© Yeni Arayış

İdris Küçükömer’i anımsadım...

Türkiye’nin kabaca son yirmi senesinde iş dünyası alabildiğince zenginleşti. Söz konusu iş adamlarının bir bölümü, bu iktidar sayesinde yükselen Anadolu sermayesidir. Bir bölümüyse zaten hepimizin gözünün önündeydi.

Türkiye’nin son günlerde bir TÜSİAD gündemi var malumunuz. İş dünyasının öne çıkan bazı simaları, yaptığı açıklamalardan ötürü ifadeye çağrıldı. Kimi çevreler büyük ve güçlü Türk devletinin sermaye sınıfına diz çöktürmesi dedi, kimi çevrelerse meselenin hukuksuzluğuna değindi. Benim, tam da bu noktada aklıma Küçükömer düştü doğrusu.

İdris Küçükömer, yayınladığı bir kitapla 1960’lı yıllara damgasını vurmuş bir iktisatçıydı. 1987’de aramızdan ayrılan Küçükömer, “Düzenin Yabancılaşması” adlı eserinde özetle “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” diyordu.

Yahu! Türkiye’de sol ile sağ nasıl olur da yer değiştirir dediğinizi duyar gibiyim. Küçükömer, CHP gibi sol partilerin normalde işçiler ve emekçiler gibi sömürülen kesimlerden oy alması gerekirken zikredilen toplumsal tabakaların sağa oy vermesinden hareketle kurmuştu bu siyaset denklemini. Ayrıca CHP, sol bir parti olarak devrimci olması gerekirken sistemin muhafazasına mesai harcıyordu. CHP’nin karşısındaki sağ ise muhafazakâr olması gerekirken sistemi değiştirmek istiyordu. Bu durumda Türkiye’de sol sağ olmuştu, sağ da sol işte...

Küçükömer’in tezleri halen geçerliliğini koruyor mu diye bir soru sorsak, ciddi anlamda üzerinde tartışmak gerekir açıkçası. Ancak Küçükömer’i anımsamamdaki hareket noktası, kendisinin altmış seneye yayılan savlarını masaya yatırmak değil elbette.

Türkiye’nin son günlerde bir TÜSİAD gündemi var malumunuz. İş dünyasının öne çıkan bazı simaları, yaptığı açıklamalardan ötürü ifadeye çağrıldı. Kimi çevreler büyük ve güçlü Türk devletinin sermaye sınıfına diz çöktürmesi dedi, kimi çevrelerse meselenin hukuksuzluğuna değindi.

Benim, tam da bu noktada aklıma Küçükömer düştü doğrusu. Çünkü genellikle sağ eğilimleriyle ön plana çıkan iktidar kanadı, büyük ve güçlü Türk devletinin siyasete dizayn vermek isteyen sermayeye haddini bildirmesini alkışlarken, ağırlıkla solun lokomotifi olduğu muhalefet kesimi sermayedarları savunmaya başladı.

Normal bir sol ve sağ kurgusu olan bir ülkede, sermaye çevrelerinin üstüne gitmesi gereken solculardır. Ama Türkiye’de işler tersine dönmüş durumda. Kırk yıllık anlı şanlı solcular, sermayeye uygulanan hukuksuzluğa dikkat çekiyor. Sağcılar da daha fazla nasıl tepelerine binebilirizin hesabını yapıyor.

Yanlış anlaşılmasın, amacın solun ya da sağın eleştirisini yapmak değil. Ortada bir hukuksuzluk varsa (ki öyle düşünüyorum), kim olursa olsun çözülmesini isterim.

Ama peki, Türkiye’deki sermaye çevreleri yeterince “masum” mu diye sormamız gerekmiyor mu? Kanımca bu soruyu çok önceden sormamız lazımdı.

Ben tarihçi olduğum için bir meseleyi tartışırken “Big Bang’a” kadar götürüp güncele çekmeden içim rahat etmez! Siz, buna mesleki deformasyon da diyebilirsiniz.

Türkiye’nin yakın tarihindeki devlet ve sermaye ilişkilerini biraz deşerek sorumuza cevap bulabiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarında, sermayedar dediğimiz çevreler ağırlıkla devlet eliyle yetiştirilmişti. Demiryolu gibi cumhuriyetin sembol atılımları yerli iş adamlarına paslanmıştı. Ayrıca İş Bankası aracılığıyla yerli bir burjuvazi yaratılmaya çalışılmıştı.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devlet eliyle güçlenmeye başlayan sermayedarlar, normalde yeni girilen dönemin devrimci karakteriyle tamamen bağdaşık değildi. Ama sistem sayesinde büyüyüp geliştiklerinden devrimlere ses çıkarmadılar. Devrimler de genelde üst yapı devrimleri olarak anılan kültürel devrimler olduğundan ayak uydurmaya gayret gösterdiler.

