© Yeni Arayış

Hikayelerin gizli yaraları: Çocukluk travmaları edebiyatı nasıl şekillendirdi?

Ebeveyn-çocuk ilişkileri, kayıplar, ihanet ve aile içi çatışmalar, Shakespeare’in trajedilerinde karakterlerin psikolojik çatışmalarını derinleştiren ana unsurlardır. Örneğin, Hamlet, bu temanın en bilinen örneklerinden biridir. Prens Hamlet, babasının ani ölümü ve annesinin amcasıyla hızla evlenmesi sonucu büyük bir travma yaşar. Bu olay, Hamlet’in yalnızlık, öfke ve ihanet duygularını körüklerken, onun insan doğasına dair karamsar bir bakış açısı geliştirmesine neden olur.

Bugün neredeyse ata sporu haline gelen kişisel gelişim furyası çocukluk travmalarını iyileştiriyor mu bilemem ama taçlandırdığı kesin. Yetişkin hayatın dehlizlerinde kaybolan bazılarımız için kullanışlı birer bahane haline gelen çocukluk travmaları bireyin her tökezlediği noktanın haklı gerekçelerine dönüşmüş durumda. Bizimki gibi profesyonel desteklere, sosyal devletin imkanları içinde vaktinde ulaşamayan, yetişkinlikte çoğu zaman yüksek terapi ücretlerine yenilenlerin bir ülkesinde kişisel gelişim furyası kendine bir alan bularak, kaynak sunar bir hal aldı. Bilhassa pandemi sırası ve sonrasında sosyal medya uygulamalarıyla kontrolsüzce dallanıp budaklanan kişisel gelişim meselesi bugün artık kitapçıların yeni çıkan raflarının neredeyse tamamını kaplayacak kadar genişlemiş durumda.  Ancak bunların kaçta kaçı gerçekten insana faydalı ya da ne kadarı çocukluk travmalarıyla insanı barıştırıp yaşamın geri kalanında güçlü bir donanım veriyor tartışılır. Sürekli çocukluk travmalarıyla haşır neşir, anne babasıyla kavgası bir türlü bitmeyen, kendine acıyan ve içselleştirilmiş bu acıdan beslenen, kabuk tutan yaraları kanatıp kanatıp sızlanmaktan sıkılmayan yetişkinler bu kişisel gelişim havuzunun farklı köşelerinde buluşadursun, edebiyat ve hikaye anlatıcılığı yüzyıllardır travmalı çocuklukları olan kahramanlara kol kanat geriyor. Malumunuz edebiyat, insan doğasının en karmaşık yönlerini anlamak ve anlatmak için güçlü bir araç. Mitolojik hikayelerden klasik romanlara, sanayi devrimi sonrası edebiyattan modern eserlere ve tiyatroya kadar, çocukluk travmalarının etkisi çeşitli şekillerde insanlığın bu büyük anlatısına konu olmuş durumda. Bu yazıda, çocukluk travmalarının edebiyattaki ilk izlerinden başlayarak çağlar boyunca nasıl ele alındığını ve farklı dönemlerdeki toplumsal değişimlerle nasıl bağlantılı olduğunu bakalım istedim.

Oidipus’un hikayesi, çocukluk travmalarını ele alan edebiyatın en eski ve etkileyici örneklerinden biridir. Sophokles’in bu tragedyasında Oidipus, çocukken ailesi tarafından terk edilip bir çoban tarafından kurtarılır ve büyüdüğünde bilmeden babasını öldürüp annesiyle evlenir. Yüzyıllar sonra, Sigmund Freud, bu hikayeden ilham alarak psikanaliz teorisinin temel taşlarından biri olan “Oidipus Kompleksi” kavramını geliştirir.

Edebiyatta Çocukluk Travmalarının İlk İzleri - Mitoloji ve Antik Destanlar

Çocukluk travmalarının edebiyattaki ilk izlerine mitolojide ve antik destanlarda rastlıyoruz. Bu hikayelerin genellikle kader, aile ilişkileri ve güç mücadeleleriyle örülü olduğunu belirtmek yerinde olur. Antik dönemin akla ilk gelen çocukluk travmalarından biri Sophokles’in Kral Oidipus’unda karşımıza çıkar.

