Haydi bakalım, az kaldı…
SİYASETHaydi bakalım, az kaldı…
Bir hafta sonra bir uzun seçim yılını kapatmış olacağız hayırlısıyla… Tarihçi Braudel’in tanımladığı gibi düşünmeliyiz. Belki de Mart 2019’la başlayan, Haziran’da ivmelenen, Mayıs 2023’te zirvesine varan ve Mart 2024’te de perdenin şimdilik ineceği bir seçim sürecinden bahsediyoruz, ucunda iktidar değişiminin ışığının görüldüğü beş yıllık bir süreç.
Şunun şurasına bir hafta sonra bir uzun seçim yılını kapatmış olacağız hayırlısıyla…
Uzun derken, tarihçi Braudel’in tanımladığı gibi düşünmeliyiz. Belki de Mart 2019’la başlayan, Haziran’da ivmelenen, Mayıs 2023’te zirvesine varan ve Mart 2024’te de perdenin şimdilik ineceği bir seçim sürecinden bahsediyoruz, ucunda iktidar değişiminin ışığının görüldüğü beş yıllık bir süreç. İçinde pandemisinden ekonomik krizine, depreminden bölgesel savaşlarına kadar her şeyi içeren karmakarışık bir beş yıl. Bu “uzun” seçim yılının siyasi hayatımıza etkilerini görecek miyiz, göreceksek de nasıl göreceğiz bilemiyorum.
Olmayacak şeyler oldu, mesela bir partinin genel başkanı (şimdilik) kongreyi kaybetti, alışık olmadığımız pratikler. Düne kadar aynı masanın etrafında hemhal olanlar kanlı-bıçaklı oldular, zaman zaman hepimize “Allah kurtarmış!” dedirtecek açıklamalar yaptılar. Bir dizi miniskül parti hayalini bile kuramayacakları rakamlarla meclisimize dahil oldular, buradan nereye giderler göreceğiz. Sağcıları aday gösteren, sonra da pişman olan sosyalist partiler de gördük; sağlı-sollu fark etmez her partiden her dönem teveccüh gören vazgeçilmez siyasetçiler de.
Adaylığına atandığı belediyenin sokaklarını bilmeden başkanlığına soyunanlar da oldu, aday gösterilmediğini anladığı gün bağımsızlığını ilan edenler de. Bir açıdan baksanız bir dizi siyasi beceriksizlik izledik, bir açıdan da “kartların yeniden dağıtıldığı” bir dönem yaşadık. Oyun King mi, Pişti mi bilebilsek eğlenceli bile olabilirdik ama sanırım oynayanlar da izleyenlerden daha bilgili değil bu konuda…
Siyasetin bu tür bir karmaşaya neden dönüştüğünü anlamak da kolay değil. Sonuçta 2002’den beri tek bir partinin hükmettiği, hariçten destekçisinin altmış yıllık bir gelenekten geldiği bir ülkeden bahsediyoruz. Ana muhalefet partisi Cumhuriyet ile yaşıt, isterse yaş bile büyütebilir.
Sahnedeki siyasetçilerin yaş ortalaması 60’ın üstünde, her birinin çeyrek asırdan fazla siyasi deneyimleri bulunuyor, “genç” lider dediğimizin Erdal İnönü’yle çekilmiş fotosu var, ne diyorsunuz siz? Netice, bu denli beceriksizlik, zanaat ya da alet eksikliğinden kaynaklanmasa gerek.
SAHNEDEKİ SİYASETÇİLERİN YAŞ ORTALAMASI 60’IN ÜZERİNDE
Kürt siyasi hareketinin DEM’li hali 1990’lardan beri aç-kapa her türlü baskıya rağmen varlığını sürdürüyor. İnandırıcı gelmese bile küçük muhalefet partisi köklerini Adnan Menderes’e, o da olmadı Süleyman Demirel’e dayandırabilir. Şu çizdiğimiz resimden daha kurumsallaşmış bir siyaset sahnesi olabilir mi?
Türkiye siyasetinin sağlam bir binaya dönüşmesini engelleyen askeri müdahalelerin enformel olanının üzerinden 25 yıl geçti, hala mı izi var?
Sahnedeki siyasetçilerin yaş ortalaması 60’ın üstünde, her birinin çeyrek asırdan fazla siyasi deneyimleri bulunuyor, “genç” lider dediğimizin Erdal İnönü’yle çekilmiş fotosu var, ne diyorsunuz siz?
Netice, bu denli beceriksizlik, zanaat ya da alet eksikliğinden kaynaklanmasa gerek. Bir başka açıklama toplumla siyaset arasındaki uçuruma değinebilir. Gerçekten de herhangi bir sıradan günde televizyondaki siyasi açıklamaları dinleyip sosyal medyada biraz dolandığınızda iki ayrı ülkede yaşadığınızı düşünebilirsiniz. Siyasilerimiz sosyal medyayı dinleme değil, söyleme aracı olarak gördüklerinden -Erdoğan’ın X’te takip ettiği kişi sayısı 120, Özel’in 1138, Akşener’in 1345, İmamoğlu’nun 777- sosyal medya gündemini takip etmediklerini düşünebiliriz. Sosyal medya kullanıcıları da zaten ülkemizin ortalama insanından çok farklı bunu da biliyoruz. Yine de illa ülkedeki siyasi atışmaları dinleyecek değiller ya, sosyal medya sayesinde küresel meselelere ve tartışmalara aşina olma fırsatı da var, bunu kaçırıyorlar.
Sosyal medyayı bir kenara bırakıp sokağa çıkalım, sokaktaki insanın derdiyle hemhal olabiliyor mu siyasilerimiz? Halkın en önemli sorunu tabii ki ekonomi, işsizlik, enflasyon, geçim sıkıntısı…
SOKAKTAKİNİN DERDİYLE HEMHAL OLABİLİYOR MU SİYASİLERİMİZ?
Sosyal medyayı bir kenara bırakıp sokağa çıkalım, sokaktaki insanın derdiyle hemhal olabiliyor mu siyasilerimiz?
Halkın en önemli sorunu tabii ki ekonomi, işsizlik, enflasyon, geçim sıkıntısı…
Biraz uzun vadeli sıralayacak olsak terör diyebilirler, savaş ya da göçmenler de masaya düşebilir.
Pekiyi, bizim siyasetçilerimiz bu sorunlardan etkileniyorlar mı? Son dönemde birkaçının mal varlığını öğrendik -Allah eksiltmesin, arttırsın- ama enflasyondan zarar gördüklerine dair bir izlenim edinemedik, hatta bazıları enflasyona sebep bile olabilirler -malum kira artışları da enflasyona yol açıyor-. Siyasi sınıfımızın işsiz kalma gibi bir sorunları da yok, en fazla sıkıldıklarında kendilerine ofis açıyorlar, geleni gideni oluyor o ofisin. Çoluk çocuğu nasıl okutacağız türü kaygılardan da uzak olduklarını mahdumlarının iştigal ettikleri işlerden anlıyoruz, orada da bir sıkıntı yok. O zaman siyasilerimizin sabah uyandıklarında dert ettikleri meselelerle biz sıradan insanların meselelerinin aynı cümle içerisinde bile geçmediğinden emin olabiliriz. Siyaset hep böyleydi diyebilirsiniz, sonuçta ülkenin siyasi elitleri diğer insanlar gibi yaşayacak değil ya, elit olmak ayrışmayı gerektirir. Yine de bazı kültürlerdeki “eşitlikçilik” baskısı kadar sahici olmasa bile en azından kibarlık gereği tevazu iyi gelebilirdi. Ahlaki gerekliliği bir kenara bırakalım, popülizmin zirve yaptığı bir dönemde halktan biri gibi gözükmek için bile çaba harcanmıyor. Siyasi liderlerimizle ilişkimiz tıpkı miting meydanı gibi, onlar yukarıdan istediklerini söylüyorlar, biz yanıt veremiyoruz üstüne rolümüz de ne söylerlerse alkışlamaya inmiş durumda.
Şimdi milyarder Trump’ın kendisini halktan biri olarak sattığı bir “Zeitgeist”ta sahicilik kimin umurunda diyebilirsiniz, ancak en azından kendisi bu yönde bir çaba sarf ediyor, takdire şayan… Siyasetçinin halktan biri olmasını beklemek zaten naiflik, çünkü siyaset yapabilmek de bir tür sermayeler toplamına bağlı… Bunun içerisinde mutlaka para olmalı, en azından geçim kaygısı taşırken meydanlarda ya da parti binasında vakit geçiremezsiniz. Eş, dost, akraba ya da elden tutacak bir ağabey de lazım sosyal sermaye olarak ki önünüzü açsın.