Cumhuriyet sermayedarları şeklimiz şemalimiz biraz değişir, az biraz da yaşam tarzımız diye düşündüler. Ama ne zaman ki güçlenip sisteme baskı uygulayabilecek güce ulaştılar, devrim her ayaklarına bastığında “yandım Allah!” diye inleyip ortalığı birbirine kattılar.

Somut örnek mi? Mesela Kadro dergisini ele alabiliriz. 1930’lu yıllarda Kadro adında bir dergi yayınlanıyordu. Şevket Süreyya Aydemir ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi çok bilindik simaların çıkardığı Kadro, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerine çok daha sol bir içerik yükleme peşindeydi. Devletçilik diye özetledikleri bir sistemleri vardı. Kadro’nun devletçiliği, CHP’nin altı okundan birisi olan mutedil devletçilik gibi değildi. Batıdaki katı sol devletçiliklerden bile daha katı biçimde, devletin eğitimden kültüre, ekonomiden siyasete ve sosyal yaşama kadar her alanı defacto yönlendirmesini öngörüyordu.

Kadro’nun solculuğu devletçilik diye ortaya attığı projeyle birleşince, ilkin sermaye çevrelerini tedirgin etti. Celal Bayar’ın öncülüğündeki İş Bankası muhitiyle Milliyet gazetesini kullanarak Kadro’ya baskı uyguladılar. Sonuç ne mi oldu? Başka sebepleri de vardı kuşkusuz fakat sermayedarların sisteme baskısıyla Kadro apar topar kapatıldı. Bunu şöyle de ifade edebiliriz; Kadro, sermaye çevrelerinin ayağına basmaya hazırlanırken; “yandım Allah” diyen sermayedarlar, Kadro’dan baskın çıktı!

Mesela sizlere başka bir somut örnekten bahis açayım. Hepinizin malumu Türk toplumunun içine oturmuş bir toprak reformu meselesi vardır. Toprak reformu niye yapılamadı sorusunun cevabı hep “çünkü Adnan Menderes gibi büyük toprak sahipleri istemedi ve yeni parti kurdu” şeklinde verilir. Bu doğrudur, ama biraz eksiktir. Menderes ve benzeri büyük toprak sahipleri aynı zamanda o toprakların sermayedarıdır. Sistem toprak reformuyla ayaklarına basmak üzereyken “yandım Allah!” dediler ve geçirtmemek için ellerinden geleni yaptılar.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Hepsini teker teker anlatmamız güç. Biz en iyisi bir yarım asır kadar atlayıp mevcut muktedirlerin iktidar yıllarına gelelim.

Türkiye’nin kabaca son yirmi senesinde iş dünyası alabildiğince zenginleşti. Söz konusu iş adamlarının bir bölümü, bu iktidar sayesinde yükselen Anadolu sermayesidir. Bir bölümüyse zaten hepimizin gözünün önündeydi. Bunlardan hâlihazırdaki iktidarın önünü açtığı “Anadolu Kaplanları” olarak da bilinen kesimlere bakacak olursak; normalde muhafazakâr kimlikleriyle öne çıktıklarını görürüz. Öbür tarafta hepimizin geçmişten beri gözümüzün önündeki sermayedarlara bakacak olursak; genelde batılı bir tarzı benimsemiş, iyi eğitimli, seküler, gelenekle pek iç dışlı olmayan, en az bir-iki kuşaktır müthiş bir zenginliğin içinde bulunan ve muhafazakâr değerlerden uzak kimseler olduğunu görürüz.

2002’de girdiğimiz süreçle birlikte Türkiye’de gelenekçi ve muhafazakâr değerler ön plana çıktı. Anadolu Kaplanları, zikrettiğimiz iklime pek yabancı değildi. Ama diğer sermaye grubu epey yabancıydı. İş dünyasındaki bu tezata rağmen önümüzde şöyle bir manzara gördük; sermaye, el birliği etmiş şekilde muhafazakâr değerleri savunmaya başladı.

Türk sermayedarlar, aynı cumhuriyetin ilk yıllarında devrimin kültürel boyutuna nasıl adapte olduysa benzer şablonu tekrar kurarak bu sefer de muhafazakâr değerlere adaptasyon sağladı.