Oidipus’un hikayesi, çocukluk travmalarını ele alan edebiyatın en eski ve etkileyici örneklerinden biridir. Sophokles’in bu tragedyasında Oidipus, çocukken ailesi tarafından terk edilip bir çoban tarafından kurtarılır ve büyüdüğünde bilmeden babasını öldürüp annesiyle evlenir. Bu trajik hikaye, bireyin kader ve aile ilişkileriyle ilgili çatışmalarını yansıtması bakımından zamana yenilmez bir anlatı haline gelir. Yüzyıllar sonra, Sigmund Freud, bu hikayeden ilham alarak psikanaliz teorisinin temel taşlarından biri olan “Oidipus Kompleksi” kavramını geliştirir. Freud’a göre, çocukluk döneminde bilinçaltı düzeyde anneye duyulan sevgi ve babaya karşı geliştirilen rekabetçi hisler, bireyin psikolojik gelişiminde önemli bir rol oynar. Oidipus’un kaderi, Freud için, her bireyin bilinçaltında yaşadığı bir arzu ve çatışmanın mitolojik bir temsilidir. Freud bu durumu şu şekilde açıklar:

“Oidipus’un hikayesi, her insanın bilinçaltında gizli bir şekilde yaşadığı evrensel bir trajediyi temsil eder. Bireyin bu çatışmayı çözebilmesi, olgunlaşmanın anahtarıdır.”

Sophokles’in antik bir tragedya ile sunduğu bu travma, Freud’un bakış açısıyla insan ruhunun derinliklerine dair zamansız bir içgörüye dönüşür.

Orta Çağ’da Çocukluk Travmaları ve Bir Destan: Beowulf

Anglo-Sakson destanı Beowulf, sadece kahramanlık hikayeleriyle değil, aynı zamanda erken dönem edebiyatında çocukluk travmalarının izleriyle de dikkat çeker. Destanda Beowulf’un geçmişine dair sınırlı bilgi verilmesine rağmen, genç yaşta ailesinden ayrılması ve bir lider olarak kendi yolunu çizmesi, travmatik bir yalnızlık temasını ortaya koyar. Bu yönüyle Beowulf, Anglo-Sakson toplumunda çocukların aileden kopuşunu ve bağımsızlaşma sürecini ele alan önemli bir metin olarak karşımıza çıkar. Bu bağımsızlık, çocukların genellikle ebeveynlerinden veya topluluklarından uzaklaşmalarını gerektirir. Beowulf’da bu yöneliş görülürken destanın bir diğer önemli karakteri olan Grendel, çocukluk travmasının çok daha belirgin bir temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Grendel, insan topluluğundan dışlanmış, yalnız ve annesiyle birlikte bir mağarada yaşar. Grendel’in insanlara duyduğu nefret, yalnızca fiziksel farklılıklarından değil, çocuklukta yaşadığı dışlanmadan da kaynaklanır. Grendel’in öfkesi, Anglo-Sakson toplumundaki “öteki” olma duygusunu ve bunun yaratabileceği psikolojik travmayı yansıtması bakımından önemlidir.

Beowulf’un yalnızlığı ve travmaları, bireyin toplumdan bağımsızlaşma sürecindeki zorlukları ele alan ilk örneklerden biridir. Modern psikoloji, çocuklukta yaşanan bu tür yalnızlık ve dışlanma duygularının bireyin kimlik gelişimi üzerinde kalıcı etkiler bıraktığını vurgular. Beowulf, bu yönüyle hem tarihsel hem de psikolojik bir metin olarak okuyucuya farklı anlam alanları sunar.

Sanayi Devrimi Öncesi Edebiyatta Çocukluk Travmaları

Sanayi devrimi öncesinde edebi eserlerde çocukluk travmaları genellikle aile içi ihmal, sert ebeveynlik ve sınıfsal baskılarla ilişkilendirilir. Toplumda çocukların birey olarak görülmediği ve genellikle ebeveynlerin kontrolüne bırakıldığı bu dönemde, çocukluk travmaları bireyin kaderini belirleyen önemli bir unsur olarak karşımıza çıkar.

Shakespeare ve Çocukluk Travmaları

William Shakespeare’in eserleri, insan ruhunun karmaşık doğasını ele alırken çocukluk travmalarını ve aile ilişkilerinin etkilerini de sıklıkla işler. Ebeveyn-çocuk ilişkileri, kayıplar, ihanet ve aile içi çatışmalar, Shakespeare’in trajedilerinde karakterlerin psikolojik çatışmalarını derinleştiren ana unsurlardır. Shakespeare, bireylerin çocuklukta yaşadığı travmaların yalnızca bireysel psikolojilerini değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini de büyük bir ustalıkla gözler önüne serer.

Örneğin, Hamlet, bu temanın en bilinen örneklerinden biridir. Prens Hamlet, babasının ani ölümü ve annesinin amcasıyla hızla evlenmesi sonucu büyük bir travma yaşar. Bu olay, Hamlet’in yalnızlık, öfke ve ihanet duygularını körüklerken, onun insan doğasına dair karamsar bir bakış açısı geliştirmesine neden olur. Shakespeare, Hamlet’in melankolisini ve kararsızlığını çocuklukta yaşadığı travmaların bir yansıması olarak sunar. Bu, karakterin babasına olan bağlılığı ile annesinin yeni evliliği karşısında yaşadığı duygusal karmaşayı daha da çarpıcı hale getirir.

Bir başka güçlü örnek de Coriolanus’tan gelir. Shakespeare, Coriolanus’ta, Roma generali Caius Martius’un annesi Volumnia ile olan karmaşık ilişkisini ele alır. Volumnia, oğlunu çocukluğundan itibaren savaşa ve liderliğe hazırlayarak yetiştirmiştir. Ancak bu durum, Coriolanus’un duygusal gelişimini bastırmış ve onu soğuk, kibirli ve toplumdan kopuk bir birey haline getirmiştir. Volumnia’nın şu sözleri, Coriolanus’un üzerindeki kontrolünü ve çocukluk travmasının kökenini açıkça ortaya koyar: “Bir annenin gururu, oğlunun zaferinde yatar; ama senin zaferin benim ellerimde şekillendi.”

Coriolanus’un toplumdan yabancılaşması ve annesiyle olan güç mücadelesi, Shakespeare’in ebeveyn figürlerinin çocukların psikolojisi üzerindeki etkisini araştırdığı güçlü bir anlatıdır. Shakespeare, bu gibi hikayelerle aile içi ilişkilerin bireyin ruhsal gelişimindeki önemini ve çocuklukta yaşanan duygusal ihmallerin yetişkinlikte nasıl yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini ustalıkla işler. Onun eserlerinde çocukluk travmaları sadece bireysel hikayeler değil, aynı zamanda toplumsal eleştiriler için bir araçtır. Ebeveyn-çocuk ilişkilerindeki güç dengeleri, sevgisizlik ve baskı gibi temalar, insanlığın zamansız çatışmalarını temsil eder.

Toplumun ve Çocukluk Travmalarının Aynası: Moll Flanders

Daniel Defoe’nun 1722 yılında yazdığı Moll Flanders, edebiyat tarihinde çocukluk travmalarını merkeze alan erken dönem romanlardan biridir. Roman, Moll’un yetim olarak başladığı hayatının zorlu koşullarını ve bu koşulların onun karakterini ve yaşam seçimlerini nasıl şekillendirdiğini derinlemesine ele alır. Defoe, Moll’un hikayesiyle sadece bireysel bir trajediyi değil, aynı zamanda 18. yüzyıl İngiltere’sindeki toplumsal eşitsizlikleri ve kadınların hayatta kalmak için karşılaştıkları zorlukları da gözler önüne serer.

Moll Flanders’ın hikayesi, doğumundan itibaren travmalarla şekillenir. Moll, Londra’daki bir hapishanede doğar; annesi bir suçludur ve Moll doğduktan kısa bir süre sonra cezalandırılmak üzere Amerika’ya sürgüne gönderilir. Bu durum, Moll’un hayata sıfırdan, ailesiz ve desteksiz başlamasına yol açar. Ebeveynlerinden yoksun büyüyen Moll, toplumun ona sunduğu sınırlı olanaklarla hayatta kalmaya çalışır. Moll’un çocuklukta yaşadığı bu travmalar, onun güvenlik ve aidiyet duygusundan mahrum kalmasına neden olur. Kendisi bu durumu şu şekilde dile getirir:

“Benim bir soyadım bile yoktu; insanlar bana Moll diyorlardı, çünkü başka bir ismim yoktu. Aileme dair hiçbir şey bilmemek, benim ilk ve en derin yaralarımdan biriydi.”

Bu sözler, Moll’un kimlik arayışını ve çocukluk travmalarının onun üzerinde bıraktığı duygusal boşluğu özetler. Kimliksiz ve ailesiz büyüyen Moll, kendisini sürekli olarak toplum içinde bir yer edinme mücadelesi verirken bulur. Defoe, Moll’un hikayesini anlatırken onun zekasını ve uyum sağlama yeteneğini vurgular. Moll, içinde bulunduğu zorlu koşullara rağmen, hayatta kalma içgüdüsü sayesinde birçok fırsatı değerlendirir. Ancak bu süreçte, Moll’un ahlaki değerleri sürekli olarak sınanır. Hayatta kalmak için zekasını ve cazibesini kullanır, ancak bu durum Moll’u sürekli olarak etik ve ahlaki ikilemlerle karşı karşıya bırakır.

Moll’un sık sık “Benim için hayatta kalmak, doğru olan her şeyden daha önemliydi” demesi, onun içinde bulunduğu koşulların acımasızlığını ve travmaların bireyin ahlakını nasıl etkileyebileceğini açıkça gösterir.

Sanayi Devrimi ve Sonrası: Çocukluk Travmalarının Yeni Bir Dönemi

Sanayi devrimi, çocukluk travmalarının edebiyattaki temsillerinde bir dönüm noktasıdır. Kentleşme, yoksulluk, çocuk işçiliği ve aile yapılarındaki değişimler, bu dönemde çocukluk kavramını yeniden şekillendirmiştir.

Oliver Twist, David Copperfield gibi romanlarında çocukluk travmaları, toplumsal adaletsizliğin ve yoksulluğun bir sonucu olarak ortaya çıkar. Oliver, bir yetimhanede büyüyen, sürekli istismar edilen bir çocuktur.

Dickens ve Toplumsal Eleştiri

Charles Dickens, sanayi devriminin çocuklar üzerindeki etkisini en çarpıcı şekilde ele alan yazarların başında gelir. Oliver Twist, David Copperfield gibi romanlarında çocukluk travmaları, toplumsal adaletsizliğin ve yoksulluğun bir sonucu olarak ortaya çıkar. Oliver, bir yetimhanede büyüyen, sürekli istismar edilen bir çocuktur. Dickens, Oliver’ın hikayesi üzerinden Viktorya dönemi İngiltere’sindeki sınıf eşitsizliklerini ve çocuk işçiliğinin yarattığı travmaları gözler önüne serer. “Hiçbir çocuk, sevgiye bu kadar aç olmamalıydı” ifadesi, Oliver’ın yaşadığı ihmalin boyutunu anlatırken yarı otobiyografik bir roman olan David Copperfield, babasız büyüyen bir çocuğun hayatta kalma mücadelesini işler. David’in üvey babası Mr. Murdstone’un baskıcı tutumları, onun özgüvenini ve çocukluk hayallerini yerle bir eder.

Sanayi Devrimi sonrası edebiyatta çocukluk travmalarına yer veren yarlardan biri de Charlotte Brontë’dir. 1847’de yazdığı Jane Eyre’de Brontë çocuklukta hem ailesi hem de eğitim sistemi tarafından istismar edilen Jane’e hayat verir. Jane roman boyunca, “Kimsesiz olabilirim, ama kendi içimde güçlüyüm,” tavrını koruyarak travmalarını aşmaya çalışır. Romanın başından sonuna kadar bir çocuktan çok, erkenden büyümek zorunda kalmış bir yetişkin olarak karşımıza çıkar.

20. Yüzyıl ve Sonrası: Çocukluk Travmalarının Psikolojik Derinliği

20. yüzyıl edebiyatı, çocukluk travmalarını bireysel kimliğin inşası ve toplumsal çatışmaların bir yansıması olarak daha derin bir şekilde ele almaya başladı. Freud ve Jung gibi psikanalistlerin insan psikolojisi üzerine geliştirdiği teoriler, edebi eserlerdeki karakterlerin iç dünyalarını şekillendirmede önemli bir rol oynadı. Bu dönemde çocukluk travmaları, sadece bireyin içsel çatışmalarını anlamak için değil, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal değişimlerin etkisini göstermek için de bir araç haline geldi. İkinci Dünya Savaşı, soykırım, sömürgecilik sonrası travmalar ve modern bireyin yabancılaşması gibi temalar, 20. yüzyılın edebiyatında çocukluk travmalarının işlendiği başlıca bağlamlar oldu.

Savaş ve Toplumsal Travmalar

20. yüzyıl edebiyatında çocukluk travmalarının en çarpıcı şekilde işlendiği bağlamlardan biri savaş oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yazılan eserler, çocukların savaşın yıkıcı etkileri altında nasıl travmalar yaşadığını güçlü bir şekilde yansıttı. Örneğin, Primo Levi’nin “İşte İnsan” adlı eseri, Holokost’un çocuklar üzerindeki etkilerini anlatırken, hayatta kalma mücadelesinin insan psikolojisini nasıl şekillendirdiğini bizlere gösterdi. Levi, bu eserinde çocukluk travmalarını bir kimlik sorgulaması ve insanlığın karanlık yanlarının bir keşfi olarak işledi. Edebiyat Modernizme doğru yol alırken, çocukluk travmaları bir kırılma daha geçirdi.

Modern Yabancılaşma ve Kimlik Sorunları

Modernizmle birlikte çocukluk travmalarının bireysel kimlik üzerindeki etkileri daha belirgin hale geldi. Bu dönemde edebi eserler, bireyin toplumla ve kendisiyle olan çatışmalarını daha yoğun bir şekilde işlemeye başladı. J.D. Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar (1951) adlı romanında Holden Caulfield karakteri, kardeşinin ölümünden doğan çocukluk travmasını ve modern dünyanın anlamını sorgulayan bir bireyin izolasyonunu temsil eden bir karakter olarak karşımıza çıkar. Holden’ın melankolisi, savaş sonrası dönemde gençliğin hayal kırıklıklarını ve topluma yabancılaşmasını güçlü bir şekilde yansıtır.

Benzer şekilde, Toni Morrison’ın Sevilen (1987) adlı romanı, kölelik sonrası dönemde çocukluk travmalarını tarihsel bağlamda ele alır. Morrison, Sethe karakteri aracılığıyla, kölelik sırasında yaşanan travmaların sadece bireyler üzerinde değil, sonraki nesiller üzerinde de kalıcı bir etki bıraktığını gösterir. Sethe’nin annelik konusundaki çatışmaları ve çocuklarını koruma konusundaki kararsızlığı, travmanın bir aile mirası olarak aktarılabileceğini ortaya koyar.

Sömürgecilik Sonrası ve Kültürel Travmalar

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, sömürgecilik sonrası toplumların yaşadığı travmalar da edebiyatta önemli bir yer buldu. Chinua Achebe’nin Parçalanma (Things Fall Apart) romanı, Batı kültürünün Afrika toplumlarında yarattığı çatışmaları ve bu durumun çocuklar üzerindeki etkilerini incelerken, Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı (1997), Hindistan’daki kast sisteminin ve aile içi baskıların çocuklar üzerinde yarattığı travmaları edebiyata taşıdı. Bu eserler, çocukluk travmalarını yalnızca bireysel bir mesele değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal bir sorun olarak ele almaları bakımından önemlidir.

Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı (2003) adlı romanında, Afganistan’daki savaş sırasında yaşanan çocukluk travmaları, ana karakterlerin hem çatışmalarını hem de kendini yeniden inşa etme süreçlerini şekillendirir. Bu eserler, travmanın yıkıcı olduğu kadar dönüştürücü bir güce de sahip olabileceğini ortaya koyar.

Edebi Dönüşüm: Travmadan Dayanıklılığa

20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyıl edebiyatı, çocukluk travmalarını yalnızca yıkıcı bir deneyim olarak değil, aynı zamanda bireysel dayanıklılığın ve dönüşümün bir unsuru olarak ele almaya başladığı görülür. Örneğin, Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı (2003) adlı romanında, Afganistan’daki savaş sırasında yaşanan çocukluk travmaları, ana karakterlerin hem çatışmalarını hem de kendini yeniden inşa etme süreçlerini şekillendirir. Bu eserler, travmanın yıkıcı olduğu kadar dönüştürücü bir güce de sahip olabileceğini ortaya koyar.

Çok kabaca ele almaya çalıştığım çocukluk travmalarının edebi metinlerde izini sürdüğümüz bu yazıyı girişte ele aldığım konuya geri dönerek bitirmek istiyorum. 21. yüzyılın okumayı bırakmış, yüzlerce yıllık hikayelerden kopmuş insanlarının tüm bu külliyatı bırakıp incecik kişisel gelişim kitaplarından ya da birbiri ardına moda olan yöntemlerden medet ummaları büyük bir yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Günümüzde istismardan, şiddete çocukluk travmalarının alasını yaşayan, yalnızlık ve güvensizlikle çok erken yaşlarda tanışan, sesleri duyulmayan ve korunamayan çocukların kendilerinden yaşça büyük çoğu insandan daha yetişkin, daha yorgun, daha yalnız olması mevcut kişisel gelişim yöntemlerinin hiçbiriyle kapanamayacak kadar derin ve karanlık bir yükü toplumun orta yerine getirip bırakıyor. Bu yükü taşıyacak olan kendi çocukluk yaralarına bakıp büyümeyi reddedenler değil, bu yorgun çocukları yazmaya devam edecek edebiyat olacak.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER