de YÖK’e bırakılmıştı. YÖK adına bu denetleme görevini Yükseköğretim Denetleme Kurulu yerine getirecekti. Yükseköğretim Denetleme Kurulu; “üniversiteleri, bağlı birimlerini, öğretim elemanlarını ve bunların faaliyetlerini gözetim ve denetim altında bulundura”çaktı (YK, m.8). Yükseköğretim Denetleme Kurulu’nun görevi; “Yükseköğretim kurumlarında, eğitim - öğretim ve diğer faaliyetlerin bu kanunda belirtilen amaca ve ana ilkelere uygunluğunu Yükseköğretim Kurulunca hazırlanacak esaslara göre ve onun adına denetlemek”ti (YK, m.9) Böylece, akademisyenlerin eğitim-öğretim ve yayın faaliyetlerini denetleme işi 10 kişilik bir kurula havale edilmişti.
Öğretim üye ve elemanlarının ilmi denetiminin; eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayım, seminer, klinik ve uygulama faaliyetleri üzerinden olması planlanmıştı. Her öğretim üyesi öğretim yılı sonunda hazırladığı raporu birim yöneticisi vasıtasıyla dekana verecekti. Dekan görüşlerini ekleyerek bu raporu rektöre gönderecekti. Rektör değerlendirmelerini yaparak gerekli tedbirleri alacak ve yetersizlik ile ilgili olanları YÖK'e bildirecektir. Her üniversitede ve Üniversitelerarası Kurul'da öğretim elemanlarının yayınladığı ve yayınlayacağı eserlerinin toplanacağı birer arşiv kurulacaktı (YK,M.42). YÖK’ün kuruluşundan bir süre öğretim üyelerinin eserlerinin YÖK’e gönderilmesi uygulamasına Ankara’daki bazı üniversitelerde başlanmıştı.
Ancak denetimde başarılı olunamamıştı. YÖK’ün öğretim üyelerini denetlemesinin imkânsız olduğuna kanaat getiren öğretim üyelerinden bir grup bir deneme bile yapmışlardı. Ankara’daki bir üniversitede görevli akademisyen H.’nin anlattığına göre, öğrencilerin yaptıkları tezlerin sadece üst kapağına kendi adlarını yazarak YÖK’e göndermişlerdi. Ayraca akademisyen H., 10 yıl geçtiği halde, Yükseköğretim Denetleme Kurulu’nun iç kapat ile dış kapağın farklı olduğunu tespit ederek geri dönüş yapmadığını da belirtmişti. 1987 yılından beri üniversitede görev yaptığım halde, kanunda belirtildiği şekilde, Yükseköğretim Denetleme Kurulu tarafından bir denetime tabi tutulmadığımı da ifade etmeliyim.
Doktora tezleri dışında ciddi kitap çalışması olmayan, şeklen olan editörlükleri kitap olarak kayda geçen, her türlü yayınları toplamı bölümün çok gerisinde kalan bölüm başkanlarının akademik üretimde akademisyenlere örnek olmasını ve yayın yapılmasını teminini beklemek boşunadır.
BÖLÜMÜN ÇOK GERİSİNDE KALAN BÖLÜM BAŞKANLARI
Öğretim üyelerinin denetiminde Üniversitelerdeki dekan ve rektörlerin veya fakülte kurulu ve senatoların ciddi bir görev verilmemesi ve Yükseköğretim Denetleme Kurulu’nun bu görevi yürütmesinin imkânsız olması dolayısıyla, Yükseköğretimde akademisyenlerin üretkenliğini denetimde büyük problemler mevcuttur. Yüksek Lisans, Doktora çalışması sonrasında ve bilhassa Doçentlik atamasının akabinde akademisyenlerin büyük kısmı ilmi üretimden vazgeçiyor veya deyim yerindeyse rölantiye geçiyorlar diyebiliriz. Bu da çeşitli boyutta problemlerin ortaya çıkmasına ve üniversitelerin akademik üretim gerçekleştirmemesinin esaslarından birini oluşturmaktadır. Hele akademik üretimi bırakanların yönetici kadrolarına yerleşmesi Türkiye’de üniversitelerin çöküş ve dünyada ilk 1000’e dahi girmesine engelleyen bir mahiyete ulaşmıştır. Mesela yıllarca konuşma-konferansvari bildiri ve benzerleri dışında pek yayın yapmayan dekanların yönettiği fakültelerde, diğer akademisyenlerden ciddi bir şekilde akademik ürün istemesi mümkün olamamaktadır.
Doktora tezleri dışında ciddi kitap çalışması olmayan, şeklen olan editörlükleri kitap olarak kayda geçen, her türlü yayınları toplamı bölümün çok gerisinde kalan bölüm başkanlarının akademik üretimde akademisyenlere örnek olmasını ve yayın yapılmasını teminini beklemek boşunadır. Üretken akranlarının eser vermesinden rahatsız olan, doçentlik sonrası müessir çalışma yapmayan, kurumsal çalışmaların üzerine yazılan editörlükleriyle öne çıkan anabilim dalı başkanlarının akademik üretimi arttırması düşünmek te hatalı olsa gerektir. Üniversitede 20-30 yıldır görev yapmasına rağmen üç yıla bir basit makalesi bile denk gelmeyen, yüksek lisans ve tezini bile yayınlamayan akademisyenlerin 67 yaşına kadar yer işgal etmelerinin yükseköğretime pek katkısı olmayacaktır.
SONUÇ
Sistemin bozukluğu, denetim yetersizliği ve akademisyenlerdeki öğrenme-araştırma ruhunun kaybolması gibi sebeplerle, öğreten ve öğrenen topluluğu demek olan üniversite, Türkiye’de ekseriyet itibariyle tembel akademisyen ve dolayısıyla yetersiz öğrenci topluluğuna dönüşmüş durumdadır. Bunun temel sebebi üniversitenin esas unsuru olan akademisyenlerin büyük çoğunluğu, kıdemlilerin ekseriyeti kendilerini ilimden emekliye ayırmalarıdır. Bunun için yapılası gereken ilimden emekliye ayrılan akademisyenleri üniversiteden de mecburi emekliye sevk edilmesi elzemdir. Daha açık bir ifadeyle üretmeyen, makam ve kıdem ile üretime engel olan yöneticiler başta olmak üzere, üretmeyen akademisyenlerin tamamı, 67 yaşına beklemeden, başka üniversitede görev yapmamak üzere, emekliye sevk edilmelidir. Bu da hem üniversitelerin hem gerçek akademisyenlerin hem de öğrencilerin lehine olacaktır.
Günümüzde 14 üyenin görev yaptığı Yükseköğretim Denetleme Kurulu’nun, üniversitelerin bütün işlemleri yanında, 184075 öğretim üye ve elamanını yayınları üzerinden bile denetlemesi imkânsız olduğundan, üniversitelerin üniversite olması için, yeni anayasa ve yükseköğretim kanununda öğretim üyelerinin denetimi hususunda, akademisyenlerin denetimini gerçekten yapacak ve üretimi teşvik edecek yeni bir usulün ihdas edilmesi şarttır.
İlginizi Çekebilir