Bu nasıl mı oldu? Aslında o zamandan bu zamana pek bir şey değişmedi. Türkiye’de cumhuriyet öncesine dayanan köklü bir kapitalist sermaye sınıfı ya da burjuvazi olmadığı için bütün iş dünyası devlete meftun. O zamanlarda sermayedarlar devlet eliyle yetiştirilmişti. Henüz yeni yetişen sermayedarlar, sistemden çıkar sağladığı ölçüde kültürel değişimlere ayak uydurmaya çalıştı. Devrim, gün gelip de ayaklarına basacak dereceye gelene kadar herhangi bir sorun yoktu!

Bugün de bir şey değişmedi. İş dünyası, halen devlete meftun. Devletten ihale alamayan iş insanları ayakta duramıyor. O nedenle suyun aktığı yöne doğru kürek çekmeye çalışıyorlar. Değişim aslında gene kültürel boyutta kaldığı için canlarını yakan bir durum yoktu. Muhafazakâr görüntü vermek amacıyla masalarındaki içki kadehlerini kaldırdılar o kadar! Yoksa yaşam standartları aynen devam etti.

O zaman şu sorulabilir; ne oldu da bugün kazan kaldırma gereği duydular? Toprak reformu meclise geldiğinde ne olduysa o oldu. Sermaye, kültürel değişime adaptasyon sağlıyordu ama işler ayaklarına basma noktasına geldi! Bu nedenle “yandım Allah!” dediler!

Ve bana kalırsa daha çok “yandım Allah!” derler!

Çünkü buradaki sorun ne solcuların dikkat çektiği şekliyle hukuksaldır, ne de sağcıların altını çizdiği gibi güçlenen sermayenin siyasete müdahalesidir! Kuşkusuz her iki kesimin söylemlerinin de kendilerince haklı boyutları vardır. Türkiye’de devlet eliyle kuvvetlenen sermaye çevreleri, siyasete zaman zaman çekidüzen vermeye çalışıyor. Diğer yandan hukuki açıdan karnemizin iyi olduğu da söylenemez. Ancak bu işin içinden böylesi kısır tartışmalarla çıkamayız.

Türkiye’nin önündeki makro mesele, Kemal Tahir’in “kerim devlet” biçiminde nitelendirdiği vakıadır. Ulus devletler ve demokrasi çağında devlete bu kadar kutsiyet, ulvilik, kadir-i mutlaklık vs... atfedildiği müddetçe Türkiye dön dolaş aynı gündemleri konuşmaya devam edecektir.

Sorunu net biçimde tespit etmemiz gerekiyor. Türkiye’nin esas sorunu devlet, siyaset ve sermaye çevrelerinin karşılıklı ilişkisinde yatıyor. İktidar koltuğuna oturan politikacılar, devletle bütünleşip kendi sermayedarlarını yükseltmeye devam ettiği müddetçe “yandım Allah!” sesleri gündemden eksik olmaz. Devletle bütünleşen siyaset kesiminin desteğine ihtiyaç duymadan kendi başına ayakta durabilecek bir iş dünyasının varlığı elzemdir.

İş dünyası, tarihsel süreç içerisinde devletten beslenme yatağına tutunarak belki de kendi ayağına sıktı! Bilemeyiz. Ancak devlet, sermayenin aşil topuğunu bildiğini sürece aynı kısır döngüler sürer gider. Bu nedenle sermayedarlar, artık ayaklarına basılmasın istiyorlarsa koltuk değneksiz yürümeyi öğrensinler derim ben.

Bu sorun tabi sadece devlet ve sermaye arasındaki ilişkide yok. Örneğin aydınlar da aynı meseleden muzdariptir. Çünkü Türk aydını, Osmanlı’dan beri devlet memurudur. Aynı iş dünyasında olduğu gibi aydınların da finansmanı devlete bağlı olduğu için Türkiye’de büyük münevver hareketlilikleri hiçbir zaman görülmemiştir.

O zaman iş dünyasıyla başlayıp aydınlarla bitirdiğimiz dar parantezdeki problemi biraz geniş ölçekte teşhis edelim. Türkiye’nin önündeki makro mesele, Kemal Tahir’in “kerim devlet” biçiminde nitelendirdiği vakıadır. Ulus devletler ve demokrasi çağında devlete bu kadar kutsiyet, ulvilik, kadir-i mutlaklık vs... atfedildiği müddetçe Türkiye dön dolaş aynı gündemleri konuşmaya devam edecektir. Bu iğdişlik Türkiye’yi bir milim ileri götürmez.

Bu da tarihe benim notum olsun.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER