© Yeni Arayış

İki Şehrin Hikayesi: Birleşik Krallık ve Fransa seçimleri…

İki Şehrin Hikayesi: Birleşik Krallık ve Fransa seçimleri…

Fransa ve İngiltere seçmeni, aşırı sağı reddediyor. Seçmenlerin büyük çoğunluğu, faşizan düşünce ve uygulamaların iktidar hevesini püskürttüler. Bunu yaparken aşırı soldan liberal ve hatta muhafazakâr sağ partilere kadar tüm seçmen tabanı, son derece sağlıklı bir tepki vermeyi başardı. Siyasi mülahazaların ve gelecekte yaşanması muhtemel hükümet krizlerinin çok ötesinde, bu mesajın özellikle müesses sağ partilerce iyi okunması ve anlaşılması gerekiyor. Charles Dickens’in büyük romanından esinlenerek makaleye bu adı koyduğum için her şeyden önce Dickens’in manevi kişiliğinden özür dileyerek sözlerime başlamak istiyorum. İki büyük Avrupa ülkesinde, iki çok önemli parlamento seçimi yapıldı. Her iki ülkede de beklenmedik biçimde, iktidarda bulunan liderler (Rishi Sunak ve Emmanuel Macron) Avrupa Parlamentosu seçimleri ertesinde erken seçim çağrısı yaptılar. Her iki ülkede de iktidarda olan siyasi hareketlerin seçimleri kaybedeceği yapılan anketlerde büyük ölçüde öngörülmekteydi. Benzerlik burada bitiyor. Birleşik Krallık seçimlere gitti, dar bölge tek aday tek turlu seçim sistemi, İşçi Partisi’ne önemli bir avantaj sağladı. Oyların üçte birini alan ve oy yüzdesini bir önceki seçimlere göre ancak bir buçuk puan arttırabilen parti, seçim sisteminin önde gelen partiye tanıdığı büyük kolaylıktan yararlanarak Avam Kamarası’nda sandalye sayısı olarak mutlak çoğunluğu ele geçirdi. Muhafazakâr Parti, oylarının neredeyse yarısını kaybetti, bu oylar da büyük ölçüde “Aşırı Sağ” olarak adlandırabileceğimiz Nigel Farage’ın kurduğu harekete yöneldi Farage, siyasi hayatında ilk kez parlamentoda bir sandalye kazandı.  Nadir istisnalar dışında, Liberallerin koalisyona girdiği bir-iki hükümet dönemi bir yana bırakılırsa, Birleşik Krallık ya İşçi Partisi’ni, (Labour) ya da Muhafazakâr partiyi (Tories) iktidara getiriyor.