Yaşadığınız coğrafyaya göre bazı sembolik işaretler de lazım, bu İngiltere’de mezun olunan okul olabilir, başka ülkelerde de şöhret bu işe yarayabilir. Bütün bunlarda bir minimumu tutturmadan siyasette başarılı olmak imkânsız.
Vatandaş gibi davranamayabilirsiniz ancak vatandaşı anlamaya çalışabilirsiniz, biz de eksiklik burada. İşte yıllardır seçim yapıyoruz, doğrudan gözlemledik, siyasetçilerimiz vatandaşı anlamak için ne gibi bir çaba harcıyorlar?
SİYASİLERİMİZ VATANDAŞI ANLAMAK İÇİN NE GİBİ BİR ÇABA HARCIYOR?
Bununla birlikte vatandaş gibi davranamayabilirsiniz -bir rahmetli başbakanımız ilk bakan olduğunda kendi makam arabasını getirmişti yanında- ancak vatandaşı anlamaya çalışabilirsiniz, biz de eksiklik burada sanırım.
İşte yıllardır seçim yapıyoruz, doğrudan gözlemledik, siyasetçilerimiz vatandaşı anlamak için ne gibi bir çaba harcıyorlar?
Siyasi parti örgütlerinin kılcal damar gibi işlemeleri lazım, yani hem sokağı canlı tutacaklar hem de sokakta ne varsa yukarıya taşıyorlar. Bizde bu iki yönlü akışı dert eden bir yapılanma mı var, yoksa her yerde gördüğümüz pederşahilik, “büyüklerimiz bilir” yaklaşımı mı hâkim?
Genel merkez para göndermesi elektrik faturasını ödeyemeyecek, çay kaynatamayacak kadar fakir parti örgütlerinden bahsediyoruz.
Vatandaşı dinlemenin bir yolu doğrudan temas ama maiyetiyle çarşı-pazar gezmenin, ev toplantıları düzenlemenin bir diyalog yaratmadığı da kesin. Bu gözler ilk defa gittiği şehrin sorunlarının nasıl çözüleceğini haziruna anlatan lider adayı gördü, ne diyorsunuz siz?
Vatandaşı dinlemenin “bilimsel” yolları da var, işkembe-i kübradan seçim sonucu tahmin eden anketçileri kenara bırakın ama bin farklı yolla insanların dertlerinin ne olduğunu öğrenmek mümkün. Bizim siyasetçilerimiz zaten anket sevmezlerdi, diğer yöntemleri de bir tür “abrakadabra” işi olarak gördüklerinden güvenmiyorlar. Bu güvensizliği yaratmakta meslekten şamanların katkısı büyük, tartışılmaz. Eh, zaten sınıfsal olarak ayrışmış bir siyasetçi kadromuz var. Siyasi parti örgütleri, gündelik siyasi faaliyetler ya da modern yönetim biliminin sağladığı araçlar da yetersiz kalıyor. Bir de vatandaşın derdini dinlememenin de sandıkta bir cezası yoksa, siyasetçi neden “kassın” ki?
Geldiğimiz siyasi ortamda insanlar partisinin aday gösterdiği “kovaya” bile peşinen oy vereceklerini söylerken, bir siyasetçi için kovadan ötesi olmak için bir motivasyon var mı?
O zaman suçluluk ibresi yine bize, “eli kırılası” seçmenlere dönüyor. Neden her seçimde “tıpış tıpış”, “paşa paşa” bize işaret edilen adaya oy veriyoruz ki?
Eli taşın altında olan, bizim gördüğümüz zarardan etkilenecek, bizim korkularımızı/kaygılarımızı taşıyan adayları tercih etsek; haydi fiks mönüde yok bari bu tarife uymayanları elesek?
O zaman biraz daha sorumlu davranırlar diye düşünmeden edemiyor insan. Önümüzdeki pazar, mührü elinize aldığınızda bir sorun kendinize bakalım, önümdeki adaylardan hangisi bana daha fazla benziyor, benim sorunlarımı yaşıyor ve beceremezse hayatından bir şeyler kaybedecek?
Bu soruya yanıt alamazsanız dert etmeyin, oy kağıdını katlayıp cebinize koyup çıkmak serbest, “bu seçimde oy vermemiştim” diye torunlarınıza gururla gösterirsiniz.
İlginizi Çekebilir