Hayallerimizi çaldılar
EKONOMİBir zamanlar ülke sevdasıyla dolu o gençlerin kurduğu hayalleri şimdi yeni nesiller için gerçeğe dönüştürmek bizim boynumuzun borcu. Çalınan hayallerimizi, yeniden inşa edeceğimiz liyakat köprüsünden geçirip ait olduğu yere -bu topraklara- geri getirmeliyiz.
“Hayallerimi çalmışlar, almış kaçmış insafsızlar.” Bir neslin ortak duygusunu özetleyen bu dizeler, yüreğimde derin bir sızı uyandırıyor. Çünkü biz, 1980 darbesinin ardından hayalleriyle yola çıkan bir kuşaktık. Ve şimdi geriye dönüp baktığımda, hayallerimizin nasıl elimizden kayıp gittiğini acıyla görüyorum.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, Kayahan’ın yıllar öncesinden seslenen “Şikayetim Var” şarkısının melodisi yankılanıyor kulaklarımda. Sözleri içimi titretmeye yetiyor: “Hayallerimi çalmışlar, almış kaçmış insafsızlar.” Bir neslin ortak duygusunu özetleyen bu dizeler, yüreğimde derin bir sızı uyandırıyor. Çünkü biz, 1980 darbesinin ardından hayalleriyle yola çıkan bir kuşaktık. Ve şimdi geriye dönüp baktığımda, hayallerimizin nasıl elimizden kayıp gittiğini acıyla görüyorum.
1980 askeri darbesinden 4-5 yıl sonra, üniversite sıralarından mezun olur olmaz ülkeye hizmet etme idealimizle devletin kapısından içeri adım attık. Çoğumuz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi yani efsanevi Mülkiye’den çıkmış, orta halli ailelerin büyük umutlar beslediği çocuklarıydık. Okul yıllarımız, memleketi nasıl kalkındırırız tartışmaları ve devrim niteliğinde ekonomik kararların gölgesinde geçti. Nitekim 24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye’nin ekonomik düzeni kökten değişirken, bizler de bu değişimi yönetmeye ve yanlışları kaldırmaya talip idealist gençler olarak yetişiyorduk. Mümtaz Soysal, İlber Ortaylı, Bilsay Kuruç, Sefa Reisoğlu gibi efsane hocalardan dersler aldık; onların rehberliğinde düşünce ufkumuz genişledi, ülke sevgisi ve sorumluluk bilinciyle donandık.
Demokrasinin yeniden filizlendiği o günlerde, hemen hepimiz devletin farklı kademelerindeki kariyer meslek sınavlarını birer birer kazandık; Hesap Uzmanı, Maliye Müfettişi, Gelirler Kontrolörü, Bankalar Yeminli Murakıbı, Kaymakam, Yüksek Denetleme Kurulu ve Sayıştay Denetçisi, Devlet Planlama Teşkilatı Uzmanı, İdari Yargı Hakimi, Diplomat gibi rüyalarımızı süsleyen görevlerde ülkemize hizmet etmeye başladık. Henüz genç yaşta büyük sorumluluklar üstlenip “devlet” denilen o kutlu çınarın dallarında filizlendik.
Bu kariyer yolculuğunda bizi en çok mutlu eden, ülkemize somut katkılar sunabilme fırsatıydı. Devletin çarkları içinde yer alırken liyakat, yani ehliyet ve emek, en büyük dayanağımızdı. Usta-çırak geleneğinin hüküm sürdüğü kurumlarda, deneyimli üstatların kanatları altında sürekli öğreniyor, her gün kendimizi geliştirmek için çabalıyorduk. Birçoğumuz bununla yetinmeyip yurtdışında yüksek lisans yaptı; kimimiz de yurt içinde sayısız kurs ve seminerle bilgisini derinleştirdi. Öyle ki bir dönem çalıştığım Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nde yüksek lisansı olmayan tek bir daire başkanı dahi yoktu. Her birimiz mesleğinin erbabı olmak için gecesini gündüzüne kattı.
Liyakat temelli bu düzen, devlet yönetimine de disiplin ve ciddiyet getiriyordu. İyi yetişmiş bürokrat, doğru bildiğini yüksek sesle söylemekten çekinmez. Bizler de öyle yaptık: Hesaplar tutmadığında bakana rapor ettik, kanuna aykırı bir işlem gördüğümüzde amire ikazımızı çektik. Haklı eleştirilerimiz karşısında en üst makamlar dahi durup düşünmek zorunda kalırdı. Çünkü bilirlerdi ki o makamlar bize sınavlarla, alın teriyle emanet edilmişti; haksız talimatları sorgusuz uygulamayacak, yanlışları hoş görmeyecektik. Devlet yönetiminde liyakatin hâkim olması, ülke gemisinin rotasını dengede tutuyordu.
Bir “altın kuşak”, yeteneğini ve bilgisini memleketinin hizmetine adamaya hazır onca insan heba edildi. Kimi erken emekliliğe ayrıldı, kimi kenara itilip sesini kısmak zorunda bırakıldı. Kimi de çareyi yurt dışına gitmekte buldu.
BİR “ALTIN KUŞAK” HEBA EDİLDİ
Ne var ki 2000’lerin ortalarından itibaren rüzgâr tersine dönmeye başladı. Siyasi iktidar gücünü pekiştirdikçe, bürokraside liyakat ikinci plana itildi. 2002 sonrasında iktidara gelenler, kadroları sadakat ölçütüyle doldurmayı tercih etti. Bizim kuşağımızdan birçok değerli insan ya kızağa çekildi ya da istifa etmek zorunda kaldı. Yıllarca emek verip uzmanlaştığımız kariyer unvanlarının pek çoğu bir kalemde lağvedildi; bir zamanlar onurla taşıdığımız unvanlar tarihe karıştı. Devletin hafızası konumundaki tecrübeli bürokratlar birer birer etkisizleştirilirken, yerlerini çoğunlukla siyasi referansla gelen deneyimsiz kişiler doldurdu.
Bu dönüşümün acı sonuçları oldu. Bir “altın kuşak”, yeteneğini ve bilgisini memleketinin hizmetine adamaya hazır onca insan heba edildi. Kimi erken emekliliğe ayrıldı, kimi kenara itilip sesini kısmak zorunda bırakıldı. Kimi de çareyi yurt dışına gitmekte buldu. Üstelik devlet kurumlarına sinsice sızan FETÖ gibi yapılanmalar da bu tasfiyeye zemin hazırladı; yılların birikimini taşıyan kadrolar ya iftiralarla ya da dışlanmışlık hissiyle sahneden çekildi.
Neticede bir dönemin bilgi birikimi ve deneyimi, yeni nesillere aktarılmadan yok sayıldı.
Liyakatsizlik dalgasının etkileri bugün çok daha yıkıcı biçimde hissediliyor. Sadece dünün tecrübeli isimleri değil, bugünün pırıl pırıl gençleri de ülkeden ümidini kesmeye başladı. En iyi okullardan dereceyle mezun olan bir gencin torpili yoksa kamuda yer bulması neredeyse imkânsız hale geldi. Hatta özel sektörde bile liyakatten ziyade eş-dost ilişkilerinin belirleyici olduğu durumlar yaşanıyor. Hal böyle olunca zeki ve yetenekli gençler çareyi yurtdışında arıyor. Her bir gencimizin valizine sığdırdığı umutlar, uçakların kanatlarında başka diyarlara uçup gidiyor. Arkalarında ise Türkiye’nin yitirilen geleceği kalıyor.
Bir ülkenin en büyük hazinesi insan kaynağıdır ve maalesef biz bu hazineyi hoyratça tüketiyoruz. Gencecik mühendislerimiz, doktorlarımız, akademisyenlerimiz başka ülkelerin kalkınmasına katkı sunarken, kendi memleketimiz onların ışığından mahrum kalıyor. Yıllarını devlete vermiş bir bürokratın deneyimi bir imzayla silinirken, daha yolun başındaki bir gencin enerjisi de başka topraklara sürgün oluyor. Liyakatın yerini kayırmacılığın alması yalnızca adalet duygumuzu zedelemedi; ekonomik olarak da ülkemizi fakirleştirdi, sosyal dokumuzu yaraladı. Zira insan sermayesini kaybeden bir millet, geleceğini de kaybeder.
Oysa her şeye rağmen içimizde bir umut filizleniyor: Ya bir gün liyakat hak ettiği değeri yeniden bulursa? Gelin hayal edelim...
Gençlerin torpil peşinde koşmak yerine adil sınavlarla hak ettikleri görevlere gelebildiği, deneyimli kamu görevlilerinin bilgi birikimini gururla yeni nesillere aktardığı bir Türkiye düşünelim. Devlet dairelerinde işe girenin “kimin yakını olduğuna” değil, ne bildiğine bakıldığı; sadece ehil olanın yükseldiği bir düzen hayal edelim.
Böylesi bir Türkiye’de ekonomi de bambaşka olurdu, değil mi? Ehliyet sahibi kadrolar sayesinde israf edilen kaynaklar verimli kullanılır, popülist maceralar yerine akılcı politikalar izlenirdi. Yolsuzluklar ve hukuksuzluklar karşısında sessiz kalan denetçiler değil, anında alarm ziline basan denetçiler olurdu. Üniversitelerimiz siyasi kampların arka bahçesi değil, gerçekten bilim üreten merkezler haline gelirdi. En parlak beyinlerimiz kendi ülkemizin laboratuvarlarında, fabrikalarında, ofislerinde çalışıp katma değer yaratırdı.
İşte o zaman, bugün hayal gibi görünen refah düzeyine ulaşmamız hiç de imkânsız olmazdı. Çünkü doğru insanları doğru görevlere getirmek, bir ülkenin potansiyelini gerçeğe dönüştürmenin en temel şartıdır. Liyakatın yön verdiği bir düzende hem toplumun adalete inancı pekişir hem de kalkınma sürdürülebilir hale gelir. Gençler geleceklerinden emin oldukça, kimse başka diyarlarda aramaz mutluluğu. Beyin göçü tersine döner, nitelikli insanlar yeniden vatan toprağına kök salar.
Hayallerimizi çaldılar belki, fakat onları geri almak elimizde. Liyakatli bir yönetim hayal değil, ulaşabileceğimiz bir menzildir. Bizler bu inanca sımsıkı sarılırsak, geçmişte yitirilen onca değere rağmen geleceğe dair umutlarımızı yeniden yeşertebiliriz. Bir zamanlar ülke sevdasıyla dolu o gençlerin kurduğu hayalleri şimdi yeni nesiller için gerçeğe dönüştürmek bizim boynumuzun borcu. Çalınan hayallerimizi, yeniden inşa edeceğimiz liyakat köprüsünden geçirip ait olduğu yere -bu topraklara- geri getirmeliyiz.
İlginizi Çekebilir