BİRLEŞİK KRALLIK’TA YA İŞÇİ PARTİSİ YA DA MUHAFAZAKÂR PARTİ

Birleşik Krallık’ta, 1925 yılında İşçi Partisi lideri Ramsay McDonald’ın seçimleri kazanıp Başbakan olmasıyla birlikte başlayan Tory/Labour ikilisinin sıra ile iktidara gelme geleneği sürüyor. Nadir istisnalar dışında, Liberallerin koalisyona girdiği bir-iki hükümet dönemi bir yana bırakılırsa, Birleşik Krallık ya İşçi Partisi’ni, (Labour) ya da Muhafazakâr partiyi (Tories) iktidara getiriyor. İşçi Partisi, Avrupa’daki diğer sosyalist/ sosyal demokrat partilerin aksine, işçi sendikalarıyla organik bağ içinde olan, sağlam sosyalist gelenekleri muhafaza edebilen bir siyasi hareket olageldi. İngiliz Komünist Partisi’nin hiçbir zaman güçlenememesi bu Fabian sosyalizmi geleneğini muhafaza eden İşçi Partisi’nin gücünden ve örgütlülüğünden gelir. 1945 sonrası kurulan hükümette Clement Attlee Başbakan, Aneurin Bevan Sağlık bakanı olarak yer aldılar. Bevan, Galler bölgesinde Maden İşçisi bir kesimden gelmekteydi ve Avrupa’daki en gelişmiş sağlık sisteminin (National Health Sevice) kurucusu oldu. En neo-liberal dönemlerde bile (Thatcher dönemi gibi) hükümetler National Health Service’i ortadan kaldırmaya cesaret edemediler.  İngiliz sosyal devleti, toplumda bütün sınıf farklılıklarının görünür biçimde sürmesine rağmen, İskandinav sistemleriyle birlikte en gelişkin sosyal refah devleti modeli olmayı sürdürebiliyor.  İşçi Partisi’nin bu sosyalist geleneği, dönem dönem sol kanadın partinin yönetimini devralmasına yol açıyor. Son olarak Jeremy Corbyn başkanlığı dönemi de Labour’un gerçekten sosyalist bir programla seçimlere girdiği bir dönem oldu. İşçi Partisi, böylesi dönemlerde Muhafazakâr Parti’ye alternatif olarak pek iktidara gelemez. Corbyn de seçimi kaybetti, Neil Kinnock da John Major’a karşı seçim kaybetmişti, gerçekten sol bir siyasetçi olan Michael Foot ise İngiltere’nin nükleer vuruş gücünü tek taraflı olarak terk etmek istediği için Margaret Thatcher’a karşı hiç kazanamadı. İşçi Partisi, genellikle ılımlı kanadın başa geçtiği dönemlerde seçimleri kazanan bir geleneğe sahip. Bu defa da bu gelenek sürdürüldü ve ılımlı bir sosyal demokrat olan KeirStarmer’ın başbakanlık dönemi başladı. Son Tory döneminin Birleşik Krallığa bıraktığı miras Brexit oldu. Kendi partisi içindeki bölünmeyi aşmak için referanduma giden Başbakan David Cameron, açtığı Pandora kutusunu kapatamadı ve Birleşik Krallık Avrupa Birliği’nden ayrıldı. Yeni gelen İşçi Partisi iktidarı da bu durumdan geri dönüş olmadığını vurguluyor. 1950’li yıllarda AET dinamiğine burun kıvırarak kıta Avrupası’nda Fransa/Almanya iş birliğinin kurumsallaşmasına seyirci kalan İngiltere, şimdi de AB’nin dışına kendi kendisini iterek muhtemelen ikinci büyük tarihi yanlışını yapıyor. Muhafazakâr Parti’yi bekleyen tehlike de Nigel Farage gibi ciddi siyasi programı olmayan aşırı sağ popülist siyasetçilerin ve hareketlerin partiye sızması, etkisi olabilir. Fransa örneği vahim bir gelişme olarak gözler önünde duruyor. Birleşik Sol (Nouveau Front Populaire) ve Cumhurbaşkanı’nı destekleyen merkez liberal partiler iki ayrı bloğu oluşturuyorlardı. Bu iki ayrı bloğun seçmenleri, ikinci turda hem parti örgütlerinin en iyi pozisyonda bulunan adayı desteklemek için üçüncü gelen adayları geri çekmeleri, hem de Fransız seçmeninin “faşizme karşı dayanışma” anlayışıyla çok ciddi ölçülerde seferber olması, herkesi şaşkına çeviren bir seçim sonucunu ortaya çıkardı.

FRANSA’DA “FAŞİZME KARŞI DAYANIŞMA”NIN ŞAŞIRTAN SONUCU

Fransa ise, siyasi istikrarsızlık dönemlerinden birini daha başlatmış bulunuyor. Geçtiğimiz hafta uzun ve sıkıcı bir makale yazarak, iki turlu tek adaylı dar bölge seçim sisteminin yaratabileceği beklenmedik sonuçlara ve dinamiklere işaret etmiştim. Aşırı sağ Rassemblement National, ilk tur sonunda 210 ve 280 arası sayıda sandalyeye uzanır gibi gösteriliyor, 289 olan Parlamento mutlak çoğunluğunu hedefliyordu. Bunun karşısında Birleşik Sol (Nouveau Front Populaire) ve Cumhurbaşkanı’nı destekleyen merkez liberal partiler iki ayrı bloğu oluşturuyorlardı. Bu iki ayrı bloğun seçmenleri, ikinci turda hem parti örgütlerinin en iyi pozisyonda bulunan adayı desteklemek için üçüncü gelen adayları geri çekmeleri, hem de Fransız seçmeninin “faşizme karşı dayanışma” anlayışıyla çok ciddi ölçülerde seferber olması, herkesi şaşkına çeviren bir seçim sonucunu ortaya çıkardı. Fransız toplumunda, 1789 ihtilalinden bu yana, aşırı muhafazakâr parti ve hareketlere karşı bir alerji olduğu söylenebilir. Bu tepki, dönem dönem diktatörlük rejimlerinin, monarşinin hatta “İmparatorluk” adı verilen diktaların iktidara gelmesine engel olmasa da, 1871 Paris Komününden bu yana, Alman işgali dönemi haricinde, Fransa demokratik rejimlerle idare edilmiştir. 1871-1940 arası en uzun süren parlamenter rejime Üçüncü Cumhuriyet adı verilir, tümüyle parlamento aritmetiğini ve Başbakan’ın yürütmenin başı olmasını temel alan bu rejim, bir ölçüde 1945-1959 yılları arasında Dördüncü Cumhuriyet olarak sürmüş, daha sonra Vietnam Savaşı, Hindiçini bozgunu, Cezayir Savaşı ve yarattığı derin siyasi kriz, General De Gaulle’ün inzivadan çıkarak iktidara gelmesiyle “yarı başkanlık” denilen bugünkü Beşinci Cumhuriyet rejimine dönüşmüştür. İngiltere siyasi rejimleri ne kadar süreklilik arz ederse, Fransa’da siyasi rejimler o kadar değişkenlik ve istikrarsızlık gösterebilir. Ne var ki, her iki ülkede de, Avrupa’da aşırı sağın en fazla revaçta olduğu, iktidarları ele geçirdiği dönemlerde, iktidara talip olabilecek ciddi ve geniş bir faşizan hareket oluşmamıştır. İngiltere’de Oswald Mosley’in 1930‘larda kurduğu British Union of Fascists partisi marjinal olmaktan öteye gitmemiştir. Fransa’da aynı dönemde ortaya çıkan Action Française, Croix de Feu gibi kuruluşlar da, sokak çatışmaları ve yayınlar dışında ciddi bir ağırlığa sahip olamamışlardır. Almanya’da Nazilerin, İtalya’da Mussolini’nin iktidarda olduğu 1936 yılında Fransa’da, seçimleri sol partiler koalisyonu olan “Halk Cephesi” kazanmış (Front Populaire), sosyalist bir öğretmen olan Léon Blum Başbakanlığa gelmiştir. Yahudi bir aileden gelen Blum, Fransa siyaset tarihine en dirayetli ve en sevilen, norm dışı bir kişilik olarak damgasını vurmuş, Nazi işgalinde, işbirlikçilerin de saldırmasıyla, mahkemeye çıkartılmış, hapse girmiş, işgal sonrası iki ay Fransa’yı Müttefik Kuvvetler nezdinde Devlet Başkanı gibi temsil etmiştir. Sol partilerin “Yeni Halk Cephesi” olarak bu ismi benimsemeleri, faşist tehlikeye karşı Fransız seçmeninin tavrını hatırlatması için muhtemelen verildi. Bu anti-faşist dayanışma sayesinde Le Pen aşiretinin kontrolündeki Milli Birlik (Rassemblement National), asgari iki yüz elli civarında sandalye beklerken, ancak 140 kadar milletvekili çıkarabildi. Ne var ki Aşırı Sağ, Fransa meclisinde üçüncü blok olarak yerini muhafaza etti, ayrıca tek başına en fazla oy alan parti olarak siyaset sahnesinde boy göstermeye devam ediyor. İkinci tur seçimin iki galibi, yani kimsenin birinci olmasını beklemediği Sol İttifak ve herkesin “artık silinir” dediği halde büyük ölçüde keçesini sudan çıkarmayı başaran, ikinci önemli grup olarak meclise giren merkez liberal ittifak, nasıl bir işbirliği içinde olacaklar, Fransa’da günümüzde büyük merak konusu olarak gündemde duruyor. Sol programın en önemli noktaları, emeklilik yaşını 64’e çıkaran reformun terk edilmesi, 60 yaşında emekliliğin devam etmesi, asgari ücretin günün koşullarına uygun biçimde arttırılması, yenilenebilir enerji kaynaklarına çok daha hızlı geçilmesi, büyük kamu altyapı yatırımlarının dondurulması gibi hususlar içeriyor.

SOL PROGRAMIN EN ÖNEMLİ NOKTALARI

Sol İttifak içinde “İsyankâr Fransa” yaklaşık 70 sandalye sahibi, ikinci önemli güç, “dirilmeye başlamış” sosyalist parti de 60 kadar milletvekili çıkardı. Yeşiller 33, Komünist Parti ise 10 kadar sandalyeye sahip. Merkez Blok Mélenchon’un İsyankâr Fransa partisi (La France Insoumise) ile herhangi bir koalisyonu reddediyor, sol ittifak ise seçimlerden önce hızla hazırlanan programlarında vazgeçmeyeceklerini ve ittifakın dağılmayacağını açıklamakla meşguller.  Sol programın en önemli noktaları, emeklilik yaşını 64’e çıkaran reformun terk edilmesi, 60 yaşında emekliliğin devam etmesi, asgari ücretin günün koşullarına uygun biçimde arttırılması, yenilenebilir enerji kaynaklarına çok daha hızlı geçilmesi, büyük kamu altyapı yatırımlarının dondurulması gibi hususlar içeriyor. Bunların ne kadarını liberal siyaset uygulayan bir Cumhurbaşkanı’na kabul ettirebilecekleri meçhul duruyor.  Sorun da zaten orada düğümleniyor. İngiltere’de İşçi Partisi, ne kadar programını uygulayabilecek güce sahipse, Fransa’da Sol İttifak seçim kazancını hükümet etmeye tahvil etmekte o denli çaresiz. 2022 yılından bu yana, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, parlamentoda çoğunluğu olmamasına rağmen, çeşitli konularda değişik koalisyonlar kurarak, çoğu zaman da Anayasa’nın 49.3 maddesine dayanarak kanun kuvvetinde kararnamelerle iktidar olmayı sürdürebiliyor.  Şimdi işi çok daha zor olsa da elinde bütün bu imkanlar hala bulunuyor. Fransa’da “yarı başkanlık” rejimi, tarihte hiç görülmemiş bir ikilemle karşı karşıya kalmış bulunuyor. Bundan önce, Cumhurbaşkanı, kendi siyasi partisi parlamento seçimlerini kaybetse dahi, muhalefet parlamentoda çoğunluk oluşturduğu için “cohabitation” denen, muhalefetin başbakanlığı ve hükümeti ele aldığı, Cumhurbaşkanı’nın makamında kaldığı bir tür “birlikte iktidar olma” süreci oluşuyordu. Şimdi kimsenin mecliste çoğunluğu bulunmuyor. Cumhurbaşkanı da 2027 yılına dek görevde ama ikinci başkanlık süreci olduğu için bu tarihten sonra siyasette kalabilecek mi bilinmez. Daha da önemlisi, Merkez partiler büyük ölçüde Emmanuel Macron iktidarında gelişti ve önem kazandı, Macron sonrası merkez liberal sağ örgütler ne kadar ayakta kalabilecek bilinmiyor. Bütün bu bilinmezliklere rağmen, açık bir mesaj bu seçimlerde ortaya çıktı: Fransa ve İngiltere seçmeni, aşırı sağı reddediyor. Seçmenlerin büyük çoğunluğu, faşizan düşünce ve uygulamaların iktidar hevesini püskürttüler. Bunu yaparken aşırı soldan liberal ve hatta muhafazakâr sağ partilere kadar tüm seçmen tabanı, son derece sağlıklı bir tepki vermeyi başardı. Siyasi mülahazaların ve gelecekte yaşanması muhtemel hükümet krizlerinin çok ötesinde, bu mesajın özellikle müesses sağ partilerce iyi okunması ve anlaşılması gerekiyor.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER