© Yeni Arayış

İflah olmaz bir haber dili: Romantizm

Neyi nerede ve nasıl yaşayacağını bilmeyen varlıklar olarak romantizm gibi, insanların yalnızca duygularına hitap eden bir akımı, bu akımın yaratmış olduğu söylemleri, figürleri, kareleri ve hayat tarzını aslında çokça gerçekçi olarak yaşanan ve tamamen rasyonalite çerçevesinde ele alınması gereken konular ile maalesef ki iç içe soktuk. Bunlardan bence en önemlisi de “Haber Dili” idi.

“Romantizm” dendiğinde hepimizin aklında iyi-kötü bir tanım, bir resim şekillenir. Veya içimizde bir duygu durumu oluşur. Kimi romantizmi bir hayat tarzı olarak hayatının her anında, her karesinde yaşar: Sabah bir çiçeği sularken, bir yemek yaparken, kıyafet seçimi yaparken dahi muhatap olduğu canlı-cansız her şeye o malum incelikle yanaşır. Zaten romantizmin “Coşumculuk” şeklinde Türkçeleştirme çabaları da duygunun neye benzediği ile ilgili ipucu vermekte. İçten içe bir coşku yaşatan bu duygu, sanıyorum iç motivasyon dediğimiz disiplin ile dirsek temasında aynı zamanda. İnsanın, insanca var olmasını sağlayan ve bizi diğer canlılardan ayıran duygular-ki bu da bence tartışılır-arasında romantik olma durumu kimine bu şekilde bir hayat tarzı olarak eşlik ederken kimine de hayatı zorlaştıracak şekilde azap olabilmekte.

Daha yakından bakalım...

Romantizm dediğimiz akımın doğumunda 1789 Fransız İhtilali sırasında ve sonrasında gerçekleşen toplumsal, politik olayların ve düşünce akımlarının etkili olduğu bilinmekte. Hatta en basit Türkçe ile o dönem yaşanan Aydınlanma Çağı’nın rasyonalite aşkına bir tepki olarak doğduğunu bile söyleyebiliriz.

BİR TEPKİ OLARAK ROMANTİZM

“Fikir akımları dedim mi mutlaka bir duruma, kişiye, oluşuma veya başka bir fikir akımına tepki, o doğumun taşıyıcı annesidir” diyebiliriz. Romantizm dediğimiz akımın doğumunda ise 1789 Fransız İhtilali sırasında ve sonrasında gerçekleşen toplumsal, politik olayların ve düşünce akımlarının etkili olduğu bilinmekte. Hatta en basit Türkçe ile o dönem yaşanan Aydınlanma Çağı’nın rasyonalite aşkına bir tepki olarak doğduğunu bile söyleyebiliriz.

Bütün Avrupa’da hızla yayılan romantizm akımını sonrasında Amerika’da, Osmanlı’da da görmek mümkün: Edebiyat, müzik, resim ve hatta bilimde dahi romantizmin o coşumculuk’u gözle görünür şekilde adeta Alp Dağlarının eteklerinde keçi çobanı Peter’le elele koşan Heidi misali hoplaya zıplaya gezmekte. Sanırım bu cümlem ile romantizmin sınırlarının olmadığını da bir nebze anlatabilmişimdir zira biz de çocukluğumuzda hayli romantik çizgi filmlere maruz kaldık: Şeker Kız Candy gibi. Romantizm iyiydi hoştu da, yeri gerçekten çizgi filmler miydi mesela? Sonradan ufak ufak fark etmeye başladık ki, bu henüz işin masum kısmıydı.

Ağaçlara sarılmak, çiçekleri öpmek, denizle konuşmak şeklinde “Doğayı anlamak için önce onu sevmeliyiz.” gibi bir bakış açısının bilime nasıl bir katkı yaptığı da tartışılır doğrusu. “Ağaçlara sarılmayalım.” demiyorum tabii ki fakat, bu davranışların doğaya veya bilimsel anlamda doğayı anlamaya nasıl bir katkı sunacağını ben anlayamıyorum. Konu yine her zaman eleştirdiğim gibi dönüp dolaşıp “Neyi nerede ve nasıl yaşayacağımızı bilmeyen” varlıklar olduğumuz sonucuna geliyor. Buraya kadar zararsız şekilde ilerlemiş olan romantizm akımı, modern ve bir o kadar da rekabet, savaş, vahşet, canilik, bencillik içeren çağımızda bence artık tam bir “Guns’n Roses”. Nereden tetiği çekeği belli olmuyor.

Geçtiğimiz günlerde iki genç hekimimizi ve bir sağlık çalışanımızı kaybettiğimiz trajik bir trafik kazası yaşadık ülkemizde. Kazanın suçlusu olarak “yol”u seçtik. Ben de dahil birçoğumuz kazadan türlü dramlar çıkardık: “ömürlerinin baharı”, “annelerin feryadı”, “gençliklerine doyamamaları” gibi söylemler içimizi dağladıkça dağladı ve tabii bizi asıl konudan da uzaklaştırdı. Çok azımız sonradan akıl ettik ki işin aslı aslında bu hekimlerin neden o yolda olduğuydu.

ROMANTİZMİN ELİNİ KANA BULAMAK

Neyi nerede ve nasıl yaşayacağını bilmeyen varlıklar olarak romantizm gibi, insanların yalnızca duygularına hitap eden bir akımı, bu akımın yaratmış olduğu söylemleri, figürleri, kareleri ve hayat tarzını aslında çokça gerçekçi olarak yaşanan ve tamamen rasyonalite çerçevesinde ele alınması gereken konular ile maalesef ki iç içe soktuk. Bunlardan bence en önemlisi de “Haber Dili” idi.

Geçtiğimiz günlerde iki genç hekimimizi ve bir sağlık çalışanımızı kaybettiğimiz trajik bir trafik kazası yaşadık ülkemizde. Kazanın suçlusu olarak “yol”u seçtik. Ben de dahil birçoğumuz kazadan türlü dramlar çıkardık: “ömürlerinin baharı”, “annelerin feryadı”, “gençliklerine doyamamaları” gibi söylemler içimizi dağladıkça dağladı ve tabii bizi asıl konudan da uzaklaştırdı. Çok azımız sonradan akıl ettik ki işin aslı aslında bu hekimlerin neden o yolda olduğuydu. Sabahın o saatinde bir ilçeden başka bir ilçeye görevlendirme ile giden hekimler, hekimleri görevlendirmeleri sebebi ile bir ilçeden bir ilçeye götürmekle görevli aslında ambulans şoförü olan sağlık emekçisi, iki hekimin bir nöbetten çıkıp diğerine yetişmek için verdiği mücadele gibi durumlar çok sonradan aklımıza geldi veya hiç gelmedi. Bu buz gibi gerçeğin farkına varmamızı sağlayanlar da diğer hekim arkadaşlarımız oldu. Yoksa biz o romantik söylemlerin içinde boğulup gidecek ve bu kazaya neden olan gerçeğin ana nedeninin bir ağızdan çıkan iki kelime olduğunu anlayamayacaktık: “Giderlerse gitsinler.”

Dile getirildiği gün bir restleşmeden ibaret olan, Kasımpaşalı’yı yeniden üreterek kendi seçmeninde yine hayranlık uyandıran bu romantik iki kelime bugün o iki hekimin o yolda ölmesine neden oldu. Çünkü nöbet tutacak hekim kalmadı.

Artık çocuklarımızı hasta olduğu gün çocuk doktoruna muayene ettiremiyoruz, çünkü açın bakın bakalım son Tıpta Uzmanlık Sınavında pediatri tercih edilmiş mi, kaç boş kontenjan kalmış. Çünkü pediatri okumak isteyen hekim kalmadı.Fakat hiçbir haber kanalında-ailelerinden çok özür dileyerek yazmak zorundayım- “İki hekim ve bir sağlık emekçisi görevlendirmeleri gereği sabah saatlerinde bir ilçeden diğerine giderken Diyanet’e tahsis edilen zırhlı malum marka araçlar yerine, kendilerine tahsis edilen tüplü araç ile yaşadıkları feci trafik kazasında yanarak can verdiler.” şeklinde bir habere rastlamadık.

Neden en rasyonel olmamız gereken zamanlarda en romantik olmayı tercih ediyoruz? Milletçe maalesef yaşadığımız gerçeklerken kaçmak ve yaşadığımız trajedileri kabullenmemek gibi korkunç bir alışkanlığımız var. Benzer haber dilini Özgecan cinayetinde de görememiştik. Evet, kimse her şeyin ayan-beyan olduğu gibi yazılması taraftarı değil tabii ki fakat, bir cani tarafından vahşice katledilmiş bir genç kızı sırtında kanatları ile resmetmek ve bunu sosyal medyada veya haber kanallarında defalarca “Melek oldu.” şeklinde haberleştirmek bence bir annenin yüreğine su serpmiyor. Bir iletişimci olarak “iki yüzlülük” olarak gördüğüm bu haber dilini bir anne olarak ise “aymazlık” olarak görüyorum. Saatlerce işkence görüp, cinsel istismara uğramış olan herhangi bir bireyi “Melek oldu.” şeklinde lanse etmek en kibar hali ile aymazlıktır, dalga geçmektir.

Tecavüze uğrayan ve kemikleri kırılarak can veren bir kediyi yine aynı şekilde kafasının üstüne hare ile çizip görseli servis etmek, romantizmin ötesinde “hayal dünyasında yaşamak”tır. Dakikalarca duvarlara vurularak öldürülen bir kedi bırakın melek olmayı, paramparça ve kan revan içinde tanınmayacak vaziyettedir. Bu ve bunun gibi servis edilen haber dili, haberin öznesinden dikkatleri çekerek haberin nesnesine maalesef ki romantik şekilde odaklanmamızı sağlamakta “adalet” arzusunu “acıma” duygusu ile bastırmaktadır. Çünkü mesela küçük çocuğu olan herkes bilir ki, bir çocuğa “Yapma” demek işe yaramaz. Dikkatini başka bir yöne çekmek ise her zaman çok daha iyi bir fikirdir.Yakın zamanda Reisi’nin ölümü üzerine de benzer haber dili ile karşılaştık. Aslında farkında olmadan bu dili biz de tekrar tekrar üretiyoruz. Reisi’nin ölümü üzerine en çok karşılaştığımız söylemlerden bazıları aklımda “Kadınların ahı tuttu.” ve helikoptere dolanmış bir saç örgüsü görseli olarak kalmış. Bu ve bunun gibi söylemler reel dünyada Reisi’nin neden olduğu vahşeti ortadan kaldırmadığı gibi kendisinden sonra yaşanacaklara da herhangi bir etki etmeyecek. Bu söylemler yalnızca o an biz kadınları bir nebze de olsa rahatlattı, “Bakın” dedik, “Kimsenin yaptığı yanına kar kalmıyor.”

EMİN MİSİNİZ?

Mesela nasıl kar kalmadı?

Ölmüş olması mı bize bu fikri verdi mesela?

Sonuçta hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz?

Bu ölme durumunun, yaşarken hayatı zindan ettiği binlerce kadına ne gibi bir faydası oldu?

Bu şekilde romantizme edilmiş ölüm haberlerinin o an “gaz almak” ve duygular içinde boğulurken rasyonaliteden uzaklaşmak haricinde hiçbir şeye hizmet ettiğini ve edeceğini düşünmüyorum.

Ben yaşarken sağlanmayan adaletin ben öldükten sonra bana “Melek olmak” şeklinde sunulmasını istemiyorum. Siz de istemeyin; henüz yaşayabiliyorken...

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER